Önder GÜRCAN

Önder GÜRCAN

[email protected]

İSVİÇRE’DEN MANİSA’YA BEŞ GÜNLÜK ZİYARET

17 Şubat 2018 - 18:55 - Güncelleme: 17 Şubat 2018 - 22:36

İSVİÇRE’DEN MANİSA’YA BEŞ  GÜNLÜK ZİYARET

Adı Yusuf Aktur. Bir zamanlar Avrupa’ya işçi olarak giden Manisalılardan biri. Ona “Serficeli Yusuf” da derlermiş. Manisa’ da, Spil Dağı yamaçlarında, Ulucami’nin arka sokağında, pançurları şehre bakan, verandası hanımelilerle sarılı, bahçesi dut, incir ve erik ağaçlarıyla dolu, su kuyulu, mavi badanalı, iki katlı kerpiç ve ahşaptan yapılma bir evde bir kış sabahı doğmuştu.

*
Tarihçilere göre 2500 yıl önce Manisa, Spil Dağı’nın yamaçlarındaymış. Şehrin adı da “Magnesia”ymış. Aşağıda, ekili ve verimli topraklarıyla Gediz Ovası uzanırmış. Gediz Irmağı da kendi türküsünü her gün coşku ile söyleyerek içinde taşıdığı gemilerle birlikte Ege Denizi’ine uzanırmış. Antik Çağ’da  Magnesia’nın  bir giriş kalesi varmış. Kentin kralı Tantalos’muş. Ama şimdi ne Magnesia’nın kalesi kalmış ne de Tantalos’un heykeli. Dağ kenti Manisa, kronolojik olarak Frigyalılar, Lidyalılar, Hititler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar ve Bizanslılara ev sahipliği  yapmış . 1313’te alınarak Saruhanoğulları Beyliği’ ne geçen Manisa, 1410’da “Şehzadeler Şehri” kimliğiyle Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanmış. Ulucami’ye gelince: Bu cami, Saruhanoğulları Beylerinden İshak Çelebi tarafından eski bir kilisenin yerine bir takım mimari parçalar kulanılmak suretiyle 1368’de inşa edilmiş.
*
Devam edelim:
Yusuf Aktur’un ataları, bir Avrupa imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nden   geliyordu. Annesi ve anneannesi  Giritli; babası ise Selanikliydiler. Balkan Savaşları ,  Birinci Dünya Harbi, Çanakkale Savaşı, İstiklal Savaşı  ve Lozan Antlaşması’nın sonrasında  yapılan  mübadele göçlerinde, önce İstanbul’a, daha sonra da Manisa’ya yerleşmişlerdi. Bazı yakın akrabaları   Anadolu’nun muhtelif illerinden düğüne gider gibi Çanakkale Savaşı’na katılmışlar, ancak onlardan bir daha haber alınamamıştı.
Yusuf Aktur, iki yıllık askerliğinin bir kısmını Kore Savaşı’ nda yapmış; yurda salimen döndükten birkaç yıl sonra ailesiyle birlikte işçi olarak çalışmak üzere Almanya’ya (Munich) gitmiş; oradan da İsviçre’ye (Zürich) geçerek uygun bir iş bulmuştu. Anne ve babasından çok iyi bir aile eğitimi almış olduğu için  Avrupa’ya kolayca uyum sağlamış ve mesleğinde yükselmişti. Zamanla İsviçre’de, Alp Dağları’nda, Zürich Gölü’ne yakın bahçeli küçük bir köy evi edinmişti. Bahçesine Manisa’yı hatırlatan çiçek, meyve  ve sebzeler ekmişti. Çalışma odasında, mesleki ve kültürel kitaplardan oluşmuş zengin bir kütüphane vardı. Çok geceler, sabahlara kadar çalışırdı. Kısa zamanda Almanya’ya bağlı Universität Konstanz’taki eğitimini, mastır  ve doktora çalışmasını tamamlamıştı. Böylece gurbet elde saygın ve başarılı bir  hayat kurmuştu. Çocuklarını da eşinin özverili katkısıyla çok iyi yetiştirmişti: Biri savcı, diğeri de polis müfettişi olmuştu.

*
Yusuf Aktur, vatan özlemiyle ve Manisa sevdasıyla geçen uzun yılların ardından, geçen hafta, doğup büyüdüğü kente  ziyarette bulunmak üzere uçakla İzmir havalimanına indi. Bir taksi tuttu. Şoföre: “Doğru Manisa!” dedi.
Şehrin girişindeki otelden yer ayırttı. Öğle sonuydu. Akşam güneşi henüz sisli Spil Dağı üzerindeydi. Gediz Ovası’ndan esen tanıdık bir meltem onu kendisine getirdi. Bir karşılayanı olmasını ne çok isterdi; ama yoktu işte. İçine bir hüzün çöktü.   Gözyaşlarını tutamadı. Geceyi, karmaşık ve yumak yumak olmuş çocukluk günlerine sımsıkı sarılı bir şekilde, bu ilk Manisa gününü tarifsiz duygu ve düşünceler içinde geçirdi; uyuyamadı.

*
İkinci gün: Sabah kalktığında biraz iyimser bir ruh hali içindeydi. Güne, sabahın yeşermekte olan umut çiçeklerinin renkli ışıkları altında bol zeytinyağlı geleneksel Manisa  kahvaltısıyla başladı. Dışarda güzel bir Şubat havası hüküm sürüyordu. Az ilerde Manisa’yı İzmir’e bağlayan anayolun başında, şehrin kurtuluş gününü simgeleyen Kuvayı Milliye Anıtı görünüyordu. Üzüm yurdu Manisa’yı yeniden keşfetmek istiyordu.
Otel görevlisinin çağırdığı bir taksi onu  Çaybaşı üzerinde  doğup büyüdüğü Ulucami Bölgesi’ ne götürdü. İstiklal İlkokolu’nun önünden geçti. Artık mahallesindeydi. Ama eski mahallesindeki evler,  o güzel yürekli komşular ve düşler kahvesi yoktu.  Önünde yirmi yıllık hatıraları duruyordu.  Çocukluk arkadaşları gözlerinin önündeydi sanki… İsimlerini tek tek içinden saydı.

Kestirme bir yol bulup aşağılara indi. Mavi badalı ve pançurlu evi ile sokağını aradı, yıkılmış ve kaybolmuşlardı.

Oysa bir zamanlar burada el yapımı tahta, taş, tuğla ve kerpiçten, iki-üç katlı, hanaylı ve verandalı evlerde oturulurdu. Çoğu evin bahçesi   armut, ayva ve hurma ağaçlarıyla çeşitli çiçeklerden  oluşurdu. Evlerin içinde taş üstü divan, oymalı dolap, iskemle, yer minderi gibi eşyalar bulunurdu. Mahalleli akşam olunca  sokak aralarında toplanır; hanımelilerden yayılan kokular altında, masal dünyasını andıran, gümüş tepsiler üstünde sunulan çay, kahve, şerbet, limonata ve gazozlarının lezzetiyle sohbet toplantıları yapılırdı; çocuklara binbir gece masalları anlatılırdı.

Düşler Kahvesi’ nde tavla, dama ve satranç oynanırdı.

Futbol sahası da buradaydı: hemen dut ağaçlığının uzantısında, Selçuklu Hamamı’nın yanında...

Hatıralar buralarda ihtimal ki bir köşelere saklanıp öylece kalmışlardı...

Şimdi insanlar, mustakil bahçeli evleri terkedip yalıtımsız binalarda gürültülü bir hayat yaşıyordu ve yakında Avrupa’da olduğu gibi köylere dönüş başlayabilirdi.

Spil’den aşağılara doğru esen rüzgar Gediz’in bağlarında ıslık çalarken oteline döndü.

*

Üçüncü gün: Otelden çıkıp yürürken karşısına bir tablo gibi Karaköy çıktı. Buradaki kahvelerde ne günler geçmişti. Akan derenin yanında yapayalnız ve sessizce duran “Ağlayan Kaya” Niobe ile göz göze geldi. Efsaneye göre Niobe,  Spil’deki Magnesia Antik Kenti’nin Kralı Tantalos’un kederli  kızıydı.  Kalbi kırık Niobe hala gözyaşı döküyordu.
Fazla içlenmeden  Mevlana yoluna yöneldi. Harabe halini almış Manisa Kalesi’ne  çıktı. Vaktiyle burada Osmanlı Sancakbeyliği Şehzadelerinin ve eşrafın konakları ve köşkleri bulunurmuş. Manisa ve Gediz Ovası buradan ne güzel görünüyordu.

Kendisini, yokuş aşağı, şehrin çarşısında buldu. Eski  dükkanlar yapılarını korumuşlardı. Bildiği  bir kebapçı dükkanına uğradı. Manisa Kebabı ısmarladı. Yüzü yabancı gelmeyen  aşçıya rastgele sordu: “Beni tanıdın mı?” “Hayır, çıkaramadım?”  Kurşunlu Han ve Yeni Han’da eski günlerden kalma bir şeyler aradı. Bulamadı.
Şehirde taşıtlar ne çok artmıştı. Beyaz Fil’in önünden bir taksi çevirdi.  Şoföre : “Etrafı bir görelim!” dedi.
İlk önce : Hükümet Konağı, Hatuniye Camisi,  Asfalt, Tren İstasyonu, Çeşnigir Camisi, Muradiye Camisi, Manisa Müzesi, Sultan Camisi,  Yirmiiki Sultanlar Türbesi, Yedi Kızlar Türbesi, Saruhanbey Türbesi, Revak Sultan Türbesi, Mevlevihane. Gediz Köprüsü, Horozköy, Muradiye, Üniversite, Bozköy... Son olarak Akpınar’da Gediz Ovası’na gözlerini dikmiş bakan Kybele.
Taksiyi Kitapsaray önünden geri yolladı. Okul günlerinde  boş vakitlerini bu şehir kütüphanesinde değerlendirirdi. Bilim, sanat, kültür ve edebiyat konularında çıkan kitapları okumaktan zevk alırdı. Ana cadde üzerindeki eski kitapçı ve gazetecinin  yerinde yeller esiyordu. Vaktiyle  şehirde “Hürriyet Misaki” ve “Işık” adlı iki yerel günlük gazete çıkardı.

Bulvardaki bir kitapçı dükkanından  Manisa gazetelerinin her birinden satın  alıp, İsviçre’de okuyup incelemek üzere omzunda asılı duran  çantasına yerleştirdi.

Uluslararası Mesir Festivali hakkında Manisa Turizm Danışma Bürosu’ndan bilgi istedi. Sultan Camisi’nde her yıl Mesir Macunu Şenlikleri kutlanıyordu ve halka kırk bir baharatlı macun saçılıyordu. Görevli memura, şehirde  geleneksel üzüm festivali yapılıp yapılmadığını ve bir tiyatro  sahnesinin olup olmadığını sordu.
Futbol da ilgi alanına giriyordu.   Manisa’nın o yıllardaki Yıldırımspor, Sakaryaspor ve Gençlikspor adlı futbol takımlarının kapatıldığını ve  kenti milli ligde Akhisarspor ile Manisaspor  takımlarının temsil ettiğini öğrendi.
Kent bulvarlarındaki bazı kahvelerin internet caféler haline getirildiğini gördü; güzel sohbetlerin yerini de cep telefonlarının aldığını…
Sanayi Bölgesi’ne gitti. Manisa’nın  bir tarım kentinden bir sanayi kentine dönüştüğü dikkati çekiyordu.
Bununla birlikte Gediz Irmağı’nın ve ovanın   bilimsel temelde yeni bir projeye bağlanarak daha verimli bir duruma getirilmesini hayal etti.
Hayallerini; Gediz Irmağı’ndan kayıklarla ve sandallarla, tıpkı Avrupa ülkelerindekine benzer şekilde Ege Denizi’ne yolculuk yaparak süsledi.

Yusuf Aktur, kendisini bu şehrin bir parçası olarak kabul ediyordu. İsviçre’deki  yaşamında bazen İçinde çöreklenmeye başlayan sıla hasretini gidermek için  basından Manisa haberlerini izleme imkanına sahipti. Ne var ki bu garip dünyada her nereye gidilirse gidilsin, geçmişten bir şeyler insanın peşin bırakmıyordu. Bu şeylerle daima yüz yüze geliniyordu. Yıllar geçtikçe de bu  şeyler, şurada burada,  bir sinema filminden yansıyan somut ya da soyut  kesitlerde, karelerde ve fotoğraflarda hayatı sürdürüyordu.

Derken hafiften esen Spil rüzgarı ve yavaşça yayılan yağmur, Yusuf Aktur’a Manisa’daki ilkokul, ortaokul ve lise yıllarını hatırlattı. Şamlı Pastanesi’nden elmalı çörek; Tatlıcı Musa Aga’dan dondurmalı keşkül  almış; elinde okul çantası, içinde ders kitapları, cebinde elli kuruş; akşam olmuş, sessiz sokaklardan yokuş yukarı evine dönüyor gibi hissetti.  Bu  hep aklında kalan harikulade bir duygu idi. İsviçre’de karlı ve kasvetli Alp Dağları’na bakarken de böyle buruk düşünceler içinde kalıyordu...
Tam o sırada önündeki duraktan Karaköy’e otobüs kalkıyordu. Yetişti.

Otelinde bir akşam kahvaltısı yaptı.
Salondaki televizyondan Manisa TV’yi  izledi. Günlük gazetelerinin başlıklarına baktı.
*
Dördüncü gün: Güne yine Karaköy’den başladı. Çaybaşı’ndaki köşe kahvesi yanında  bir taksi bekliyordu. Bugün eski bir arkadaşını bulabileceğine inanıyordu. Taksi onu Ulupark’taki kahveye, Vali Konağı altındaki Çocuk Bahçesi’ne, Borsa kahvelerine götürdü.  Ancak ne hal hatır soran ne çay kahve sohbetine davet eden vardı. Ne selam ne kelam...Bir yabancıydı artık.

Tren istasyonuna çıkan  caddede biraz dolaştı. Eski Şehir Sineması’nın yanından geçerek mezunu olduğu eski Manisa Lisesi binasına uğradı.  Öğretmenlerini yad etti. Akşamın alacakaranlığı basmadan  Çatal’a gidip bütün geçmişlerine tek tek dualar okudu; tek tek selam, saygı, sevgi ve şükranlarını gönderdi.

*
Beşinci gün : Yusuf Aktur, Manisa Çarşısı’nda bir lokantaya uğradı ve garsona eski günlerden kalma etli kuru fasulye, bulgur pilavı, yoğurtlu patlıcan kızartması ve revani söyledi.

Her şeye rağmen, beş günlük bir geziyle de olsa Manisa’yı yıllar sonra yeniden keşfetmekten  memnunluk duyuyordu. Ne var ki  herhangi bir eski arkadaşını görememiş olmanın üzüntüsünü de çekiyordu. Hiç kimsenin onun ne Manisa’ya geldiğinden ne de yarın ayrılacağından bir haberi olmayacaktı.  İnsanların hızlı yaşadığı  bir çağda bu herkes için geçerliydi. Saatler hep ileriye doğru işliyordu. Her şey,  kozmik zaman takvimindeki sesssizlik ve yalnızlık içinde hoş  bir seda olarak yerini alıyordu...Bu belki iyi bir şeydi. Çünkü her şey, yerli yerindeydi. 
Bu düşüncelerle otelindeki odasına çekildiğinde bir Manisa gecesi daha tepesi dumanla örtülü Spil Dağı’ndan bir roman gibi yamaçlara ve Gediz Ovası’na iniyordu.
*
Yusuf Aktur, ertesi gün uçakta, hep o gerilerde kalmış Manisa günlerini düşündü. Meğer onlar hayatının en mutlu günlerindenmiş. Bir masal olduğunu sanıyor olmalıydı. Oysa masal değil bir gerçekmiş.  Manisa’da gideceği bir evi yoktu. Eski bir arkadaşı da yoktu. Ama  başka bir yerdeki, çok uzaklardaki evine doğru yola çıkmıştı. Onu orada sevgi dolu bir aile karşılayacaktı. Belki bu yüzden içindeki sıkıntı çok geçmeden eridi. Derin bir huzurla öylece uyuyup kaldı. Türkiye ufukta kaybolurken, düşünde yine çocukluğunun Manisa’sındaydı.

 

Önder Gürcan