Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

ULU CAMİİ KIRAATHANESİ

29 Nisan 2011 - 12:40

 

Adımlarımı sıklaştırsam da ıslanmaktan kurtulamıyorum.

            Ulu Camiinin önündeki kıraathaneye sığınıyorum.

            Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Hâlbuki daha üç gün önce bu mevsimde hiç alışık olmadığımız şekilde kar vardı Dumanlı Dağın zirvesinde. Takvimler 14 Nisanı gösteriyor.

            Şehrin üzerine abanan bulut kümeleri saatlerdir sağanağını bırakacak uygun bir mekân arama sancısı çekiyor. Sonunda Camii Kebir’in kutsi mekânına yaraşır bir sağanakla kendini gösterdi yağmur. Damla damla yağıyor… Mahalle bir anda sular altında kaldı.

            Bereketten kaçılmaz derler ama insanlar yağmurdan her seferinde kaçarlar nedense? Ve her nedense insanların dara düştüğü durumlarda cami, han, hamam, bedesten, kümbet gibi yerlere sığınmasının altında bir hikmet vardır muhakkak. Bizi çeken bir şeyler var bu tür mekânlarda! Ulu Camiinin kanatları altına sığınan insanlar kendilerini daha bir güvende hissediyor olmalılar.

            Dumanlı Dağın eteklerine tutunan, hayata her dem göz kırpmaya devam eden Saruhan Bey ve oğullarının yüzlerce yıllık abidevi eserlerine sığınma içgüdüsü biraz da köklerimizi derinlerde aramak değil mi? Köklere sığınmak, salınıp savrulmamak anlamına geliyor olsa gerek!

            Saruhan Bey, İlyas ve İshak Beyler, Horasanlı İbrahim Seydi Dede, Vak Vak Çeşmesi, 14.Yüz yıldan kalma Seyit Hoca Mescidi ve Vak Vak Tekkesi omuz omuza vermiş ve bu günleri görmüş olmaktan mutlular. Yağmur da daha çok onların üzerine bırakıyor rahmet damlalarını.

            Bir şehrin size ait olduğunu belgeleyen, haykıran en önemli yapılar hiç kuşkusuz tarihi eserlerdir.

            Nasıl ki Bursa’nın fethi Bursa Ulu Camiinin inşasıyla tamamlandıysa, İstanbul’un fethi Ayasofya Camiinin ibadete açılmasıyla huzura erdiyse Manisa’nın fethi de İlyas Bey Camii(1362) ve Manisa Ulu Camii(Camii Kebir-1366) ile mümkün olmuştur.

            Günümüze kadar gelen şehrin mührü niteliğindeki bu abidevi eserler sayesinde bizim olan şehirler modern insanın her türlü dış müdahalelerine rağmen bizim olarak kalmış ve kalmaya da devam ediyor.

            Sanırım bu yüzden sığınıyoruz kendimizi en savunmasız hissettiğimiz durumlarda bu tür abidevi huzur yuvalarına!

            Ben de öyle yapıyorum… Yağmurun kanatlarından kurtulup bir zamanlar Ulu Camii Mevlüdiyesi olarak hizmet veren ancak şu anda kıraathane olarak işletilen mekâna sığınıyorum.

            Saruhan Bey Kahvehanesi Sıracalı Yakup Ağa tarafından Mevlüt kıraati amacıyla yaptırılan bu mekân 1928’de tapu kayıtlarına geçmiş. Ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmiyor.

            Tapu kayıtlarına geçen mekânın ilk sahibi olarak Hacı Mustafa Efendi olarak bilinir. Belenli Hacı Mustafa Efendinin kırk seneden fazla burayı çalıştırdığı daha sonra oğlu İbrahim tarafından çalıştırılan kıraathanenin 1998’de halen sahibi ve işletmecisi olan İbrahim Oğuz’a geçtiğini öğreniyoruz.

            Bu bilgileri 45 yıldır aynı mahallede oturan Yozgat Boğazlıyanlı Mustafa Bey’de 14 Nisan 2011’de yaptığımız görüşmede onaylamıştır.

            Şehri çepeçevre kuşatan tarihi eserler artık şehrin kenarında köşesinde kalmış. Bu tür mekânlar şehrin ilk günlerine geri dönmek istermiş gibi gelir bazen insana. Kendilerini modern insanın doymak bilmeyen açgözlülüğünden, sanattan uzak ve maneviyattan nasibini almamış ruhsuzlarından saklanmak ister gibi bir halleri vardır eserlerin!

            İnşa etmeyen, adeta imanların taş taş üstüne koyarak iman eserlerini vücuda getiren bizm atalarımız değil midir diye düşünmeden edemiyor insan!

            Burada kahvede otururken dikkatimizi çeken önemli bir resimden bahsetmek istiyorum: Kahvenin duvarında asılı duran sararmış ve kim bilir kaç yıldır burada duran bir resim.

            Resimde Ulu Camiinin yan tarafında kuzeye bakan kapı çıkıntısında bulunan bir saat kulesi. Kayıtlara göre 1672’de inşa edilen bu saat kulesine çalar saat eklenmiş. Ancak şu anda orada ne bir saat kulesi var ne de saat!

            Ulu Camiye bitişik olarak yaptırılan büyük saat kulesinin de 1928 kayıtlarında mevcut  olduğunu  bizzat 1960’lı yıllara ait olduğunu tahmin ettiğimiz resimden görüp şahit oluyoruz. Her ne kadar şu anda caminin önüne alınmış ve saati kaybolmuşsa da 1960’lı yıllara kadar bu saat kulesi ve saatin yerinde olduğunu söylerler! 

            Ulu Caminin önündeki saat kulesine benzeyen kule ise sonradan inşa edilen bir kuledir. Ancak saati yoktur. Saatin nerede olduğu da bilinmiyor.

            1672’den itibaren Ulu Camiye bitişik olarak duran saat kulesi ve 1815’ten itibaren kuleye eklenen çalar saat yerinde değil. Bir rivayete göre İnönü döneminde bir başka rivayete göre ise DP döneminde kilise çanına benziyor gerekçesi ile kule ve saat yerinden sökülmüş…

            Yağmurun damlalarına aldırmadan sokakları arşınlamaya devam ediyoruz…

            Şehzade şehrini Ulu Camii Kahvesinde yağmurlu günlerde tarihi mekânların sesini dinlemeyi sürdüreceğiz…