Mustafa ORAL

Mustafa ORAL

Yazı İşleri Müdürü
[email protected]

GELDİLER GÖRDÜLER GİTTİLER: "ÇANAKKALE"

17 Mart 2019 - 21:45 - Güncelleme: 17 Mart 2021 - 21:10

GELDİLER GÖRDÜLER GİTTİLER

“ÇANAKKALE”

“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

“Onlar mukaddes vatan toprakları için canlarını seve seve vermişler, Çanakkale Savaşları’nın kaderini değiştirmişlerdir. Burada geçen her saniye, kullanılan her an, ölen her nefer, Türk vatan ve milletinin mukadderatını çizmiştir. Kara savaşlarına katılan ilk birlik olan 57. Alay, vatan sevgisinin ne olduğunu insanlığa göstermiştir. Bu kahraman Alayı hayranlık, minnet ve rahmetle anıyorum.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

 

Tarihin en kadim milletlerinden birisi olan Türk Milleti tarihi serencamı boyunca doğudan batıya, kuzeyden güneye; Orta Asya’nın bozkırlarından, Avrupa’nın ortalarına kadar at koşturmuş, devlet kurmuş, nizam getirmiş, eser bırakmış dünya milletleri arasında yerini almıştır. Birçok önemli tarihçinin deyişiyle Türk’ü tarihten çıkardığında adeta hiçbir milletin tarihi yazılamaz hale gelir ki bu da milletimiz açısından bir iftihar vesilesidir. Çünkü bu hakikat göstermektedir ki Türkler ortaya koyduğu devlet tecrübesi ile dünya kültür ve medeniyetine bıraktığı miras ile bir kabile topluluğu değil, cihana hükmetmiş bir millettir.

Türklerin bir kolu vardır ki bağrından nice devletler filizlenmiştir. Türk’ün Oğuz Boyunun itici gücüyle; evvela Büyük Selçuklu Devleti sonra Anadolu Selçuklu Devleti derken Osmanlı Devleti ve nihayetinde ebediyyen yaşamasını arzuladığımız Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Bizim tarihimiz (sözlü ve yazılı devirleri olarak) bir bütündür, birini diğerine tercih edemeyiz, birini yok sayıp diğerini kutsayamayız ama üzerinde yaşadığımız toprakları vatan kılma adına bir tarih vardır ki; elbette taşıdığı kıymet için, Anadolu’daki maceramızın başlangıcı açısından mühimdir. O tarihte 1071’dir. O tarihte Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Sultan Alparslan Malazgirt Ovasında kendilerinden kaç kat üstün Romen Diyojen’in ordusunu dize getirmiş ve Anadolu’ya Türk’ün misafir olarak değil, kalıcı olarak geldiğini cihana göstermiştir. Elbette 1071’den önce de Türkler değişik göçlerle Anadolu topraklarına gelmiştir ama 1071’den sonra büyük kitleler halinde ve vatan kılma anlamında gelinmiştir. Artık Anadolu bizimdir. Anadolu Selçuklu Devleti fethettiği bölgelere Türk’ün mührünü vurmaya başlar ama her başlangıcın bir sonu vardır değişik nedenlerle Anadolu Selçuklu devleti zayıflar ve yıkılır. Zayıflama döneminde içinden yeni bir devletin filizleri de neş’et eder. Bir küçük beylikten cihan devleti doğar ve Osmanlı Devleti Afrika’nın ortalarından, Avrupa’nın ortalarına kadar yayılan bir cihan devlet kurar ve 630 yıl bu devlet varlığını sürdürür. Osmanlı Devleti 17. y.y.’dan itibaren gerilemeye başlar. Evvela çareyi askeri tedbirlerde arayan yöneticiler daha sonra mali, idari, eğitim alanlarında da tedbirler alsa da mukadderat hükmünü icra eder ve koca çınar bağrından yeni bir devleti şuan ki Türk Devletimizi çıkararak tarihteki yerini alır.

Osmanlı’nın dağılma dönemi çok sancılı, çok acıklı hikâyeleri, gözyaşlarını beraberinde getirmiştir. Koca çınarın tek tek dalları kopmaktadır. Balkan Savaşları gibi bir facia vardır ki hala yaşanan dram karşısında yüreğimize bir hançer saplanmaktadır. 1914-1918 I. Dünya Savaşı yıllarıdır. Buhar makinasının icadıyla hızlı bir şekilde sanayileşen ve ham madde ihtiyacına gereksinim duyan Batı dünyayı paylaşmak ve tarihlerinde olduğu gibi tekrardan sömürmek için yola çıkmıştır. I. Dünya Savaşının tam merkezinde olan Osmanlı birçok cephede maalesef yenilmiş sayısız şehit vermiştir ama bir cephe vardır ki taşıdığı anlam ve mana itibariyle apayrı bir yere sahiptir. Eğer o cephede yenilmiş olsaydık 1071’den beridir devam eden Anadolu’daki maceramız nasıl devam ederdi? Kim bilir.

O cephe;

Şair Necmettin Halil Onan’ın “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın / Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.” dediği “Çanakkale Cephesi”dir. Çanakkale Savaşları 3 Kasım 1914 – 18 Mart 1915 Deniz Savaşları ve 25 Nisan 1915- 8/9 Ocak 1916 tarihleri arasında Kara Savaşları olarak kendi içinde ikiye ayrılır ve maalesef kazandığımız tek cephe olarak tarihteki şanlı yerini alır.

İbn-i Haldun’un kelamını her seferde tekrardan hatırlamakta fayda vardır. “Coğrafya kaderdir” der. Bu Anadolu topraklarında da 1071’den 1915’e kadar ve hala tutunmak, kalıcılığı devam ettirmek için coğrafyamızı oluk oluk şehit kanlarıyla sulamışızdır.

Yazımın başlığını “GELDİLER GÖRDÜLER GİTTİLER” diye atmayı uygun gördüm. Neden? Çünkü “Geldiler” bilenmiş bir hınçla, yağma edercesine, zulüm getirircesine ve sadece kendileri gelmediler Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi geldiler: “Eski Dünyâ, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.” Geldiler türlü kandırmacalar ardına aldıklarıyla geldiler. Sömürdükleri ülkelerin insanlarını bu kan deryasına atmaktan çekinmediler, evvela O’nları öne sürerek geldiler. Gördüler; 1683 Viyana bozgunundan beri mamur ettiği topraklardan sebil gibi şehit kanı döke döke çekilen Türk’ün Çanakkale önlerinde nasıl yeniden küllerinden doğduğunu gördüler. Bakın dönemin Bahriye Nazırı olan Churchill ne diyor: “Türkler, Çanakkale’yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısına adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.” Evet, öyleydi çağın en üstün teknolojik gücü ve sayısal çoğunluğu Türk’ün karşısındaydı. Türk ise yıllardır savaşların içinde yoğrulmuştu. Onların karşısında Türk’ün imanı, azmi, fedakârlığı, dillere destan kahramanlık destanlarını adeta tekrardan yazdıran inanmışlığı vardı. Türk şunun farkındaydı düşman Çanakkale’den geçerse Anadolu elden gider idi. Onun için adeta varlık – yokluk savaşı veriyorlardı sonuçta yaşarlarsa gazi, ölürlerse şehit olacaklardı ve Türk ne için yaşardı ki bu dünyada bunun bilince ve şuurunda çarpışıyorlardı. Ve gelip görenlere Çanakkale’yi adeta dar ediyorlardı. Ataları da vakti zamanında Romen Diyojen’in ordusu karşısında sayıca çok azdı ama geri dönmeyi düşünmeyen bir ordunun karşısında azlık çokluğa galebe çalmamış mı idi? Çanakkale kahramanları da atalarına layık torunlar olduğunu haykırırcasına gelenlere bunu hatırlatıyorlardı. Ve görenler “Gittiler” ama geldikleri gibi gitmediler. Küstahça geldiler bunun cevabını alarak gittiler. Devrin en iyi gemileriyle geldiler gemilerini boğazın serin sularına gömerek gittiler. Bu topraklara “Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, / Bir vatan kalbinin attığı yerdir.” sözleri kulaklarında çınlarcasına gittiler. 

Bakın ne diyor Tanzimat Edebiyatçılarımızdan Sami Paşazade Sezai: “Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir Hali kurtardı; maziye hamaset ve azametini iade etti; vatanımızı bir vatanı ebedi yaptı.” Çanakkale zaferinin önemini ne güzel ifade etmiş. Öyle değil mi Çanakkale geçilseydi Türk Anadolu’da nasıl tutunacaktı? Türkiye Cumhuriyeti nasıl kurulacaktı. Adeta yeni devletimizin önsözü Çanakkale yazılmıyor muydu?

Bir türkü kulaktan kulağa fısıldıyordu: “Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni / Of gençliğime eyvah” Evet; gençliğine doyamamışlardı, bıyıkları terlememişti, sevdiğine kavuşamamıştı yiğitlerimiz ama vatan tehlikede idi. O zaman ne yapmalıydı kulak verelim: “Çanakkale içinde aynalı çarşı / Ana ben gidiyom düşmana karşı / Of gençliğim eyvah” evet gitmeliydiler düşman karşı, geri dönmeyeceklerini bilseler de analarına, babalarına, yârine kavuşamayacağını, evlatlarını koklayamayacaklarını bilseler de, “Çanakkale içinde bir uzun selvi / Kimimiz nişanlı kimimiz evli / Of gençliğim eyvah” evet belki nişanını yeni yapmıştı daha belki sevdiceğinin yüzünü birkaç kez çeşme başında görmüştü. Evet daha yeni evlenmişti ama gitmeseler, şehadete yürümeseler bu vatan kendilerinden sonra gelen nesle yurt olarak kalır mıydı? “Çanakkale üstünü duman bürüdü / On üçüncü fırka harbe yürüdü / Of gençliğim eyvah” evet fırka fırka yürüdüler düşmana karşı ve bir adım dönmediler. Çünkü “Cephaneniz yoksa süngünüz var. Süngü tak, yere yat.” diyen tam ye’se düştükleri yerde ümitsizleri yırtarak gelen bir komutanları “Mustafa Kemal’leri vardı. “Çanakkale içinde toplar kuruldu / Vay bizim uşaklar orda vuruldu / Of gençliğim eyvah” evet gemiler kurulmuş siperlere düşman toplar adeta bir tufan gibi yağıyordu. Ama hesap edemiyorlardı “Kaderin üstünde bir kader” olduğunu, hesap edemiyorlardı Seyit Onbaşı’yı, hesap edemiyorlardı 57. Alayı, hesap edemiyorlardı “Nusret Mayın Gemisi’ni ve Mehmetçiği; “Çanakkale içinde bir dolu testi / Analar babalar umudu kesti / Of gençliğim eyvah” evet yoksa niçin oğullarını kurbanlık koçlar gibi kınalayıp cepheye göndermişlerdi ki vatanına, bayrağına, namusuna; dününe, bugüne, yarına kurban olsun diye değil mi? Nice kahramanlık destanları yazılmaya devam ediliyordu. Çanakkale’de, okulda okuyan öğrenciler cepheye koşmuştu. “Hey on beşli on beşli” türküsünün dumanı Anadolu’yu kaplamış okullar adeta mezun verememişti.

O Çanakkale aynı Türk kurmay zekâsının bir savaşı değil mi? Bir yandan müttefikliğin getirdiği zoraki durumdan Alman komutanın aldığı yanlış kararlarla uğraşılıyordu. Osmanlı’nın son kurmayları sadece düşmanla değil bir de sözde müttefikleriyle adeta satranç oynuyorlardı. Kimler yoktu ki bu komutanlardan Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve daha niceleri bu cephede Türk’ün varlık yokluk savaşında barut kokusu, kan deryası içinde dişlerini tırnaklarına takarak savaşıyorlardı. Bu komutanlardan birisi var ki sonra sırasıyla “Gazi” ve “Atatürk” unvanlarını alan Gazi Mustafa Kemal Atatürk hem savaşın seyrini değiştirmiş hem de Çanakkale’den sonra İstiklal Harbinde Türk milletinin lideri olmuş, yeni devletimizin kurucusu olmuş. Türk’ü bu dünyada ne öksüz ne de yetim kalmayacağını dünyaya ilan etmiştir. Çanakkale Cephesinin komutanları daha sonra İstiklal Harbinde nice fedakârlıkta bulunmuşlardır. Yok oldu denilen, hasta adam denilen Osmanlı’nın küllerinden yeni Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Kısa bir anektod paylaşayım: “Dönemin Başbakanı Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır: Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi: ‘Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!’ Turgut Özal'ın ‘Nasıl?’ sorusu üzerine şunu anlatmışlardı: ’Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazaki’ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki: Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.’

Bürokratlardan biri atılır: ‘Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!’

Japon uzmanın cevabı tokat gibidir: ‘Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”

Evet, bizim Hiroşima’mız yok ama başta Çanakkale olmak üzere şehit kanlarıyla sulanan Anadolu’muz var. Bugün bunun ne kadar idrakinde ve şuurundayız. Çanakkale’yi sinemamıza, edebiyatımıza ne kadar aktarıp işleyebilmişiz? Sinemanın kitleleri etkileme üzerindeki gücü ve edebiyatın milli ruha nakşetmedeki rolü düşünülürse bu konuda yetersiz kaldığımız ortadadır. Yazılan çok iyi birkaç roman haricinde zaman zaman niteliksiz tarihi bilgilerden uzak piyasa romanları türemektir. Tabiiki çok iyi az da olsa şiirler vardır ki bunlardan en önemlisi Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a aittir. Son zamanlarda yapılan filmler de vardır ama daha iyileri olmalıdır. Bir de Çanakkale gezileri vardır birçok belediye artık turlar düzenlemektedir bunların önemini inkâr etmemekle beraber oraya nasıl gidilmeli sorusu sorulmalıdır. Bir turistik ziyaretten öte bir iman şuuruyla gidilmelidir.

Bizlerin hayat nizamı telakkisinde şehadetin ayrı bir önemi vardır. Adeta bunun için doğmuş bir milletiz diyebiliriz Çanakkale’de savaşanların torunları bugün de ülkesinin üzerinde gözü olan, hesap peşinde koşan, oturdukları masada harita tanzim edenlere karşı kültürel genlerinden aldıkları ilhamla karşı koymaktadırlar. Şehidi olmayan bırakın bir şehri, bir mahalleyi; bir ev kalmamıştır. Bu satırların yazarı içinde bir iftihar vesilesi olan Ali Dedem vardır. Ali Dedem Babaannemin dedesidir ve eşinin adı da Ayşe’dir. Ali Dede Babaannemden nakille; yaklaşık dört yıl seferberlikte kalmış Çanakkale’de terhisine az kala mevziden başını çıkarmasıyla alnından kurşunu yemiş ve Peygamber Efendimize inşallah komşu olmuştur. Savaş bittikten sonra devletimiz Gazi ve Şehit yakınlarına maaş bağlamaktadır. Ali Dedemin eşi Ayşe ninem maaşı kabul etmemiştir ve şu ifadeyi kullanmıştır. “Ben Ali’min kanını satmam” bu da Türk anasının alicenaplığından başka nedir ki? Tabi bir de şehit çocukları vardır ki o ayrı bir dram Ali Dedemin oğlu Şevket dedem (Babaannemin babası Şevket Dedem) henüz o sıralarda 3 - 4 yaşları arasındadır ve olanları anlamaya çalışmaktadır. Bir çocuk saflığıyla olanları anlamış olacak ki şu ağıdı yakmıştır: “Gelin trenler gelin / Gelirken Babamı getirin / Kusa kusa / Kusa kusa…”

Ve son söz “Vatan dün sizden razı oldu, / Nefer şehit, ordu gazi oldu!”

Ya “Vatan bugün bizden razı olacak mı?”

Mustafa ORAL