I. Murat (Hüdavendigar) 29 Haziran 1326 (Amasya) – 15 Haziran 1389 (Kosova)

I. Murat (Hüdavendigar) 29 Haziran 1326 (Amasya) – 15 Haziran 1389 (Kosova)
31 Ekim 2020 - 15:57

I.Murat (Hüdavendigar)

29 Haziran 1326 (Amasya) – 15 Haziran 1389 (Kosova)

1359-1389 tarihleri arasında hüküm sürmüş 3. Osmanlı Padişahıdır.

I. Murat 29 Haziran 1326, Bursa’da doğdu Anne adı; Nilüfer Hatun baba adı; Orhan Bey ‘dir.

I.Murat, babası Orhan Gazi’den devraldığı sancağı, Balkanlar’dan başlayarak Avrupa’ya sokmuştur. Daha şehzadeliği döneminde babası ile birlikte savaşlara katıldı, Bursa fethedildikten sonra Bursa Sancak Beyi olarak görev aldı. Bir taraftan Balkanlar’da savaş verirken, bir tarafta Karaman Oğlu Beyliği ile savaş verdi. Yapılan savaşta Karaman Oğlu Beyliğini ordusu bozguna uğrattı ve bütün eşyalarını ve silahlarını bırakıp kaçmalarına rağmen beylik  tamamen yok olmadı ve daha sonraki yıllarda Karaman Oğlu Beyliği 1. Murat’tan sonra tahtın başına geçecek  Yıldırım Beyazıt için de sorun oldu. Murad Gazi, hükümdarlığının ilk evresinde Rumeli’de kazanılmış olan başarıları devam ettirme gayesiyle hazırlıklarına başladı. Önce Şahin Paşa’yı Lala (Sadrazam/Vezir) olarak atadı, ardından Osmanlı Devletine büyük hizmetlerde bulunan ve devletine 4 büyük sadrazam çıkartan Çandarlı sülalesinin ilk devlet büyüğü olan Bilecik kadısı Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’yı kazasker (Kadı Asker) yaparak kendisi seferdeyken devletin idare yükünü emniyete aldı ve Rumeli’ye doğru yola çıktı. Çandarlı Halil’e Hayrettin ismi Murad Gazi tarafından Edirne’nin fethinden hemen sonra verilmiş ve aynı tarihte sadrazam olarak atanmıştır.  Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi ’de Osmanlının ilerlemesinde büyümesinde mihenk taşı olan yeniçerinin kurulmasıdır.

YENİÇERİ OCAĞININ KURULUŞU (1361)

Yeniçeri Ocağının kurulması 1. Murat dönemine tekabül etmektedir. Bu fikir aslında Murad Gazi’ye ait değildir. Bu ocak bir bakıma birbirini tamamlayan tezahürlerin bir araya gelmesi ile kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Çandarlı Halil, Edirne’nin fethinden sonra kendisini ziyaret eden Karamanlı Rüstem adında bir molla ile görüşmüş, bu görüşmede Molla Rüstem, kendisine “Han’a verilmesi gereken onca malı neden yok yere harcadınız” şeklinde bir tenkitte bulunmuştur. Çandarlı, bu tenkit üzerine bu sözlerin aslını ve menşeini öğrendiğinde konuyu Murad Gazi’ye nakletmiştir. İslam akidesinde savaşlarda elde edilen ganimetlerin beşte biri hükümdarın hakkıydı. Bu hakka humus adı veriliyordu. Bu akideden haberdar olmayan Murad Gazi, babasından gördüğü üzere ganimetleri ekseriyetle gazilerine pay ediyordu. Molla Rüstem’in ganimetlerin ve savaş esirlerinin beşte birinin Han’a verilmesi gerektiğini ve bunun tanrı buyruğu olduğu ifade etmesi üzerine humus âdeti Osmanlı’da yerleşmeye başladı. 
Bu ganimet hakkı yalnızca para, altın ve eşyalardan oluşmuyordu. Aynı şekilde savaş esirleri içinde geçerliydi. Bu minvalde savaşta esir edilen oğlanların (genç erkeklerin) bir kısmı Murad Gazi’ye gönderilmeye başlandı. Fütuhat ve savaşların birbiri ardına yaşanıyor olması, esir sayısının hızla artmasına yol açıyordu. Bu esirler Türkçe bilmiyorlardı ve haliyle Müslüman da değillerdi. Çandarlı, esirlerin devşirilmesi için her birini Türk hanelerine dağıtıyor, böylece hem Türkçe öğreniyorlar ve Müslüman oluyorlar hem de Türk gelenek ve göreneklerini benimsiyorlardı. Bu yöntemle devşirilen esir oğlanlar, yaşları kemale erdiğinde askeri eğitime tabi tutularak Hanın hizmeti için vazifelendirilmeye başlandı. Osmanlı Ordusu, bozkır kültüründe olduğu gibi göçer tebaadan toplanan gazilerden meydana geliyordu. Sefer sona erdiğinde bu gaziler dağılıyor ve evlerine geri dönüyorlardı. Muhtelif evrelerde bu toplanma-dağılma sürecini yönetilebilir hale getirmek maksadıyla tımar sistemi geliştirilmişti. Bu sisteme göre gaziler belirli bölgelerde ikame ettiriliyor, kendilerine tımar olarak verilen arazileri işleterek geçimlerini sağlıyorlar, gaza edileceği zaman kolayca tekrar toplanabiliyorlardı. Ancak hükümdarın ve devlet erkânının her daim muhafazası gerekiyordu.
Bir mollanın telkini ile esirlerden bir kısmının humus hakkı olarak hükümdara gönderiliyor, bu esirler istifade edilebilir hale gelmesi için Türk tebaaya veriliyor, Türkleşen ve Müslüman olan bu gençlerin ise başıboş kalmaması gerekiyordu. Aynı zamanda da Hükümdarın her daim himayesinde bulunan bir askeri kuvvete ihtiyaç vardı. Bu tevafuk yeniçeri ocağının temellerini oluşturdu. Önceleri bu devşirilmiş oğlanlardan oluşan askeri birime Ezel Çeri adı verilmişti. Bu ifade bir süre sonra Yeni Çeri olarak değiştirildi. Sayılarının giderek artması zaman içerisinde Osmanlı devletinin en kadim güç unsuru haline gelmelerine yol açtı. Çeriler diğer gaziler gibi bir aile mensubu değildiler. Anne ve Babaları yoktu. Bu da onları hayatlarını gaza yoluna adayan birer asker yapmıştı. Yeni Çeriler, bulundukları çağın özel kuvvetler birimiydi. Hayatları savaş sanatı üzerine kurulmuş, gaza ve fetih için yaşayan bu askerler, ilerleyen yüzyıllarda Avrupa’nın korkulu rüyası olacaktır.  Bu dönemin bir diğer önemli gelişmesi ise Haçlılarla yapılan Sırpsındığı savaşıdır.

SIRPSINDIĞI SAVAŞI (1364)

(Bakınız Sıprsındığı Savaşı)

ÖNEMLİ REFORMLAR (1373 – 1379)

Osmanlı, fütuhatta muvaffak olabildiği hemen her hükümdarın döneminde bir evrede seferler ve fetihlerle topraklarını genişletmiş diğer bir evrede devletleşme ve olgunlaşma sürecine girerek yapılanmalara gitmiştir. 1373-1379 yılları arası da bir devletleşme ve olgunlaşma dönemi olmuştur. Rumeli hattında elde ettiği başarılar ve Bizans üzerinde kurduğu tahakküm ile Anadolu beylikleri içerisinde daha güçlü ve üstün duruma gelen Osmanlı ya teveccüh ve biat hızla artmaya başlamıştı. Bu minvalde gaza, hizmet ve geçim gayesiyle Osmanlı ordusuna katılmak isteyen Arap ve Acemler sipahi oğlanlarına kabul edilmeye başlandı. Bu gelişme, Osmanlının Türk Devleti olmaktan İslam Devleti olmaya meyletmeye başladığının bir göstergesi olarak da yorumlanabilir.  Bir diğer değişiklik ihtiyacı da tımar sisteminde olmuştur. Askerlerin gaza dışında geçimliğini sağlamak amacıyla tahsis edilen araziler, gazinin vefatı durumunda başka bir gaziye tahsis ediliyordu. Bu durum zamanla hoşnutsuzlukla karşılanmaya başlanınca tımar edilen arazilerin vefat eden gaziden geride kalanlara miras yoluyla devri uygulamasına geçildi. Böylece tımar sistemi gaziler ve aile efratları için yegane gelir kaynağı durumuna geldi. Balkan toprakları Timurtaş Paşa’nın idari kabiliyetleriyle ihya olmaya başlamış, zamanla güçlenerek kendi askeri gücü ile ayakta durabilen bir uç beyliği haline gelmişti. Ülkenin batı sınırları emniyetteydi. Murad Gazi Bursa’da devletin idari ve siyasi gelişimiyle ilgileniyor, askeri açıdan ihya olan devleti siyasi ve idari bakımdan olgunlaştırmakla meşgul oluyordu. Osmanlı itidalle devam eden gelişim ve olgunlaşma sürecini yaşarken Bizans yine saltanat mücadeleleriyle meşgul oluyordu. Savcı Bey ile birlikte hareket edip isyan eden ve tahta geçmeye teşebbüs eden Andronikos iyileşmiş, Cenevizliler ve muhtemelen Murad Gazi’nin doğrudan ya da dolaylı desteği ile tahta geçip babası 5. Yoannes ve oğullarını zindana attırmıştı. Andronikos, bu destekleri karşısında Cenevizlilere Bozcaada’yı (Tenedos), Osmanlıya ise Gelibolu’yu teslim edecekti. Beklendiği gibi de oldu. Her ne kadar Cenevizliler teslimi beklemeden adayı işgal edince anlaşmazlık çıksa da Gelibolu Osmanlıya bırakıldı. (Haziran 1379). Murad Gazi, Gelibolu’yu aldıktan sonra Bizans politikasını eski dostu olarak gördüğü 5. Yoannes lehine değiştirdi ve hapisten kaçan devrik hükümdarı destekleyerek tahta çıkmasını sağladı. Tahtına yeniden kavuşan Yoannes, bu desteğin karşılığında ödediği verginin tutarı attırdı ve Alaşehir’i (Manisa) Osmanlı’ya bırakıldı. 

OSMANLI MEMLÜK İTTİFAKI (1387)

Osmanlı, Haçlı tehdidine karşı Memlük Devleti ile iyi ilişkiler kurmaya başlamıştı. Bu ilişkiler zamanla dostluğa ve müttefikliğe doğru gelişmeye başladı. Önceleri Haçlı tehdidine karşı girişilen iyi ilişkiler 1385 yılında ortak hasım olan Kadı Burhaneddin’e karşı müttefikliğe dönüşmüş, ardından Murad Gazi’nin teşebbüsleri ile akrabalık bağı ile pekiştirilmiştir. Murad Gazi, Memlük Sultanı Berkuk’a elçiler göndererek dostluğunu akrabalık bağı ile pekiştirmek istediğini iletti. Berkuk hüsnü kabulü ile bir kızını Murad Gazi’ye, diğer iki kızını Murad Gazi’nin oğulları Bayezid ve Yakub’a eş olarak verdi. Böylelikle Memlük Sultanlığı ile akrabalık bağı kurulmuş, uzak diyarlarda da olsa güçlü bir müttefik daha kazanılmış oldu. 

I. KOSOVA SAVAŞI (1389)

( Bakınız I.Kosova Savaşı)

MURAD GAZİ’NİN ÖLDÜRÜLMESİ

Murad Gazi, bu savaşın ardından muzaffer olmuş ancak bir Sırp asker tarafından suikast sonucu öldürülmüştür. Kaynaklar Murad Gazi’nin öldürülmesi ile ilgili farklı bilgiler ortaya koymaktadır. Tevarih-i Ali Osmani’de Müslüman olmak  ve el öpmek için Murad Gazi’nin huzuruna gelmek isteyen bir Sırp askerinin yerden aldığı bir mızrak ile kendisini öldürdüğü geçer. Gazâname’de ise savaşın ardından cenk meydanını gezen Murad Gazi’nin yerde yatan bir Sırp askeri (Miloş Kobiloviç) tarafından hançerlenerek öldürüldüğü belirtilir. Aslında daha inandırıcı olan Gazaname’deki vakadır. Zira Müslüman olmak isteyen bir Sırp’ın Murad Gazi’ye yaklaşabilmesi göz göre göre hükümdarı mızrak ile öldürebilmesi pek de mümkün görünmemektedir. Murad Gazi, şehadeti üzerine şehit edildiği yere gömülmüş, daha sonra naaşı oğlu Bayezid tarafından Bursa Çekirge’deki istirahatgâhına nakledilmiştir (28 Haziran 1389). Murad Gazi’nin öldürülmesi vakası batılı tarih kayıtlarında muhtelif mizansenlerle kaydedilmiştir. Bir kısım Sırp kaynaklar Kosova Savaşında Sırpların galip geldiğini belirtir. Elbette bu kaynaklar Murad Gazi’nin ölüm haberi üzerine Fransa’ya kadar kulakta kulağa dolaşan bilgilerin kayıtlara yansımasından ibarettir. Zira Lazar’ın halefi Lazareviç, Kosova Savaşındaki mağlubiyetlerinden bahsetmiştir. Ayrıca bu suikast Sırplar için bir milli destana dönüşmüştür. Savaş sonrasında 12 kahraman Sırp askerinin düşman safını yararak hükümdarın çadırına kadar ilerledikleri ve hükümdarı bu şekilde öldürdüklerinden bahsedilir. Elbette tüm bu senaryolar gerçek dışıdır. Zira süikasti gerçekleştiren kişinin öldürülmüş olduğu bir gerçektir ve o ana şahitlik edebilecek herhangi bir Sırp askerinin hayatta kalması mümkün değildir. 

HÜKÜMDARLIK ÜNVANI

Osmanlı hükümdarları, İslami geleneklere göre belirlenen unvanları taşımaktaydılar. Bu minvalde Beylik dönemi sonrasında devletli olan hükümdarlar unvanlarını bu yazılı olmayan akitlere göre belirliyorlardı. Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman, devletli olmadan evvel bu akitlere paralel olarak kendisini sahib-ül ücrat unvanı ile uç beyliği sahibi olarak anmaktaydı. Devletli olduktan sonra ise fütuhat ve gaza geleneğini üstlenmesi hasebiyle kendisine Gaza Sahibi anlamına gelen Gazi Hüdavendigar unvanı layık görüldü. Bu unvan Osman, Orhan ve 1. Murad dönemlerinde hükümdarlar için kullanılmıştır. 1. Murad’ın vefatı üzerine yerine geçen oğlu Bayezid, hükümdarlığı döneminde Mısır’da bulunan halifeden Rum Sultanlığı unvanını istemiş ve layık görülmesi üzerine Gazi unvanı terk edilerek Bey, Emir ve Han unvanları kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı hükümdarı, İslam devletleri ile münasebetlerinde Sultan, diğer devletlerle münasebetlerinde alışılageldiği üzere Han ve Bey unvanları kullanılmaya devam edilmiştir. Devlet nizamı içerisinde kimi hükümdarlar (2. Mahmud ve 2. Bayezid gibi) Emir unvanını tercih etmiş, hilafetin Osmanlı’ya geçmesinden sonra ise halife ve sultan unvanları kullanılagelmiştir. Bu sebeple örfi açıdan Osman, Orhan ve 1. Murad için Gazi, Bayezid ve kendisinden sonra gelen hükümdarlar için Sultan unvanını kullanmak daha doğrudur.

Kaynak: Bilgipedia Türkiye'nin En Doğru, En Kapsamlı Bilgi Deposu

www.bilgipedia.org


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum