İsmail ZORBA

İsmail ZORBA

[email protected]

MOHAÇ, ZİGETVAR VE  GÖKTEKİ YILDIZLAR KADAR TÜRKLER!

25 Haziran 2021 - 20:04

Yağız atın dikelince yelesi
Başımızdan esti gaza nefesi
Bre sorun nerde nemçe kalesi
Dayanır mı zülfikare kellesi
Küffar sanır hüccet almış Eğri`ye

Hali benzer nefes çekmiş bengiye
Bire sorun Nemçelü`ye Lehli`ye
Ne de çabuk unuttular Muhaç`ı
Zigetvar’ı Temişvar’ı Uyvar’ı”
Anonim Balkan Türküsü
                                    
İsmail ZORBA
([email protected])

 

MOHAÇ, ZİGETVAR VE  GÖKTEKİ YILDIZLAR KADAR TÜRKLER!

               Zigetvar’dayım. Koca Sultan Süleyman’ın son fetih kalesinde. Kalenin fethedildiği haberini alamadan ahirete göçen dünyanın Muhteşem Süleyman’ı, ahir alemin bir fanisi. Her insanın faniliği dünyadaki varlığındaki hakikate temas ediyor burada da. Zigetvar Kale’sine gelmeden çok yakınlarda Macar-Türk dostluk parkına uğruyoruz. Burada Kanuni’nin temsili bir mezarı var. Asıl mezarın varlığı üzerine araştırmalar devam ediyor. Macarlar burada da Türklere duydukları saygıyı yansıtmışlar.

             Viyana’dan itibaren bütün Avrupa topraklarına ve tarihine “Barbar” olarak yaftalanan Türkler, Macar topraklarında Attila’nın varlığında saygı gören uzak akrabalara dönüşüyorlar. Macar-Türk dostluk parkında Kanuni’nin yanı sıra Zigetvar Kalesi komutanı Zrinyi Miklos’un da büstü yer alıyor. Sırt sırta, omuz omuza. Macarlar heykeller konuşlandırılırken komutanalarının heykelini Kanuni’nin heykeline saygıları gereği üçe bir orantıda yapmışlar. Ama bizim bürokrasimizdeki eşitlik algımız (?) burada da kendini göstermiş; heykellerin ebatını eşitlemişler.

              Kanuni’nin huzurunda tüm fethin evlatlarının ruhuna dualarımızı gönderiyoruz. Parktaki Macar-Türk ilişkilerini anlatan panoramik gösterimler tarih derslerimizde eksik kalmış birçok bilgiyi tamamlamamız gerektiğini gösteriyor. Birden  Macaristan’ı, Viyana’yı fethe çıkan Kanuni’nin gaza ordusundaki askerlerin sözleri kulaklarımda yankılanıyor: “Destiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızıl Elma’ya dek gideriz!”

               Kızıl Elma içinde “İlâ-yı kelimetullah”ın manasınca hükmettiği sırrı taşıyordu. O iman, o inanç, o edep, o haya ve o yüksek ruh olmasaydı at sırtında bu topraklar Viyana’ya dek çocuklar gibi bir şenliğin eşliğinde fethe çıkılabilir miydi? İşte o yüksek ve yüce ruhun gölgesinde Zigetvar Kalesi’nde Sultan Süleyman Cami’yi dolaşıyoruz. Birden bizim insanlarımızın sıcaklığında bir dost beliriveriyor aramızda. Dostluğun bütün kucaklanmışlığını yansıtan o gözlerdeki sıcaklıkla sarıveriyor bizleri. Rehberimiz Aksaray’lı güzel insan Ramazan kardeşimize bir şeyler söylüyor. Ramazan’ın yüzünde bir tebessüm elini uzatıyor gelen kişiye.

                  Artık o konuşuyor, Ramazan çeviriyor. Lebedy, önce kendisini tanıtıyor. Bir Macar tarihçiymiş, adı Lebedy Jonas (Attila). Özellikle Macaristan’daki Osmanlı dönemi üzerine uzmanlaşmış. Mohaç, Zigetvar ve Beç üzerine araştırmaları ve basılmış kitapları varmış. Kendini tanıttıktan sonra “ Türk kardeşlerim hoş geldiniz” diyor. Herkese tek tek sarılıyor. Açsanız, ibadetinizi yapmak isterseniz evim yakında, sizi misafir etmekten onur duyarım, diyor. Teşekkür ediyoruz. Başlıyor konuşmaya. Konuştukça, Ramazan çevirdikçe zihnim berraklaşıyor. Bu topraklara, Macarlara, Türklüğe duyduğum coşku seli artıyor. Tarihe bakışım aydınlanıyor.

                 Bir cümlesi zihnime kazınıyor. “Kardeşlerim, tarihin bir cilvesi bir zaman geldi, sizin en muhteşem devirlerinizde karşı karşıya geldik. Biz Macar Türkleri hristiyanlığın yani haçın en güçlü savaşçılarıydık, bayraktarıydık. Sizler de İslam’ın yani hilâl’in bayraktarıydınız. Türkler ülkülerine, inançlarına toprakları kadar değer verirler, kimliklerinin göstergesidir inançları, imanları. Savaştık, yenildik. Siz bu topraklarda hilâl’i şahlandırdınız. Kırdık, kırıldık, nice kanlar döktük. Nemçeliler (Avusturyalılar) gibi Avrupa zihniyetiyle değil, inandığımız değerler uğruna. Biz bu kimliğimizden her zaman gurur duyduk. Yeni yeni kendi milli tarihimizi Hristiyan Avrupa’nın bize dikte ettiği, ettirdiği anlayıştan ayrı irdelemeye başladık. Özümüzde var olan gerçeği ortaya koymaya çalışıyoruz. Ben araştırmalarımda, kitaplarımda bu gerçeğe riayet etmeye, Türklerle geçirdiğimiz saadet asırlarını bu bakış açışıyla yakalamaya çalışıyorum.” dedi. İşte bu sözler, tarih biliminin bir milletin kimliğini bulmada ve oluşturmada ne kadar önemli bir yere ve şuura sahip olduğunu gösteriyordu. Ulu Önder’in gençlikte özellikle görmek istediği “tarih şuurU” davasına verdiği önemi daha iyi bir kavramıştım.

                 Lebedy Janos’un sözlerinde kendime, özümüze ait ihtiyaç duyduğum tüm soruların cevabı yatıyordu: “Bizim tarihimiz, bizim kimliğimiz, bizim değerlerimiz.” Lebedy Janos Attila veda vakti geldiğinde bir ara izin istedi. Elinde “Zigetvar” üzerine yazılmış bir kitapla geldi ve kafilemizdeki liseli bir delikanlıya imzalayarak hediye etti. Ve o gence,  “Tarihini bilmezsen başkaları gelir, sana senin tarihini istedikleri gibi anlatırlar.” dedi. Bu sözleri duyduktan sonra kardeşim Lebedy’e sarılarak gözyaşları veda ettim. Macaristan topraklarında her bir mekana fethin evlatlarının, akıncalarının gözlerinin yanı sıra onun gözlerinden de bakmaya çalışarak dolaştım.

                Kulaklarımda ve dilimde Karacaoğlan’ın bu topraklar ve fetihler üzerine söylenmiş bir şiirinden mısralar eşlik ediyor :

“(ahey) Hazır ol vaktine de Nemse kralı
Mağripten üstüne asker geliyor
(ahey) Yıkacaktır da tacın ile tahtını

                          Gelen Ahmet Paşa da kendidir kendi
Elli bin süvari de küsürü cündî (ahey)
Kaçma kafir kaçma da ölümün şimdi
Hacı Bektaş Veli kalkmış geliyor (geliyor ey geliyor ey ah)

(ahey) Karac'oğlan da der ki burda durulmaz
Güleç yüze tatlı dile doyulmaz (ahey)
Gökteki yıldızdan da çoktur sayılmaz
Yedi iklim dört köşeden geliyor (geliyor ey geliyor ey ah)”
          
            Bu toprakların hikÂyesi bitecek gibi değil; değil on gün burada kalmak rehberimiz Ramazan kardeşim gibi yıllarca yaşasak da bu hikayeleri dinlemeye doyamam gibi geliyor. Karacaoğlan’ın dediği gibi güleç yüzlere, tatlı dillere doyulmuyor. Her bir adımımızda Macarlar bizleri selamlıyor. Bir köy isminde, bir caddede, bir sokakta “Török- Türk” başlayan kelimeleri  görmek aşinalık haline geliyor: “Török utca-Türk caddesi, Török pal utca - Türk Dostluk caddesi, Török floris utca- Türk çiçeği caddesi, Török köz- Türk köyü”

             Bütün bu güzelliklerin hikayesinde, Macaristan hikayemizin, Fethin evlatlarının, atalarımızın izinde  kalbimizin  asıl attığı, gönlümüzün asıl görmek istediği yere geliyoruz. Burada Tuna’nın da kalbi atmakta: Budapeşte! (bizim Budin’imiz!)

            Bir akşam vakti bizim nazlı Budin’e, ışıklar içerisinde Avrupa’nın geceleri en güzel şehirlerinden birine Budapeşte’ye giriyoruz. Budapeşte Tuna’nın aşkıyla süslediği, hayat verdiği şehirlerden biri gözlerimi alamıyorum. Otele yerleşir yerleşmez; açlığı, yorgunluğu bir kenara atıp bu masal şehre salıyorum kendimi. Tuna ile taçlanmış bu şehir gece vakti ışıklar içerisinde bambaşka bir kişiliğe bürünüyor.

             Tuna’nın kenarında bir Buda tarafında, bir Peşte tarafında adımlıyorum. Saatlerce farklı bir zamana ve mekana sürüklenmiş yürüyorum. Ben benliğimin dışında düşlere dalıyorum. Işıklar içerisinde efsunlanmış bu şehirde çok farklı hikayelerim, şiirlerim oluyor. Şehir bir memba gibi ruhuma işliyor. Aşka düşüyorum. Budapeşte, Budin’in hikâyesi apayrı bir yazıya iştirak ettirecek gibi. Budapeşte’de kalıyorum. Yazılacak yazıma Gül Baba, Budin Kalesi, Son Kale Komutanı Abdurrahman Abdi Paşa, Akıncı Şehitliği, Galiçya Şehitliği ve Mustafa Kemal Atatürk Yolu’nun izlenimleri eşlik ediyor.

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum