TABİAT BİZE SIRTINI DÖNMEDEN ÖZÜMÜZÜ HATIRLAYALIM!
“Son balık öldüğünde, son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak.”
Kızılderili Atasözü
“Ey TÜRK! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir! Titre ve kendine dön!” der Orhun Anıtlarında Bilge Kağan, bu ihtarda millet olarak her zaman uyanık, dikkatli olmamız gerektiği vurgulandığı gibi bir de Türk’ün hayat felsefesine, telakkisine dair önemli bir ipucu yok mudur? Türk, uçsuz bucaksız Türkistan coğrafyasında göğü çadır, yeri minder eylememiş midir? Hiç şüphesiz göçebe değil! Göç eden bir millet olarak Türkler tarih sahnesine çıktıklarından beri doğa ile bir münasebet kurmuşlardır. Bunda Altay dağları gibi haşmetli bir yapının, Baykal gölünün ve coğrafyanın sunduğu engin bir hayat tecrübesi vardır. Bir de buna Türk’ün hareketli yapısını ve dizginlenemeyen ruhunu koyarsak ve Türk’ün at koşturduğu, devlet kurduğu coğrafyaları düşünürsek Türk’le tabiatın binlerce yıllık münasebetini görürüz.
Bu münasebet öyle bir hal almıştır ki Osman Gazi’nin rüyasında koca bir cihan devletinin yeşereceğini müjdeleyen çınar ağacı olmuştur. Atalarımız da hayat telakkilerinin gereği olarak ağaca, suya, tabiata, doğaya büyük bir hürmetleri olmuş gaza meydanlarında dahi doğanın zarar görmemesi için büyük bir ihtimam göstermişlerdir.
Zaten baktığımızda Türklerin Orta Asya’dan göç nedenlerinden birisi de hiç şüphesiz sulak arazilerin, verimli toprakların yetersiz kalmasıdır ve daha yeşile, daha maviye yani daha hayvanlarını otlatabilecekleri uçsuz bucaksız verimli arazilere ve sulak yerlere, göle, nehir, denize doğru yolculuk başlamıştır. O yolculuklar bizi tarihte unutulmayacak bir yere koyarak şuanki vatan kıldığımız Anadolu topraklarına kadar getirmiştir.
Bizler doğanın bize sunduğu sonsuz nimeti başımızın tacı yapmışız. Mesela; “su gibi aziz ol” demişiz, kültürümüzün en temel harcı yapmışız. Türkülerimizde, dağı, ağaçları, çiçekleri, hayvanları en nazenin şekilde işlemişiz. “Şu karşıki karlı dağlar, Başı dumanlı dumanlı, İkilikte yâr sevenin, Göynü gümanlı gümanlı” diyerek Âşık Veysel hasretini karlı dağların dumanına yollamıştır.” İncecikten bir kar yağar, Tozar Elif, Elif deyi... Deli gönül abdal olmuş, Gezer Elif, Elif deyi...” der Karacaoğlan yağan karın tozmasına ses verir. Karın inceliği ile Elif’in inceliği arasında münasebet kurar, yine aynı türküde Karacaoğlan, “Elif’in uğru nakışlı, Yavrı balaban bakışlı, Yayla çiçeği kokuşlu, Kokar Elif, Elif deyi...” diyerek sevdiğinin kokusunu yayla çiçeğinin kokusuna benzetir. Bu misallerde doğanın Türk’ün hayat felsefesindeki yerini ve önemini açıkça görmek mümkündür.
Bir hadisi şerifte de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “"Herhangi birinizin elinde bir hurma fidanı varken, kıyâmet kopacak olsa, derhal onu diksin!" burada da başka misale yer bırakmayacak şekilde dinimizin meseleye bakışını açıkça görmekteyiz.
Tabiatın bir lütfu olan ağacı gerekli işlemlerden geçirdikten sonra kâğıt yaparız. Üzerine ilhamımızı dökeriz, nesillerin birikimini aktarırız. O kâğıt ki bugün medeniyetin geldiği noktada bilginin aktarımındaki en başat rolü oynar. O kâğıt ki nice gönüllere girer. Nice fermanlar yazılır.
O ağaç ki; gölgesine sığınanları dallarıyla bir annenin kolları gibi sarmalar, altında semaverden çıkan dumanın bıraktığı izle ince belli bardakların içine dökülen çayın yudumunda muhabbetin demini aldırır, bize hayat olur, nefes olur, can olur.
Kentin insanı sersemleten sıcağında, betonların arasına sıkışmış ruhumuzu feraha erdirmesi için, kentte hapsolmuş ruhlarımızı kurtarması için gözümüz bir gölge dibi arar ve onun gölgesinde iki soluk alıp adeta tekrardan doğarız bu dünya denilen âleme.
Kısaca; bize hayat olurlar, can olurlar, nefes olurlar…
Bağrında Yaratanın nice bin bir lütfu olan canlı cansız varlıklara ev olurlar, yuva olurlar.
Peki, bugün biz özümüze karşı, bize bahşedilen bunca lütfa karşı şefkatli miyiz? Bu dünyadan bir gün ebedi âleme göç edeceğimizin farkında değil miyiz? Bu dağlar, bu ormanlar, bu göller ya bize darılır ise; artık bize nefes olmaktan, hayat vermekten vazgeçerler ise ne halde oluruz hiç düşünmez miyiz?
İnsanoğlu kentlerde ruhunu dört duvar arasına hapsederek gökle, yerle olan bağlantısını kestiği andan beri, göğe bakmayı unuttuğundan beri duyguları da daralmadı mı? Ruhları betonlaşmadı mı?
İnsanoğlu betonların arasında, evinin dışarıya, hayata açılan yeri olan balkonunda bulduğu küçük bir yere bir saksıyı, bir çiçeği koyma onu abı hayatla buluşturarak coşmasını seyretme hasreti nedendir? Hatta bazen balkonlarımızı küçük bir bahçeye çevirmez miyiz, bir yerinde domates, bir yerinde biber kokularını alırız. Nedendir? İnsanoğlunun ham maddesi çamurdur, yani topraktır. Ondandır ki topraktan geldik, toprağa döneceğiz deriz ve özümüze karşı yabancılaştığımız fıtri hasletlerimize hasret yaşarız.
Bugün özelde biz yani candan aziz vatanımız, genelde dünya büyük bir sorunla karşı karşıyadır. O da özüne yabancılaşma, kim olduğunu unutmanın sonucunda doğaya, tabiata verdiğimiz zarardır. İnsanoğlunun bitmez tükenmez hırsları, hep daha çoğa sahip olma şehvetiyle dünyayı git gide yaşanmaz bir yere getirdiğimiz aşikârdır. Aslen bizim olmayan, bize bahşedilen bu güzelliklere karşı bitmez tükenmez bir hırs tutkusuyla yok ediyoruz, yağmalıyoruz.
Yaratanın insanoğluna verdiği nimetlerden elbette daha güzel bir hayat için istifade edeceğiz. Ama yolu, yöntemi bu olmamalı, şu an yaptığımız daha çok maddiyat için manevi güzellikleri yok etmektir. Ve bu süreçte nice hayvan nesli insanoğlunun gadrine uğramış, nice bitki nesli insanoğlunun zulmüne uğramıştır.
Bu gidişle torunlarımıza, gelecek nesillere ne bırakacağız. Çıplak dağlar mı? Susuz ovalar mı? Ağaçsız sokaklar mı? Farkında değil miyiz artık bitkilere sahiden dokunamıyoruz onların cansız hallerine, süs bitkilerine evimizin bir köşesinde yer veriyoruz.
Evet, bugün yine içinden geçtiğimiz süreçte toplumumuzun ve ülkemizin birçok sıkıntıları, dertleri var hiç şüphesiz. Bunların başında da tabiat katliamı gelmektedir. Misal; Salda Gölü ve Kaz dağlarının içinden geçtiği süreçte ideolojik fikriniz ne olursa olsun başta insan olmanın bilinciyle hareket edip; bu tabiat katliamına karşı tek yürek olmayı, sorumluların vicdanın da bir hayat ağacının yeşermesine vesile olmalıyız. Yoksa cennet ülkemiz ve dünyamız bir gün bize sırtını çevirecek, güneş gülmeyecek, kuşlar cıvıldamayacak, hava bize zehir olacak, toprak bizi kabul etmeyecek.
Gök kadar parlak gözlerle göğe bakabileceğimiz günlerin hasretiyle...