TÜRK KİMLİĞİ VE TÜRKÇE

TÜRK KİMLİĞİ VE TÜRKÇE
06 Ekim 2023 - 17:38
  
 
TÜRK KİMLİĞİ VE TÜRKÇE

Mustafa ÖNER

 
XX. yüzyıl, Türklerde ve Türk dünyasında millî bilincin yayıldığı, vatan duygusu ile millî kimlik esaslı aydınlanmanın yükseldiği bir yüzyıl olarak başlamıştır. Bu millî bilincin, millî dil gibi çağdaş toplumlar için vazgeçilmez değerdeki bir varlığı beslediği ve 26 Eylül 1932 tarihinde Dolmabahçe’de açılan Birinci Türk Dili Kurultayı üzerine her yıl kutlayageldiğimiz “Dil Bayramı”nı var ettiğini hemen baştan söylemek gerekir.
Gayet iyi bilindiği gibi, Türk adı eski Çin kaynaklarında ve özellikle VIII. yüzyıl Göktürk Kağanlığı yazıtlarında tarihîleşmiş ve komşularının da benimsediği bir ad olmuştur. Türklerin yazılı uygarlık sahibi komşuları olan Çinliler, İranlılar, Bizanslılar da objektif bir dış adlandırma olarak Türk terimini daima kullanmışlardır. Türk dili ve edebiyatı tarihi boyunca da Türk adı dilimizin adı olarak hep var olmuştur: Ötüken’deki yazıtlardan birkaç asır sonra, XI. asırda Mahmud Kâşgarî de nadide eserini Dîvânu Lugâti’t-Türk diye adlandırmıştır (1074). Bilge Kagan tarafından diktirilen bengü taşlarda açıkça anılan Türk adı, üç asır sonra, Ötüken’den çok çok uzaklarda, ilk Türkoloğumuz diyebildiğimiz Kâşġarî’nin Bağdat’ta Abbasi halifesine takdim ettiği eserde de yankısını bulmuştur:
Şimdi, Muhammed oğlu Hüseyin oğlu Mahmud kulunuz dedi ki:
Gördüm ki: Yüce Tanrı, Türk burçlarında doğdurdu devlet güneşini; onların ülkeleri etrafında döndürdü göklerin çemberini; ve onlara ad verdi Türk diye; ülkelerin idaresini verdi mülk diye; zamanın hâkânları yaptı onları… (DLT, 2018: 1)
Hocamız Ahmet Bican Ercilasun’un bütün tarihî ayrıntısıyla gösterdiği gibi çok farklı alanlarda ve dönemlerde dilimiz daima Türk adını taşımıştır: Bütün Türkistan’a yayılan şöhreti modern zamanlara kadar gelen Ali Şir Nevayi, Babür Şah veya Ebülgazi Bahadır Han’ın eserlerinde de, bu eski Türk yurdundan, Türkistan’dan çok uzakta Mısır’da, Memlükler dönemi eserlerinde de hep Türk adı kullanılmıştır (1996a).
Ancak XIX. yüzyıl sonlarında Türklerin modern bir millî kimlik olarak, bir öz adlandırma hâlinde Türk adının kullanmaya başlaması bambaşka bir değer ta-
şır. Kimlik araştırmaları alanında asıl olan da zaten budur, bir milletin kendisi için hangi adı kullandığı ve millî kimlik inşasını nasıl yaptığı esastır.
Türkolojinin de geliştiği, aynı zamanda bu Türk millî kimliğinin de yükseldiği çağ, XIX. yüzyıl sonları ila XX. yüzyıl başlarına denk gelmektedir: Modern toplumlar için vazgeçilmez bir şey olan vatan kavramını yücelten Namık Kemal (1840-1888) İstanbul’dan çok uzaklarda Kafkasya’da, Kırım’da, İdil-Ural’da da edebî ve fikrî etkileriyle öncü oldu; büyük kültür adamı vefat ettiğinde dilimizde artık hürriyet diye çok güçlü bir kavram vardı, Mehmet Âkif’in çok sonra
“Kahraman Ordumuza” diye atfettiği “İstiklâl Marşı”na da yansıyan hürriyet
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Ömer Faruk Akün hocamızın tespitiyle; “vatan, millet, hürriyet kavramlarını bir heyecan konusu hâline getirip en tesirli şekilde topluma mal eden ilk şair Nâmık Kemal olmuş, onun bu tür şiirleri Tevfik Fikret ve Mehmet Emin’in ortaya çıkışına kadar Türk toplumuna hemen hemen tek başına ve rakipsiz olarak hitap etmiştir.” Vatan ve millet şairi eski edebiyatı eleştirirken; “edebiyatla dil arasındaki münasebet üzerinde önemle durmuş, edebiyatın insanı düşünmeye alıştırmak, cemiyetin duygularını terbiye etmek, bilgiyi yaymak, millî birliği temin etmek gibi mühim vazifeleri olduğunu açıklamıştır.” (Akün, 2006: 373)
Burada bizi ilgilendiren millî bilincin esaslarını Akçuraoğlu Yusuf Bey (18761935) daha XX. asrın başında, 1904’te Mısır’da yayımlanan Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı risalesi ile vermişti: Rusya’da Kazan eyaletinde doğan, annesiyle taşındığı İstanbul’da Harbiyeyi, Paris’te mülkiyeyi (Ecole Libre des Sciences Politiques) bitiren Akçura, Yunan harbi sıralarında (1897) düşünce yapısını etkileyen Necip Asım’ı, Veled Çelebi’yi, Bursalı Tahir’i ve Kırım’dan Tercüman gazetesini Türkistan içlerine kadar yayan Gaspıralı İsmail Bey’i bizzat anıyor (Temir, 1987: 27).
Akçura, Türklüğe, millî bilince çok katkısı olan Türk dünyası kökenli muhacirlerden idi; tahsile gittiği Paris’te tanıştığı hemşehrisi Sadri Maksudi (18781957), Azerbaycanlı Hüseyinzâde Âli Bey (1864-1940) ve Ahmed Ağaoğlu (1869-1939) gibi Türk dünyası sınır boylarında Panslavizm ve Ruslaştırma siyasetini iliklerine kadar hisseden, XIX. asrın son çeyreğinde doğan bu kuşağın millî bilinç ve idraklerinin 1908 ardından Meşrutiyet Dönemi’nde ülkemizdeki millî edebiyat ve millî dil varlığında öncü olan etkileri açıktır.
Bütün bu devir boyunca Ahmed Midhat, Ömer Seyfeddin, Şemseddin Sami, Necib Asım, Ziya Gökalp, Fuad Köseraif, Bursalı Mehmed Tahir, Veled Çelebi, Necib Türkçü, Rıza Tevfik, Fuad Köprülü gibi yazar ve bilginler hem Batı’daki
Türkoloji yayınlarını ülkeye taşıyor hem de Türk yazı dilinin ve genel olarak siyasi ve kültürel düzeyde Türk millî kimliğinin oluşmasına çalışıyorlardı (Sadoğlu, 2003: 107-187; Levend, 1972: 300-388; Heyd, 1979: 123-172). İmparatorluğun Rumeli coğrafyasından Üsküplü Yahya Kemal (1884-1958) ile Dîvânü Lugâti’t-Türk’ü bize kazandıran Diyarbakırlı Ali Emirî Efendi (1857-1924) ve onun hemşehrisi büyük düşünür Ziya Gökalp da (1876-1924) Türklük adı altında toplanabilecek millî kimliğe her yönden katkılar yapan aydınlardı:
Güzel dil Türkçe bize
Başka dil gece bize dizeleriyle başlayan “Lisan” manzumesini yazan Ziya Bey, milliyetimizin modern anlamda düşünce esaslarını da verdi.
Yeni Çağ tarihinin görkemli siyasi yapısı olan Osmanlı İmparatorluğu, aslında, özellikle hasımlarının adlandırdığı biçimde bir Türk imparatorluğuydu; saray dili, edebiyat dili, ordu dili Türkçe olan bir devlet… Tanzimat ardından modernleşmeğe başladığı son dönemde basın, yayın, bilim ve öğretim dili olarak da Türkçeyi yüceltmek isteyen bu devlet iradesi, I. Dünya Savaşı yenilgisiyle siyaseten bitti. Bu büyük savaştaki hesapsız insan kayıplarına rağmen Türklerin kazancının güçlü bir millî kimlik ve istiklale susamış güçlü bir askerî ruh olduğunu açıkça görüyoruz.
Sevr haritasını dayatmak üzere 1919’da başlayan düşman işgaline karşı büyük cevap da aydınlarından yoksul köylülerine kadar halkın bağrından bu biçimde çıkmıştır. “Kuva-yı Millîye” diye toplanan millî ordunun subay kadrosu, Çanakkale cephesi kahramanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ve on yılları vatan mücadelesinde geçmiş olan bütün silah arkadaşlarının ruhunu donatan, hiç tartışmasız biçimde vatan, hürriyet ve milliyet duygularıdır. Milletin ölüm kalım savaşı olarak başlatılan İstiklal Harbi’nde dava, sadece bin yıllık Türkiye’nin istiklali değil, bu toprakları bin yıldır yurt tutmuş olan Türkçenin de istiklali davasıdır.
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının birçok kimsenin hayallerini bile zorlayan bir süreç sonunda millî devleti hazırlayan Türkiye Büyük Millet Meclisini kurup Türk Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemesi ve bu ölüm kalım savaşını kazanması, en sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması gibi tarihî adımlarda, baştan beri anılan millî bilincin kuşkusuz doğrudan etkisi vardır.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı üzerinden daha bir yıl geçmemişken 1924 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine bağlı Türkiyat Enstitüsünün kurulmuş olması pek anlamlıdır. Kuruluş amaçları arasında “Türk dilinin metinlere dayalı gramer ve sözlüğünü yapmak ve özel bir Türkoloji kütüphanesi kurarak burada Türk kültürü ile ilgili yayınları toplamak ve arşiv kurmak” da vardır. 1922 yılında ölen, Rusya’nın büyük bilginlerinden Sibirya Türkleri kökenli N. Katanov’un seçkin kitaplığı satın alınıp İstanbul’a Türkiyat Enstitüsüne taşınmıştır (Özkan, 1997: 5). Maddi ve insani her türlü birikimini Kurtuluş Savaşı’nda tüketmiş olan genç Cumhuriyet Hükûmeti’nin bu Türkiyat yatırımı son derecede değerlidir, millî bilinç esaslı devlet iradesini yansıtır.
XX. yüzyıl başları sadece ülkemizde değil geniş Türk dünyasında da millî bilincin geliştiği bir çağdır: Türk topluluklarının Çarlık hükûmeti dâhilindeki topraklarının koloni hâline çevrildiği dönemde, yani bu asır başlarında, İdil-Ural, Kırım, Kafkasya ve Türkistan kültür merkezlerinde dil başta olmak üzere millî varlığa dair her konu fırsat buldukça toplanan kurultaylarda görüşülüp kararlaştırılmaktaydı. Rusya Müslümanları meşrutiyet idaresinin nisbeten yumuşayan şartlarında 1905-1917 yılları arasında 5 kurultay topladı. Bunlarda, Abrürreşid İbrahim, İsmail Gaspıralı, Ali Merdan Topçubaşı, Hüseyinzade Âli Beg, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi ülkemizde de bilinen, millî bilincin etkili öncü aydınları dikkat çekmektedir.
Sovyet Devrimi’nden sonra da kurultayların sürdüğünü gözlüyoruz: Bizi en yakından ilgilendireni Bakü’de 1926’da (26 Şubat-6 Mart) toplanan “SSCB I. Türkoloji Kurultayı”dır. Artık Türk dünyasını yeni idare altında içine alan Sovyetler Birliği’nin kendi uzmanlarının yanı sıra dışarıdan da gözlemcilerin katıldığı toplantıda Türkiye Cumhuriyeti’nden Türkiyat Enstitüsü Müdürü Fuad Köprülü, Hüseyinzade Âli, Macar Türkologu Gyula Mezsaros ve Alman dil bilgini Teodor Menzel’den oluşan bir heyetin katıldığını görüyoruz: Bilimsel düzeyi de çok yüksek olan ve bütün Rusça tutanakları TDK tarafından dilimize çevrilip yayımlanan (1926 Bakü Türkoloji Kurultayı, Tutanaklar, Ankara 2008) bu kurultayda alınan Sovyet Türk toplulukları için Latin alfabesine geçme kararı çok belirleyici olmuştur. Ülkemizde 1 Kasım 1928 tarihli “Yeni Türk Harfleri Hakkındaki Kanun”un oluşturduğu paralel sayesinde, SSCB-Türkiye Cumhuriyeti dostluk ilişkileri iklimi boyunca 1938’e kadar, burada tarihî kardeşliği belirtilen çağdaş Türk yazı dilleri aynı esaslı alfabeyi kullanabilmişlerdir.
Türkiye’deki 1928’den sonra yeni Türk harflerinin sadece biçimsel bir alfabe değişikliği olarak kalmadığı açıktır: İmparatorluğun son dönemine, savaşlarla, büyük toprak ve insan kayıplarının da acısıyla damgasını vuran millî bilinç bir millî dil ihtiyacına yönelmişti; Selanik, İzmir ve İstanbul gibi merkezlerde Yeni Lisan başlığı altında basın, yayın ve edebiyat dilini sadeleştirmek, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak isteyen bir akıma dönmüştü. Aynı millî dil arayışının Cumhuriyet’ten sonra Türkiyat Enstitüsü, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi bilim yuvalarına doğrudan yansıdığını belirtmek gerekir, bu dört kurum Mustafa Kemal’in Türk İnkilabı diye andığı sürecin Türk Akademisi oldu.
Nice bin yıllık devlet tarihinin 1919-1922 arasındaki kısmi işgalle asla bitmeyen, aksine istiklal kazanan, büyüyen tecrübesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni üstün bir askerî ve siyasi telif gücüyle biçimlendirmesinde tam olarak görülür. Yeni Türk harfleri ardından gelen
“Millet Mektepleri” seferberliği ve 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu ile bir dil seferberliğine dönmüştür. Dolmabahçe’de 1932’de 26 Eylül günü başlayan ve 6 Ekim’e dek süren Birinci Kurultay’ın seçkin bilim ve kültür adamlarından oluşan merkez heyeti bir çalışma programı ilan etmiştir: “Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz bir ifade vasıtası hâline getirmek.” diye başlayan 1. madde andığımız millî bilincin açık ifadesidir. 2. maddedeki “halk ile münevverler arasında birbirinden mahiyetçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak” ifadesi ise milletin hamurundaki aydın ve halk ilişkisini tekrar yoğurmak, birleştirmek amacıdır.
Nitekim çağdaş bir dilden beklenen de bunlardı: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”nda açıkça tanımlanan vatandaşlık esasında; halkın, sosyal, sınıfsal, ırki, kavmi vs. olabilecek bütün eşitsizliklerini gidermek üzere resmen öğretimi yapılan bir devlet dili içinde, Türkçede birleştirmek, ortaklaştırmak… Bu, halkın folklorik ve kültürel zenginliği ile yerel diyalektler veya konuşma biçimleriyle asla çatışmayan bir devlet dili altındaki ortaklığıdır, gelişmiş ülkelerin hepsinde görülen olgu… Vatandaşların hem kendi aralarında hem de devlet ile temaslarında konuştuğu, kullandığı Türkçe…
Yeni Türk harfleri pratiğine ve “Millet Mektepleri” seferberliğine kavuşan bu dil seferberliği, kurumun birinci amacı olarak söylenen, Türk dilini millî kültürümüzün, yani milletin kültürünün eksiksiz ifade vasıta yapma arzusu, 21 Kasım 1932’de çıkarılan Söz Derleme Talimatnamesi ile cisimleşmiştir: İllerde valiler başkanlığında, Derleme Heyeti, ilçelerde kaymakamlar başkanlığında Derleme Şubesi… On yıl önce büyük zafer kazanan “Kuva-yı Millîye” teşkilatını kuran irade, bu kez Anadolu’nun köylerinden kasabalarından derlenen ve İstanbul Türkçesinde bulunmayan öz Türkçe sözleri arıyordu, 1933 Haziran ortalarında, yani altı ayda bütün ülkeden derlenen fiş sayısı 100.000’i aşmıştır (bk. A. B. Ercilasun “Yirminci Yüzyılda Türk Dili”, Makaleler, 2007, s. 310). Bu derleme ve tarihî metinlerden tarama işinin ülkedeki en yararlı bilgi kaynaklarına dönüşmesi, uluslararası Türkoloji sahasında bilimsel bir başarıdır: Türk Dil Kurumu Derleme Sözlüğü ve Tarama Sözlüğü
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu döneme damga basan “yabancı diller boyunduruğu” istiaresi 1932-1935 arasında çok güçlü bir tasfiye (pürizm) ve yeni sözler yaratma akımına da yol açtı: Sadece derleme ve tarama işleri değil, Türkiye Türkçesinde önceden olmayan binlerce yepyeni söz de var edilmiştir. Ancak Türk Dil Kurumunun sadece tasfiyecilik-muhafazakârlık çekişmesine sığdırılması mümkün olmayan bir başarı tarihi olduğunu açıkça belirtmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gözde kurumunun bir devlet seferberliği hâlinde halk ağzından binlerce sözü derleyip millî dile katmasının çok değerli toplumsal sonuçları da oldu.
Köken anlamıyla da içindeki ruhuyla da bir halk iradesi olan cumhuriyet ile burada dile getirdiğimiz millî dilin doğrudan ilgisini belirtmek, konumuza başka bir boyut kazandırabilir: Cumhuriyetlerde esas olan “insanın gelişebilir bir varlık olduğu fikri” (bk. Bilgin, 2004) toplumun çoğunluğunu oluşturan köylünün artık yurttaş olduğu, eğitim birliğini ve eşitliğini sağlayan milli eğitimin yaygınlaştığı zeminde yankısını buluyordu. 1932’den sonra da derlemeler yapılan halk ağızlarının millî söz varlığını barındıran hazinesi söz konusudur. Dil bilimi açısından zaten doğru olan bu seferberliğin millî boyutu da çok önemlidir: Artık okumuşların, aydınların, öğretmenlerin, üniversitenin yeni dilinin kaynağını meydana getiren halk dili…
İşte bu konu, devlet dili, öğretim dili, bilim dili, uluslararası saygınlığı olan bir kültür ve edebiyat dili olacak bir millî dil yaratma amacı… Sonraki dönemlerde dünyada Soğuk Savaş şartları yaşanırken zaten her bakımdan ayrışmış olan aydınlar arasında bir çatışma konusu olarak gelişen dil tartışmaları ile birleştirilemez. Nitekim 1991 ertesinde dünyaya ve birbirine açılan Türk dünyası gerçekliği aydınlarımız arasındaki o üretimsiz çekişmeyi de bitirmiştir; andığımız dünyada açıklık ve hürriyet kazanırken, demokratik cumhuriyet Türkiye bugün 100. yaşını idrak etmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk ve kalem arkadaşlarının iradesiyle meydana gelen Türk Dil Kurumu, amacına ulaşmıştır, başarmıştır diyebiliriz: Türkçe dünyanın büyük kültür dillerinden biridir, ülkemizin uluslararası yarış içindeki her alana ait üretim gücü arttıkça, dilimizin daha da büyüyeceği açık.
1919 itibarıyla büyük kültür merkezleri düşman işgaline giren, ama hemen ardından İstiklal Savaşı ile dil istiklalini de kazanan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile dünya çapındaki üretim yarışına katılan Türkçenin; burada dile getirmeğe çalıştığımız millî bilincin doğrudan yansıdığı Türk Dil Kurumu vardır, millete bu bilinci unutturmayan, kıvanç veren dil bayramı kutlamak geleneği vardır. İlelebet payidar kalacak Türkiye Cumhuriyeti gibi onunla birlikte yaşayacak Türk dili, bugün Balkanlar ile Orta Asya genişliğinde hem en çok konuşulan hem de en çok öğrenilen yabancı dil hâline de gelmiştir. Sonuç olarak, 100. yaşındaki Cumhuriyet’in Türk dilini milletin toplumsal birliği esasında büyük bir bilim ve kültür dili yaptığını belirtmek gerekir.
Kaynaklar
1926 Bakü Türkoloji Kurultayı, Tutanaklar, Çev.: Kamil Veli Nerimanoğlu, Mustafa Öner, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008.
Akün, Ömer Faruk, “Namık Kemal”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2006, s. 361378.
Bilgin, Nuri, Cumhuriyeti Anlamak, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk-Ermeni İlişkileri Grubu (TERİG), İzmir 2004.
Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t-Türk, Haz.: Ahmet B. Ercilasun, Ziyat Akkoyunlu, Türk Dil Kurumu Yayınları Ankara 2018.
Ercilasun, Ahmet Bican, “Dilimizin Adı”, III. Uluslararası Türk Dili Kurultayı, 1996a.
Ercilasun, Ahmet Bican, “Türkiye’deki Türk Dünyası Aydınlarına Genel Bir Bakış”, Türk Dünyası Aydınları Sempozyumu Bildirileri (23-26 Mayıs 1996), Kayseri 1996b.
Ercilasun, Ahmet Bican, “Yirminci Yüzyılda Türk Dili”, Makaleler, Akçağ Yayınları, Ankara 2007, s. 302-312.
Ercilasun, Bilge, Yeni Türk Edebiyatı Üzerine İncelemeler, Akçağ Yayınları, Ankara 1997.
Eroğlu, Hamza, Türk İnkılâp Tarihi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1982. Heyd, Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1979.
İnan, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler: II Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991.
Levend, Agâh Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 3. Baskı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1972.
Özkan, Mustafa, “Kuruluşunun 70. Yılında Türkiyat Enstitüsü”, Türkiyat Mecmuası, C XX, İstanbul 1997, s. 1-11.
Sadoğlu, Hüseyin, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2003.
Şimşir, Bilâl N., Türk Yazı Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1992.

Makale için kaynak:  Mustafa Öner, "Türk Kimliği ve Türkçe" Türk Dili, Ekim 2023,
  Yıl: 72  Sayı: 862,ss.34-39.
 
  
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum