DOST KAPISINDA BİR ÖMÜR
Bugün sizlere bir dost kapısına bende olmuş, yıllarını o kapının eşiğine yüz sürmüş, yolunun prensiplerine bağlı hizmet ederek yaşayıp gelen bir gönül erinden bahsetmek istiyorum. Onunla tanışıklığımız ta Ankara’ya 1987 yıllarına uzanır. O kendisini tanıyan yaşıtları ve büyüklerinin Güner’ciğim dediği, yaşça küçüklerinin Güner ağabeyleridir.
Hepimiz şu hayatta pek çok insan tanırız, bunların bir kısmı sadece laf üretir lafta kalır; bir kısmı da yaptığı iş ve fiillerle gönlümüze yer eder, gönüllerde taht kurar. Güner bey sessiz sedasız, sakin, kendinden emin ve haliyle tavrıyla, giyimiyle kuşamıyla, konuşurken seçtiği kelimelerle karşısındaki insana güven veren hakikatli bir dosttur.
Kendisi kâl ehlinden çok hal ehlidir. Haliyle, tavrıyla, fiilleriyle, inandığı ve yaşadığı inancı gereği, etrafına ve cemiyete tebessüm edendir. Cemiyete ve insanlara hizmet etmek nasip işidir. İnsanlığa salih amelle hizmet eden kişi, Allah’ın tebessümüne mazhar olmuştur. O Allah’ın tebessümünü hem üzerinde taşımış hem de içinde bulunduğu asrı idrak etmiş ve gereğini yerine getirmiş aydın bir Müslümandır.
Afyonkarahisar’ın Sandıklı ilçesinde dünyaya gelmiş. İlk ve orta tahsilini Sandıklı’da bitirmiştir. Daha sonra İstanbul’da üniversite öğrencisi olan abisinin ailesine ısrarı ile tahsiline İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı olarak devam etmiş. Üniversite tahsilini de İstanbul’da tamamlamış ve Yüksek İnşaat Mühendisi olarak diplomasını almıştır.
Güner Bey’in hayatındaki köklü değişimlerin ilk başlangıcı lise yıllarında aynı liseye devam ettiği ve üniversite yıllarında da birlikte aynı evi paylaştığı Osman Öztekin ve Mahmut Okutan beylerle arkadaşlığıyla başlar. Onun için “arkadaş kardeşten evladır.” çünkü bu söz annesinin ona nasihatidir. Ailesinden dinin temel bilgilerini sağlam bir şekilde almıştır ve bu da onu daha ileriye taşıyarak kendi iç âlemini arayışın eşiğine taşımıştır. İstanbul’da yaşadıkları, bütün hayatını ihata ederek sarıp sarmalar. Onu bir kale gibi hem maddi anlamda iş hayatında güçlü kılarken mânevî anlamda da dünyasını genişletir ve sağlamlaştırır.
Birinin geçmiş yolculuğunu bilmiyorsak onu gerçek manada tanımış sayılmayız. Bugün toplum olarak içine düştüğümüz en büyük yanılgımız budur. Hatta bazen bile isteye en çok yaptığımız aldanışlarımızın kaynağında da tanımadan kişi ya da olaylar hakkında hüküm vermemiz değil midir?
Dönemin şartları gereği arkadaşlarıyla dini konularda rahat rahat konuşamaz, ama okudukları kitaplar ve kendi aralarındaki sohbetler, onları “dost kapısı” dedikleri kapıda birleştirir. Samiha Ayverdi hanımefendinin irşad halkasına dahildir artık. Aslında Samiha Hanımın kitaplarıyla olan tanışıklığı tâ ortaokul yıllarına dayanmaktadır. Yıllarca o kapının bendesi olmuş, bu nişanı şerefle taşımış, eylemleriyle, haliyle ortaya koymuş, cemiyete duruşuyla örnek olmuş bir hizmet eridir.
Dost kapısı mürşit kapısıdır. Mürşit, insanın geçmişle bağını koparmadan, hak ve hakikat için geleceğini inşa eder. Bir nevi insan mimarıdırlar. Onlar müritleri vasıtasıyla insanı, toplumu, kütleleri mayalayan kimsedir. Samiha Ayverdi Abide Şahsiyetler adlı eserinde dervişi şöyle tanımlar:
Onun mayasında, Allah’ı ziyadesiyle tanımak için bir istek, kendi iç alemine doğru yolculuk yapma arzusu, istidadı varmış. Bu isteğin peşinde bir define arayıcısı gibi elinde dedektör hep aramış, aramış... Nasıl ki arı çiçek çiçek gezip sonra topladığı çiçek tozlarını işleyip bir gram bal için çalışır, Güner Bey’de aynı şekilde yakaladığı bu yol ve yolculuğun gerektirdiği her türlü bilgiyi, belgeyi, hal ve davranışı kazanmak için hep uyanık, hep tetikte hep farkındalığını korumuştur. Efendi kapısını kendisine mesken edinmiş bir gönül eri, bir hizmet eri olmuştur.
Zamanının dışında kalmamış geleceğe yüzü dönük bir derviş. Eğer doğru noktadan bakarsak Allah’ın bazı sure ve ayetlerini bazı kişilerin yaşayışından okuruz. Halinden anlarız. Büyük şair Mehmet Akif sözü onda ortaya çıkmıştır:
“Asr (asır) kelimesi isim olarak “mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, karn (80 veya 100 yıllık zaman dilimi), gece, sabah, akşam, ikindi vakti, ikindi namazı, bir neslin veya bir hükümdarın, bir peygamberin yaşadığı zaman dilimi, bir dinin yaşandığı dönem” gibi mânalarda kullanılır. Müfessirler burada zikredilen asr kelimesini ikindi vakti, ikindi namazı, mutlak zaman, Hz. Muhammed’in asrı ve âhir zaman gibi farklı şekillerde tefsir etmişlerdir. Bize göre bunlar içinde sûrenin içeriğine ve mesajına en uygun düşeni “mutlak zaman” anlamıdır. Buna göre sûrenin başında zamana yemin edilerek onun insan hayatındaki yerine ve önemine dikkat çekilmiştir. Çünkü zaman, kendisi zaman üstü olan Allah Teâlâ’nın yaratma, yönetme, yok etme, rızık verme, alçaltma, yüceltme gibi kendi varlığını ve sonsuz kudretini gösteren fiillerinin tecelli ettiği bir varlık şartı olması yanında, insan bakımından da hayatını içinde geçirdiği ve her türlü eylemlerini gerçekleştirebildiği bir imkân ve fırsatlar alanıdır. Yüce Allah böyle kıymetli bir gerçeklik ve imkân üzerine yemin ederek zamanın önemine dikkat çekmiş; onu iyi değerlendirmeyen insanın sonunun, 2. âyetteki deyimiyle “hüsran” (ziyan) olacağını hatırlatmıştır. Burada “ziyan”la âhiret azabı kastedilmiştir. Çünkü zamanı ve ömrü boşa geçirmiş insan için en büyük ziyan odur (bk. İbn Âşûr, XXX, 531).”[2]
Güner ağabeyin hayatına bakacak olursak Kur’an’da Allah’ın yemin ettiği Asr Suresi’ni ayet ayet okuyabiliriz. O bulunduğu asrın hakkını vermiş bir Müslümandır.
Hak ve hakikat konusundaki dik duruşunda ve yaptığı hizmetlerinde Allah’ın Rahman isminin, muhtaçlara şefkatle gizliden el uzatırken Allah’ın Rahim isminin tecelli ettiğini görür, müşahede edersiniz.
Birlikte sohbet ediyorsanız sizinle boş konuşmadığını, konuşurken hem güncel kelimeleri hem de güncelliğini yitirmiş nadir kelimeleri birlikte kullanmaya özen gösterdiğini görürsünüz. Lakin sizi incitmeden, hemen kullandığı eski kelimelerin yanına bugünkü anlamlarını da ilave eder ki çaktırmadan anlatılanı hem net anlamanızı temin eder, hem de o kelimelerin şahsiyetini korur ve onlara hayat verir, yeniden nefes olur. Bunu yaparken asla ben daha çok biliyorum diyen bir iç ses, böbürlenme hissetmez, onun yüzünde bir mimik görmezsiniz. Bilakis bunu çok olağan bir tavırla, tevazuu ile çok nazik bir şekilde yapar.
Birine bir iyilik yapmışsa karşıdakine “Siz de sizden sonrakilere yaparsınız.” der ve karşısındakini rahatlatır. Kötülüğün değil, iyiliğin bir bayrak yarışı olduğunu ve her güzel şeyde olduğu gibi devamlılığın esas olduğunu bizim gönüllerimize kalın harflerle yazmayı başarır. Hem Allah’ın Resuli (S.A.V.) ne buyurmuş:
“Bir hayra öncülük eden kimseye, o iyiliği yapan kişinin ecri gibi sevap verilir.” (Müslim, İmâre, 133)
Bu ve buna benzer daha pek çok güzel hasleti bizim gibi ondan yaşça küçük olanlara bir hayat felsefesi olarak ondan bir armağandır. Gücümüzün yettiği güzel işlerde elimizi hep taşın altına koymaktan çekinmedik çünkü örnek aldığımız kişiler öyleydi. Çünkü
“…Allah, her bir kişiyi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar…” (Kur’ân, Bakara, 2/286)
İnsan, diğer yaratılmışlar gibi sadece dürtülerden ibaret olmayan, cüz’î irade sahibi, düşünebilen, özgürce karar verebilen, akıllı, ulvi bir varlıktır. Hayatı deneyerek, tecrübe ederek öğreniriz. Kimi zaman tökezleyerek, kimi zaman koşarak yürüyen, kimi zaman da adım adım yürüyen bir varlığız. İnsan hayat tecrübesi denen olgunluğa erişirken, bazen birinin ruhumuzda açtığı bir yaradan, bazen acı bir sözden, bazen yürürken ayağımıza dokunan bir taştan, bazen yaramıza merhem olandan ya da şanslıysanız bir Güner Topuz’u karşınıza çıkarır Allah. Onun halinden tavrından öğrenir beslenir, olgunlaşırsınız. İşte tecrübe dediğimiz, o bir ömür hayatımıza değer katan, bizi zamanla değiştiren, dönüştüren, bizi biz yapan düşünme şeklimizi, hal ve davranışlarımıza zarafet katan bu unsurlara ilaveten bir mürşid-i kamilin elini tutup ona bende olmayı da dahil etmezsek eksik söylemiş oluruz. En azından bu Güner ağabeyim için ve onun gibi dost kapısında yetişen dostlara haksızlık olur. O İstanbul’da iki üniversite tamamlamıştır. Biri dünya hayatı için, diğeri baki olan ukba için.
Hayatla olan bu mücadelemiz esnasında pek çok insanla tanışır, pek çok olay yaşarız. Bunların bir kısmı hayatımızda derin izler bırakırlar. Bir kısmı bizim ruhumuzda yaralar açar, bir kısmı ise yaralarımızı sarar. İnsan yara açandan da yara sarandan da hep bir şeyler öğrenir. Amma Güner Bey pek çoklarının hayatında müstesnâ bir yere sahiptir.
İnsan için menzil tek, yol çok. Allah hepimizi tevhid dairesinde o menzilde buluştursun.
Bugün sizlere bir dost kapısına bende olmuş, yıllarını o kapının eşiğine yüz sürmüş, yolunun prensiplerine bağlı hizmet ederek yaşayıp gelen bir gönül erinden bahsetmek istiyorum. Onunla tanışıklığımız ta Ankara’ya 1987 yıllarına uzanır. O kendisini tanıyan yaşıtları ve büyüklerinin Güner’ciğim dediği, yaşça küçüklerinin Güner ağabeyleridir.
Hepimiz şu hayatta pek çok insan tanırız, bunların bir kısmı sadece laf üretir lafta kalır; bir kısmı da yaptığı iş ve fiillerle gönlümüze yer eder, gönüllerde taht kurar. Güner bey sessiz sedasız, sakin, kendinden emin ve haliyle tavrıyla, giyimiyle kuşamıyla, konuşurken seçtiği kelimelerle karşısındaki insana güven veren hakikatli bir dosttur.
Kendisi kâl ehlinden çok hal ehlidir. Haliyle, tavrıyla, fiilleriyle, inandığı ve yaşadığı inancı gereği, etrafına ve cemiyete tebessüm edendir. Cemiyete ve insanlara hizmet etmek nasip işidir. İnsanlığa salih amelle hizmet eden kişi, Allah’ın tebessümüne mazhar olmuştur. O Allah’ın tebessümünü hem üzerinde taşımış hem de içinde bulunduğu asrı idrak etmiş ve gereğini yerine getirmiş aydın bir Müslümandır.
Afyonkarahisar’ın Sandıklı ilçesinde dünyaya gelmiş. İlk ve orta tahsilini Sandıklı’da bitirmiştir. Daha sonra İstanbul’da üniversite öğrencisi olan abisinin ailesine ısrarı ile tahsiline İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı olarak devam etmiş. Üniversite tahsilini de İstanbul’da tamamlamış ve Yüksek İnşaat Mühendisi olarak diplomasını almıştır.
Güner Bey’in hayatındaki köklü değişimlerin ilk başlangıcı lise yıllarında aynı liseye devam ettiği ve üniversite yıllarında da birlikte aynı evi paylaştığı Osman Öztekin ve Mahmut Okutan beylerle arkadaşlığıyla başlar. Onun için “arkadaş kardeşten evladır.” çünkü bu söz annesinin ona nasihatidir. Ailesinden dinin temel bilgilerini sağlam bir şekilde almıştır ve bu da onu daha ileriye taşıyarak kendi iç âlemini arayışın eşiğine taşımıştır. İstanbul’da yaşadıkları, bütün hayatını ihata ederek sarıp sarmalar. Onu bir kale gibi hem maddi anlamda iş hayatında güçlü kılarken mânevî anlamda da dünyasını genişletir ve sağlamlaştırır.
Birinin geçmiş yolculuğunu bilmiyorsak onu gerçek manada tanımış sayılmayız. Bugün toplum olarak içine düştüğümüz en büyük yanılgımız budur. Hatta bazen bile isteye en çok yaptığımız aldanışlarımızın kaynağında da tanımadan kişi ya da olaylar hakkında hüküm vermemiz değil midir?
Dönemin şartları gereği arkadaşlarıyla dini konularda rahat rahat konuşamaz, ama okudukları kitaplar ve kendi aralarındaki sohbetler, onları “dost kapısı” dedikleri kapıda birleştirir. Samiha Ayverdi hanımefendinin irşad halkasına dahildir artık. Aslında Samiha Hanımın kitaplarıyla olan tanışıklığı tâ ortaokul yıllarına dayanmaktadır. Yıllarca o kapının bendesi olmuş, bu nişanı şerefle taşımış, eylemleriyle, haliyle ortaya koymuş, cemiyete duruşuyla örnek olmuş bir hizmet eridir.
Dost kapısı mürşit kapısıdır. Mürşit, insanın geçmişle bağını koparmadan, hak ve hakikat için geleceğini inşa eder. Bir nevi insan mimarıdırlar. Onlar müritleri vasıtasıyla insanı, toplumu, kütleleri mayalayan kimsedir. Samiha Ayverdi Abide Şahsiyetler adlı eserinde dervişi şöyle tanımlar:
“Âşikâr ki derviş kişi, bir iç saltanatının üslûp ve nizamını cemiyete nakletmekle vazifeli insandır. Kâh hâl, kâh kal, kâh vecd, kâh imân, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikal, çoğu defa san’at tarikini ihtiyar ederdi.” [1]
Derviş, hem kendi iç huzurunu sağlamış olmalı hem de cemiyete bunu yansıtmalıdır. Bunun için mürşidinden mayalanmalı ki sonra cemiyeti mayalayabilsin, topluma örnek olsun. O Samiha Annesinin derviş tanımlamasını kapıya ilk gittiği günkü heyecanıyla hep üzerinde taşımıştır. Sadece taşımakla kalmamış bu hasletleri yaşamış ve örnekliğiyle insanlara yol göstermiştir. Geçmişle barışık, modern dünyaya yüzü dönük, toplumun dertlerini kendine dert edinmiş, kendi varlık ve benliğini ortadan kaldırmış örnek alınması gereken nadir şahsiyetlerdendir. O aksiyon adamıdır. Müslümanlığı geçmişte yaşamaz. Her şey ânın içinde apaçık aşikârdır. Onun mayasında, Allah’ı ziyadesiyle tanımak için bir istek, kendi iç alemine doğru yolculuk yapma arzusu, istidadı varmış. Bu isteğin peşinde bir define arayıcısı gibi elinde dedektör hep aramış, aramış... Nasıl ki arı çiçek çiçek gezip sonra topladığı çiçek tozlarını işleyip bir gram bal için çalışır, Güner Bey’de aynı şekilde yakaladığı bu yol ve yolculuğun gerektirdiği her türlü bilgiyi, belgeyi, hal ve davranışı kazanmak için hep uyanık, hep tetikte hep farkındalığını korumuştur. Efendi kapısını kendisine mesken edinmiş bir gönül eri, bir hizmet eri olmuştur.
Zamanının dışında kalmamış geleceğe yüzü dönük bir derviş. Eğer doğru noktadan bakarsak Allah’ın bazı sure ve ayetlerini bazı kişilerin yaşayışından okuruz. Halinden anlarız. Büyük şair Mehmet Akif sözü onda ortaya çıkmıştır:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı.”
Allah Kurân-ı Kerîmi’nde asra yemin etmiştir. Kelimenin tefsirine Diyanet Tefsiri şöyle yorumlamıştır:Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı.”
“Asr (asır) kelimesi isim olarak “mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, karn (80 veya 100 yıllık zaman dilimi), gece, sabah, akşam, ikindi vakti, ikindi namazı, bir neslin veya bir hükümdarın, bir peygamberin yaşadığı zaman dilimi, bir dinin yaşandığı dönem” gibi mânalarda kullanılır. Müfessirler burada zikredilen asr kelimesini ikindi vakti, ikindi namazı, mutlak zaman, Hz. Muhammed’in asrı ve âhir zaman gibi farklı şekillerde tefsir etmişlerdir. Bize göre bunlar içinde sûrenin içeriğine ve mesajına en uygun düşeni “mutlak zaman” anlamıdır. Buna göre sûrenin başında zamana yemin edilerek onun insan hayatındaki yerine ve önemine dikkat çekilmiştir. Çünkü zaman, kendisi zaman üstü olan Allah Teâlâ’nın yaratma, yönetme, yok etme, rızık verme, alçaltma, yüceltme gibi kendi varlığını ve sonsuz kudretini gösteren fiillerinin tecelli ettiği bir varlık şartı olması yanında, insan bakımından da hayatını içinde geçirdiği ve her türlü eylemlerini gerçekleştirebildiği bir imkân ve fırsatlar alanıdır. Yüce Allah böyle kıymetli bir gerçeklik ve imkân üzerine yemin ederek zamanın önemine dikkat çekmiş; onu iyi değerlendirmeyen insanın sonunun, 2. âyetteki deyimiyle “hüsran” (ziyan) olacağını hatırlatmıştır. Burada “ziyan”la âhiret azabı kastedilmiştir. Çünkü zamanı ve ömrü boşa geçirmiş insan için en büyük ziyan odur (bk. İbn Âşûr, XXX, 531).”[2]
Güner ağabeyin hayatına bakacak olursak Kur’an’da Allah’ın yemin ettiği Asr Suresi’ni ayet ayet okuyabiliriz. O bulunduğu asrın hakkını vermiş bir Müslümandır.
Hak ve hakikat konusundaki dik duruşunda ve yaptığı hizmetlerinde Allah’ın Rahman isminin, muhtaçlara şefkatle gizliden el uzatırken Allah’ın Rahim isminin tecelli ettiğini görür, müşahede edersiniz.
Birlikte sohbet ediyorsanız sizinle boş konuşmadığını, konuşurken hem güncel kelimeleri hem de güncelliğini yitirmiş nadir kelimeleri birlikte kullanmaya özen gösterdiğini görürsünüz. Lakin sizi incitmeden, hemen kullandığı eski kelimelerin yanına bugünkü anlamlarını da ilave eder ki çaktırmadan anlatılanı hem net anlamanızı temin eder, hem de o kelimelerin şahsiyetini korur ve onlara hayat verir, yeniden nefes olur. Bunu yaparken asla ben daha çok biliyorum diyen bir iç ses, böbürlenme hissetmez, onun yüzünde bir mimik görmezsiniz. Bilakis bunu çok olağan bir tavırla, tevazuu ile çok nazik bir şekilde yapar.
Birine bir iyilik yapmışsa karşıdakine “Siz de sizden sonrakilere yaparsınız.” der ve karşısındakini rahatlatır. Kötülüğün değil, iyiliğin bir bayrak yarışı olduğunu ve her güzel şeyde olduğu gibi devamlılığın esas olduğunu bizim gönüllerimize kalın harflerle yazmayı başarır. Hem Allah’ın Resuli (S.A.V.) ne buyurmuş:
“Bir hayra öncülük eden kimseye, o iyiliği yapan kişinin ecri gibi sevap verilir.” (Müslim, İmâre, 133)
Bu ve buna benzer daha pek çok güzel hasleti bizim gibi ondan yaşça küçük olanlara bir hayat felsefesi olarak ondan bir armağandır. Gücümüzün yettiği güzel işlerde elimizi hep taşın altına koymaktan çekinmedik çünkü örnek aldığımız kişiler öyleydi. Çünkü
“…Allah, her bir kişiyi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar…” (Kur’ân, Bakara, 2/286)
İnsan, diğer yaratılmışlar gibi sadece dürtülerden ibaret olmayan, cüz’î irade sahibi, düşünebilen, özgürce karar verebilen, akıllı, ulvi bir varlıktır. Hayatı deneyerek, tecrübe ederek öğreniriz. Kimi zaman tökezleyerek, kimi zaman koşarak yürüyen, kimi zaman da adım adım yürüyen bir varlığız. İnsan hayat tecrübesi denen olgunluğa erişirken, bazen birinin ruhumuzda açtığı bir yaradan, bazen acı bir sözden, bazen yürürken ayağımıza dokunan bir taştan, bazen yaramıza merhem olandan ya da şanslıysanız bir Güner Topuz’u karşınıza çıkarır Allah. Onun halinden tavrından öğrenir beslenir, olgunlaşırsınız. İşte tecrübe dediğimiz, o bir ömür hayatımıza değer katan, bizi zamanla değiştiren, dönüştüren, bizi biz yapan düşünme şeklimizi, hal ve davranışlarımıza zarafet katan bu unsurlara ilaveten bir mürşid-i kamilin elini tutup ona bende olmayı da dahil etmezsek eksik söylemiş oluruz. En azından bu Güner ağabeyim için ve onun gibi dost kapısında yetişen dostlara haksızlık olur. O İstanbul’da iki üniversite tamamlamıştır. Biri dünya hayatı için, diğeri baki olan ukba için.
Hayatla olan bu mücadelemiz esnasında pek çok insanla tanışır, pek çok olay yaşarız. Bunların bir kısmı hayatımızda derin izler bırakırlar. Bir kısmı bizim ruhumuzda yaralar açar, bir kısmı ise yaralarımızı sarar. İnsan yara açandan da yara sarandan da hep bir şeyler öğrenir. Amma Güner Bey pek çoklarının hayatında müstesnâ bir yere sahiptir.
İnsan için menzil tek, yol çok. Allah hepimizi tevhid dairesinde o menzilde buluştursun.
FACEBOOK YORUMLAR