Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

HÜZNÜ BESLEYEN RENKLER

25 Şubat 2018 - 23:12

HÜZNÜ BESLEYEN RENKLER

Naci YENGİN

İnsanı besleyen duyguların başında hüzün, ayrılık, gam, keder, hasret, sevda, milli ve dini duygular, vatan, millet gibi yüce değerler gelir.

Bir mimarın sanatına ilham aldığı konuların başında coğrafya, kültür ve milli kültürün payı büyüktür.

Çoğu zaman ülkemizin içinden geçmekte olduğu şartları anlatırken hüzün coğrafyasında yaşıyoruz deriz. Bunda yerden göğe kadar haklıyızdır da. Ancak hüzün, elem, gam, ayrılık, hasret, keder sanki bu coğrafya insanının kaderi gibidir! Ve kader binlerce yıl öncesinden, ezelden başlar. Kaderimiz kederimizle birleşmiş gibidir. Özellikle Türklerin Anadolu coğrafyasına gelmesi ile hüzünleri, kederleri katmerlenmiştir.

Türk milleti hüzün ve gözyaşı milletidir dense yeridir. Ayrılığını, kederini, hüznünü nameye, saza söze bu kadar ince duygularla dökebilen başka bir millet var mıdır bilemem. Yahya Kemal’in “Eylül Sonu” şiirinde “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor.”
Dizelerinin anlattığı duyguda bir milletin tarihi süreci vardır adeta!

Anadolu’yu vatan edinen bir milletin yalnız Anadolu coğrafyasında değil “üç kıta yedi deniz” diye tarif ettiği yirmi dört milyon altı yüz kırk bin kilometre karelik devasa sınırları içinde gidip gelmesi tıpkı Türkistan coğrafyasında milyonlarca kilometre karelik coğrafyada at koşturması gibidir.

İçinde yaşadığımız şehirlerin boyası ile boyanırız. Nefesimiz, işimiz, aşımız, sanatımız, benliğimiz yaşadığımız şehir, bölge, iklim coğrafyasının kültürünün şahsiyet bulmuş birer örneğidir insanda.  Bu örneği bulmasak, kendimizden bir parça olduğunu düşünmesek benimsemek, sevmemiz ve o şehirde “Hus olmamız” zorlaşır, mümkün olmaz. O yüzden yaşadığımız şehirler, mekânlar bizim boyamızla boyanır, bizim müziğimiz, bizim mimarimiz, inancımız ve benliğimizin tezahürü haline gelirler.

Yazılan metinler, hikâyeler, romanlar, şiirler ve yakılan türküler, söz sanatlarımız da bu etkilenmeden ayrı düşünülemez. Tıpkı Ayşe İlker’in “Eflatun Hüzünler”[1] hikâye kitabında anlattığı satırlar gibi.

 Ayşe İlker’in hikâyelerinde ayrı bir tat var. Bizi kendimizi hatırlatan bir duygunun harman olduğu bir tad. Adeta insanı kendisine çeken derin bir musikinin tadı gibi.

Öyle bir musiki ki sesi derinlerden gelen ancak bize çok yakın ve tanıdık bir melodinin; ilahi bir nameyle karışan sesin tadı!

Ayşe İlker’in satırları karşımıza, satır aralarında bazen Tanpınar, bazen Yahya Kemal, bazen Cengiz Aytmatov, İsmail Gaspıralı, bazen de Erol Güngör’ün duruşunu sergileyen birer karakter, birer insan silueti olarak çıkıyor.

Hikâyelerinin sesi bazen bir kadında çığlığa, bazen bir köyde avazlanmaya, bazen de kadim kültürün taşıyıcı-devamcısı olarak seslenmeye davet ediyor. Bazen de yaşanmışlığın çileli, hüzünlü tatlarını bırakıyor damağımızda, dimağımızda.

Bazen Hilmi Yavuz’ca ““Hüzün ki en çok yakışandır bize/ Belki de en çok anladığımız/Biz ki sessiz ve yağız” diyesimiz geliyor bazen de Attila İlhan gibi “ Elde var hüzün” deriz: “zamanlar değişti/ ayrılık girdi araya/hicrana düştük bugün”der hüzünleniriz.

Bizden olanı bize hatırlatan, birçoğumuzun yaşadığı ancak çoğu zaman ıskaladığı ince duyarlılıkları cümle cümle, satır satır laboratuvar titizliğinde, bir saksı içinde ve eflatunun ilahi nağme rengiyle taze ve narin yaşatmayı deniyor Ayşe İlker’in hikâyeleri.

 

 

[1] Ayşe İlker, Ötüken Yay. İstanbul, 2016