Ergül ALTAŞ

Ergül ALTAŞ

[email protected]

MORG

24 Ağustos 2021 - 09:33 - Güncelleme: 24 Ağustos 2021 - 11:59

            MORG

            Kasımın yedisi bugün.
            Saat on otuz. Hava günlük güneşlik. İster pastırma yazı deyin, ister böyledir Ege’nin sonbaharı.
            Yarım saat, bilemedin kırk kakika sürecek günlük güneşlik bir yürüyüş bu.
            İçimde sebepsiz bir sevinç. İşe, saat on otuz olmuş anca gidiyorum. Uykumu almış, kuş sütünün eksik olmadığı kahvaltımı yapmışım. Oynak bir şarkı mırıldanıyor mazide unuttuğumu sandığım içimdeki çocuk.
            Kışın eşiğinde alnından öpülmeğe değer aydınlık bir gün. Ağaç dallarında kırılan güneş ışınları kuş cıvıltılarıyla renklenip bayram coşkusuyla dökülüyor çevreye. Kuş cıvıltılarına ıslıkla eşliğe kalkınca ayaklarım yerden kesiliyor, başım bulutlara değiyor. Böyle uçarak işe gitmeye ne var? O işte çalışmak yorar mı hiç adamı?
            Perşembe pazarına düşürdüm yolumu. Beş dakika uzayıversin yolum. Ne çıkar? Belki önüme yeni güzellikler çıkar.
            Pazar kurulmuş. Yaşama coşkusu, hayat meşgalesi almış başını yürümüş.
            Perşembe pazarının kıyısında durdum. Durdum ve baktım. Bir işaret, davet bekledim. İstedim ki göz kırpsın, el etsin, gel desin. Huyumdur çağrılmadığım yerde görünmem, çağrıldığım yere erinmem. Naz etmeden işte geldim derim. Orda yalı kazığı gibi dikildim kaldım bir müddet. Pazar yerinden taşan hayatın coşkusuna kapılmaktan korkmuşumdur belki. Korkarım ben aklımı başımdan alan güzel günlerden. Çok gülersem, mutlu olursam başıma bir iş geleceğinden olmasa da yürüdüğüm yolu, gittiğim yeri unutmaktan korkarım. Kendimi unutup işe geç kalırım. Kapıyı gösterirlerse dışarısı çok fena, bilirim. Düşenin elinden tutan yok orada. Dışarısı sokak, dışarısı yaban. Orada şiddet, gasp, pespayeliğin bini bir para.
            Güneşin önüne bir anlığına el kadar pamuk gibi bembeyaz bir bulut geçti. Gölgelendi önümde uğuldayan pazar, gölgelendi yüzüm. Bunu beklediğim işaret saydım. Daldım pazara. Sonbaharın sebzeleri, meyveleri el ele vermiş tazgahlardan yazın sebze ve meyvelerini kovmak için olağanüstü bir çaba harcıyor.
            Mandalinalar yeşil yeşil, yeşil zeytinler kasa kasa. Ispanak, pırasa, karnıbahar, lahana. Sonra meyveler, elma, yenidünya. Mevsim dönüyor yazdan kışa. Yolun sonuna ne kaldı şunun şurasında.
            Ceviz ve kuruüzüm aldım köylülerin tezgâh açtığı sokaktan. Berber Selami’ye bıraktım. İş dönüşü alırım dedim. Kış kapıda bağışıklık sistemini takviye etmeli, kuyruğu dik tutmalı. Yaş kemale erdi madem.
            Zaman, hayat, trafik akıyor. Çarşı pazar kıpır kıpır ipini çocuğun elinden kurtarmaya çalışan gönlü bulutlarda bir uçurtma gibi çırpınıyor. Nefes alıp vermek öyle bir mesaj yolluyor ki yüreğimize yaşamak ne güzel diyoruz,  ölüm bir uzak ülke ta Fizan’da.
            Eşinin “Gülmesim” diye sevdiği adamım ben. Mutlu olduğum üç beş gün var, hiç unutmam. Az olunca akılda tutması kolay oluyor. Ve az olanın kıymeti âlâdır gözde.
            Bu kadar laylaylom kafi. Çıkayım şu pazardan. “Ana rahminden düştük pazara/ Pazardan bir kefen aldık mezara.” Düşeyim yola. İnsan yolda olduğunun idrakinde olmalı her daim. Ölüm var. Hazır olmalı ebedi yurda göçe. Kurşun adres, Azrail yol sormaz. Vakit tamam olunca eliyle koymuş gibi bulur seni. Sultan Süleyman olsan kâretmez. Şimdi sırası mı bunların. Sırası ya. Herşeyin bir sırası var, ölümün yok.
            Münasebetsizliğe bak. Alnından öpülesi bir günde yolum pazara düşmüş, yaşadığımı ta iliklerime dek hissetmişim. Kanlı ve canlıyım, nefesim pürüzsüz çıkıyor, kalbim saat gibi çalışıyor: Tik tak, tik tak. Hal böyleyken bu ölüm nereden düşüyor aklıma. Akıl işte. Ben aklıma pek kulak asmam. Varsa yoksa gönül. Ben gönül adamıyım.
            Şehir hastanesi açılınca mezarlıklar kadar ıssız kalan şimdinin eski hastanesinin arka sokağından geçerken kendime geldim. Bir kuş sesi ya da ağaçların dallarını musiki tatlılığında hışırdatan rüzgâr değil beni kendime getiren. Ya ne? Dört harften teşekkül bir kelime; Morg.
            MORG, yazısı hala duruyor kapıda. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için canla başla çalışan, ölümü unutmuş pazar yerlerinin coşkusuna kapılmış senin benim gözüme sokmak için bir gerçeği büyük harflerle kocaman yazılı bir tabele: Nereye bilader, der gibi bakıyor.
            Buz gibi mavi harflerin arzı endam ettiği bir tabela. Denizin dalgalı, göğün uçuk mavisinden çok uzak. Bu nasıl mavi? Donuk, ölgün hiçbir hayat belirtisi göstermeyen.
            Geride kaldı pazar yerinin insanın aklını başından alan kabına sığmayan canlılığı.             Ölüm var, ölüm.
            “Dünya nimetlerinin tadını kaçıran ölümü sıkça anın.”

                                                                                                          Ergül ALTAŞ


 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum