Zafer TEKİN: UNUTTUĞUMUZ BİR CEPHE; GALİÇYA
Milletimizin Türkiye Cumhuriyetinden önceki Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu doğrusuyla, yanlışıyla girmiş olduğu veya girmeye mecbur bırakıldığı 1. Dünya Savaşında; 5 ayrı ana cephede savaşmış ve milletin ve Devletin bekası için evlatlarının kanlarını sebil etmiştir. Söz konusu cephelerden, Sarıkamış’ta binlerce askerimizin donarak şehit oluşunu, Yemen çöllerinde, Filistin dağlarında imkânsızlıktan ve açlıktan evlerine dönemeyen sayısız vatan evladının acısını bir nebzede olsun yüreğimizde hissederiz. Çanakkale’yi geçilmez kılan O ruhla övünürken, yine yüzbinlerce vatan evladının anısına ağıtlar yakıp, hatıralarına görkemli şehitlikler yaptık ve yapmaya da devam edeceğiz.
Malta adasından Baltık Cumhuriyetlerine, Rusya’nın kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerinden, Hindistan’a, Avrupa ülkelerinin birçoğundan Burma’ya kadar onlarca yerde Türk’ün izlerine, şehitliklerine rastlamak mümkündür. Zira karşımızdaki düşmanlar gerek kendi toprakları, gerekse hâkimiyetleri altındaki sömürgelere olmak üzere esir aldıkları binlerce askerimizi savaş hatlarından çok uzaklardaki bu bilinmedik yerlere götürmüşler ve maalesef pek çoğu oralarda hayata gözlerini yumarak bir mezar taşından bile mahrum kalmışlardır.
Peki ya Galiçya neresi? Binlerce seçilmiş Mehmetçiğin bu bilinmedik yerde ne işi vardı? Kendi topraklarımız olan Erzurum’dan Kudüs’e, Yemen’den Bağdat’a kadar her tarafımız düşmanla çevrili iken ve cephelerde kıyasıya dövüşürken yaklaşık 35.000 askerle katıldığımız Galiçya dağlarında kimin için ve hangi amaç doğrultusunda binlerce canımızı bırakmıştık?
1.Dünya Savaşındaki müttefikimiz olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı bir eyalet olan Galiçya; doğusunda Rusya, kuzeyinde Polonya, güneyinde de Karpat dağlarının bulunduğu yaklaşık 80.000 m² verimli ve yeraltı zenginlikleriyle meşhur bir kara parçası olup, daha savaşın ilk günlerinde Rusya’nın saldırısına uğramıştır. 26 Ağustos 1914’te başlayan ve 11 Eylül 1914’te biten savaşta, Ruslar galip gelmiş ve cephe hattı yaklaşık 50 km yarılarak tüm Avusturya-Macaristan toprakları savunmasız hale gelmiştir. Yaklaşık yüz bin askerini Rusya’ya esir olarak veren Avusturya-Macaristan ordusu, yine bu savaşta ordusu içerisinde bulunan Slav ırkından olan binlerce askerinin Rus tarafına geçmesine engel olamamıştır.
Savaş tüm Avrupa’yı kasıp kavurmaya başlamıştır artık. 6-10 Eylül 1914 tarihlerinde Alman ve Fransız orduları Paris yakınlarında cereyan eden Marn Meydan Savaşında karşı karşıya gelmiş ve 1. Dünya savaşının da sonucunu etkileyecek şekilde her iki taraftan da yüzbinlerce askerin ölümü ve savaş dışı kalmasıyla Alman ordusunun mağlubiyetiyle sonuçlanmıştır. Doğu’dan Galiçya üzerinden gelen Rus Ordusu ile Batı’da Fransızlara karşı kaybettiği Marn Meydan Muharebesi sonucunda, iki ordu arasında sıkışıp kalan Almanların imdadına bu aşamadan sonra Osmanlı İmparatorluğu yetişmiştir.
Bugün aklıselim hemen hemen her tarihçinin fikir birliğine varmış olduğu nokta, savaşın asıl sebebi “hasta adam” olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğunun sahip olduğu topraklar ve bu topraklar altında bulunan yer altı zenginlikleridir. Zaten savaş rüzgârlarının esmeye başladığı dönemlerde İttihat ve Terakki’nin önemli isimleri gerek Fransa’ya, gerekse İngiltere’ye ittifak teklifinde bulunmuşlar, ancak her iki Devlet de bu teklife cevap dahi vermemişlerdir. Diğer taraftan 1911 ve 1912 yıllarında İngiltere’ye sipariş edilen ve parasının büyük kısmı halktan toplanılarak ödenen Reşadiye ve Sultan Osman ismi verilen savaş gemileri bitirildiği halde ve 1914 senesinde teslim edileceğine dair yapılan sözleşmeye rağmen teslim edilmemiştir.
İşte tamda kendilerine yapılan tüm ittifak tekliflerinin duymazdan gelindiği ve parası ödenip inşası tamamlanan gemilerimizin teslim edilmediği dönemde mecburen Almanya ile ittifak yapılmak zorunda kalınmıştır. Almanya’ya ait Goeben ve Breslau isimli savaş gemilerinin Akdeniz’de İngiliz donanmasından kaçarak Çanakkale’den boğazından geçmesi ve 11 Ağustos 1914’te İstanbul’a sığınması, Almanya-Osmanlı ittifakının altyapısını oluşturmak için önemli bir bahane olacaktır. Zira Osmanlı söz konusu gemileri İngilizlerin teslim etmediği gemilerin yerine satın alındığını ilan etmiş ve isimlerinin de Yavuz ve Midilli olduğunu duyurmuştur. Aslında 2 Ağustos 1914’te Yeniköy’de bulunan Sadrazam Sait Paşa’ya ait yalıda, Sadrazam Said Paşa, Başkumandan vekili ve Savunma Bakanı Enver Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa, Meclis Başkanı Halil Paşa ve Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Baron Von Wangenheim ittifak antlaşmasını meclisten de habersiz olarak imzalamış bulunmaktadırlar.
Bilahare yukarıda kısaca açıkladığımız üzere, Almanya Fransa ile, Avusturya-Macaristan’da Rusya ile tutuştukları savaşta ilk rauntları kaybedince Osmanlı İmparatorluğu ’da bir oldu bitti ile savaşa dahil olmuştur.
Almanya’dan satın aldığımız Yavuz ve Midilli’nin de aralarında bulunduğu 9 savaş gemisinden oluşan Osmanlı Donanması 27 Ekim 1914’te tatbikat yapmak üzere (!) Karadeniz’e açılmış ve 29 Ekim’de karşısına çıkan Rus gemilerine saldırmış, akabinde yine Rusya’ya ait Sivastopol ve Odesa limanlarını bombalamışlardır. Bu durum karşısında 2 Kasım 1914’te Rusya, 5 Kasım’da da İngiltere Osmanlı’ya savaş ilan etmişlerdir.
Söz konusu gelişmelerin devamında da Rusya doğu sınırlarımızdan Erzurum’a doğru, İngiltere’de Basra körfezinden Bağdat’a doğru saldırıya geçmiş ve milletimiz ve Devletimiz için geri dönüşü olmayan hazin dönem başlamıştır.
Önce Sarıkamış’ta Ruslara karşı verilen mücadelede binlerce vatan evladı şehit olmuş, hemen birkaç ay sonra Çanakkale’de İngiliz ve Fransız’lara karşı tarihin kaydettiği en büyük zaferin yanında yüzbinlerce askerimizi yitirdik.
Can çekişmekte olan Rusya’ya yardım edebilmek ve Osmanlı’yı savaş dışı bırakmak üzere girişilen Çanakkale savaşları sonucunda, önce denizden, sonra karadan amacına ulaşamayan müttefik kuvvetler 1916 yılı başlarında Çanakkale’den çekilmek zorunda kalmışlardır. Ancak savaş tüm cephelerde olanca hızıyla devam etmektedir ve her iki tarafta, bu cephede boşa çıkan askerlerini ihtiyaç duyulan diğer cephelere sevk edeceklerdir.
Savaşın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Çanakkale Cephesinde yaklaşık 320.000 kuvveti olmasına karşılık, İtilaf Devletlerinin sürekli yapılan takviyelerle 600.000 civarı askeri vardır. Savaş sonunda ise her iki tarafında yine yaklaşık olarak 250.000 kuvveti savaş dışı kalmıştır.
İtilaf Devletleri Çanakkale’den çektikleri kuvvetlerin bir kısmını yine Rusya’ya Çanakkale üzerinden yapamadıkları yardımı yapmak ve Alman ve Avusturya ordularının Ege Denizine inmesini ve Osmanlı ordusu ile birleşmesini engellemek üzere Makedonya Cephesini açmışlar, diğer bir kısmını da Osmanlı’ya karşı savaşmak üzere Filistin ve Irak Cephelerine kaydırmışlardır.
Osmanlı Devletinin ise yaklaşık 320.000 askerle başladığı Çanakkale Savaşlarından sonra elinde 70.000 civarı bir kuvvet kalmıştır ve söz konusu kuvvet savaşın her türlüsünü görmüş, imkânsızlıklar içerisinde harikalar yaratmış ve savaş gücü son derece yüksek askerlerden oluşmaktadır.
Boşa çıkan bu önemli sayıdaki kuvvetin kaderi Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili Enver Paşa’nın takdirlerine kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı boyunca askeri yönden tüm yetkileri elinde bulunduran Enver Paşa, savaşın kaderinin Avrupa cephelerinin sonucunun belirleyeceğine inanmaktadır. Zira Alman ve Avusturya-Macaristan orduları İttifak Devletlerinin ana gücünü oluşturmaktadır ve daha sonra bu güce Bulgaristan ordusuda dâhil olmuştur.
Enver Paşa’nın bu düşüncesine paralel olarak, Çanakkale’den boşa çıkan birliklerden bir kolordu oluşturularak Galiçya Cephesine gönderilmesine karar verilmiş ve bu bağlamda teşekkül ettirilen 15. Kolordu bünyesinde yaklaşık 33.000 kişilik bir kuvvetin hazırlıklarına başlanılmıştır.
Tamamı 32 yaş altı olarak seçilen bu göz kamaştırıcı kolorduya komutan olarak yine Çanakkale Cephesinde aktif görevler almış Yakup Şevki Paşa atanmıştır. Çanakkale’den kısım kısım Keşan ve Şarköy civarlarına getirilerek büyük bir gizlilik içinde tüm eksiklikleri giderilen söz konusu Kolorduya mensup askerler tam teşekküllü olarak teçhizatlandırılmışlar ve hedefi meçhul Galiçya’ya doğru yola çıkarılmak üzere hazır edilmişlerdir. 10 Temmuz 1016 tarihinde yayımlanan Ordu emri ile, Galiçya Cephesine gitmek üzere hazırlıkların tamamlanması emrini müteakip, resmen ilan olunan emre göre 22 Temmuz 1916 tarihinde ilk sevkiyat Edirne’ye bağlı Uzunköprü tren istasyonundan başlayacaktır.
Çanakkale zaferi üzerinden yaklaşık 6 ay geçmiştir ve o zor günlerden sonra Mehmetçikler evlerine dönmenin hayali yerine, hangi cephede ölüm kusacak namluların hedeflerine karşı koyacaklarını düşünmektedirler. Kimisi doğu cephesinde Ruslardan intikam alma hayalini yaşarken, kimisi Çanakkale önlerinden kovdukları İngilizlere karşı son darbeyi vurmak üzere Filistin veya Irak Cephelerine gitmelerinin daha uygun olacağını düşünmektedir. Ancak kaderlerinde bugüne kadar ismini hiç duymadıkları Galiçya dağlarında destan yazmak vardır ve bu emri duyduklarında hiçbir askerden itiraz gelmemiştir. İslam ahlak ve fazileti, Türklük gurur ve şuuru ile yetişen bu kahramanlar Devletlerini ve milletlerini her yerde en iyi şekilde temsil edip, gerekirse seve seve ölmeleri gerektiğini ve bu gerekliliğin gereğini yerine getirmek üzere hareket etmeye hazırdırlar.
Ve 21 Temmuz 1916 sabahı alaca karanlıkta Uzunköprü istasyonundan ilk kafilenin hareketi başlar. Mehmet Şevki Yazman “Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer” adlı eserinde bu anı şöyle dile getirmiştir. “…. Temmuzun 21. Günü güneş ufuktan yükselirken trenimiz istasyondan hareket etti. Ne bir yolcu edenimiz, ne de bir mendil sallayanımız var. Mahzun değil fakat düşünceli olarak istasyonu terk ediyoruz. Kimbilir kaç kişi şu ismini bile yeni duyduğumuz Galiçya’dan tekrar ana yurduna dönecek, buraları görecekti. Kara tren bütün sürati ile bizi bilmediğimiz meçhul diyarlara doğru çekip götürüyordu. Bir iki saat sonra Bulgar hududuna geldik. Meriç’i geçtik, ecnebi topraklarına ayak bastık. Balkan harplerinin acısı henüz geçmemişti. Ne Bulgarlar bize, ne biz Bulgarlara dost gözüyle bakamıyorduk. Ama müttefikimiz oldukları için iaşemizi temin ediyorlardı.”
İlk kafile ve arkadan gelecek olan diğer kafilelerle birlikte yaklaşık 33.000 Türk Askeri Edirne’den sonra Bulgaristan-Sırbistan ve Avusturya topraklarını geçip Polonya’ya ulaşıncaya kadar hep aynı duyguları yaşayacak ve aynı bilinmezliklere doğru yol alacaktır.
Galiçya’ya ulaşan ve 15. Kolordu 19 ve 20. Tümenlere ayrılarak Alman Güney Ordusuna bağlı olarak ağırlıklı olarak Avusturya-Macaristan askerleri ile birlikte cephede konuşlanmışlardır.
Türk askerinin Galiçya’ya gelmesi gerek Alman basınında gerekse Avusturya basınında geniş yer almış, Türk askerinin Çanakkale’de gösterdiği üstün kahramanlık ve başarıyı Galiçya’da da göstereceğine dair methiyeler düzmüşlerdir.
Mehmetçikler 19 Ağustos 1916’da düşmanla ilk sıcak teması sağlamış ve o tarihten sonra artarak devam eden Rus saldırılarına karşı cansiperane şekilde karşı koymuşlar, Çanakkale savunmasının bir benzerini Galiçya’da göstermeye başlamışlardır.
Savaşın en şiddetli olduğu dönemde 11 Eylül 1916’da Osmanlı Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili Enver Paşa, Galiçya’da savaşan Osmanlı askerine bir moral ziyareti gerçekleştirmiş ve Türk ordusunun bu uzak diyarlardaki temsilcilerine teşekkür ve takdirlerini iletmiştir. Bilahare 04 Ocak 1917’de soğuk bir kış gününde yine aynı amaçla Osmanlı Şehzadeleri Abdürrahim ve Osman Fuat Efendiler, daha sonra da 18 Nisan 1917’de Şehzade Ömer Faruk Efendi cephedeki askerleri ziyaret ederek moral desteği vermişlerdir.
Ayrıca İstanbul-Berlin ve cephedeki Türk karargâhı arasında kesintisiz iletişim devam etmiş, gün be gün, an be an Osmanlı Askerinin durumu ve savaşın seyri değerlendirilmiştir.
Balkan Savaşları ve özellikle Çanakkale savaşlarında aktif olarak görev yapan askerlerden oluşan Osmanlı askerleri Galiçya’da iaşe, silah, barınma ve sağlık hizmetleri yönünden çok rahat etmişlerdir. Zira dönemin en mükemmel kara ordusuna sahip olan Almanya cephedeki askere her yönden mükemmel şekilde bakmakta, tüm eksiklerini ve ihtiyaçlarını anında gidermektedir. Ancak cephe hattında çok şiddetli çarpışmalar olmakta, Türk şehit ve gazilerine her gün yenileri eklenmekte, ayrıca Anadolu’dan sürekli olarak takviyelerle eksilen birlikler tamamlanmaktadır.
Şevki Yazman yukarıda belirttiğimiz eserinde Anadolu’dan gelen takviyelerle cephedeki askerlerin ilk karşılaşmalarını şu veciz ifadelerle sütunlarına taşımıştır; “….memleketten her gün yeni Mehmetçik kafileleri geliyordu ve her gün muayyen zamanda, trenin istasyona ulaşması ile erler yol kenarına dizilip destek kafilelerinde hemşeri aramaya başlıyor, memleketlerinden uçan kuştan medet umar gibi haber almaya çalışıyorlardı.
Bu Mehmetçikler için bulunmaz bir zevk, âdeta bir tiryakilikti. Evet hemşeri tiryakiliği, bulunacak hemşeriyi tanısın tanımasın, isterse köyüne kilometrelerce mesafeden olsun bulup konuşmak büyük mutluluktu. Kafile bir defa Mehmetçiklerin hizasına geldimi (va mı?) sigası başlıyordu:
-Hemşeri Afyongarahisarlı va mı?
-Va, hemşerim va.
Hemen iki hemşeri yan tarafa çekilirler, gözlerinin içi güler, ikisi de bu buluşmaya çok memnundur.”
Evet Galiçya çok uzaktır, adı duyulmadık, yeri bilinmedik bir memlekettir. Daha birkaç sene öncesine kadar Anadolu’nun bilmem hangi ilinin, hangi ilçesinin hangi köyünde bağında bahçesinde, işinde gücünde olan binlerce Mehmetçik biranda kendisini önce Balkan savaşlarında, sonra da Çanakkale’de vatan savunmasında bulmuştur. Ve hepsi de yüzlerce arkadaşını gözü önünde şehit vermiş, yüzlercesini gazi olarak geride bırakmıştır. Hepsi vatanları için canlarını ve kanlarını seve seve sebil etmişlerdir. Peki ya Galiçya? Bu uğursuz savaşa birde uğursuz cephe eklenmiştir ancak cephedeki hiçbir Türk askerinde en ufak bir olumsuz hal ve tavır görülmemiş, üstün bir disiplin ve sadakatle görevlerini mükemmel şekilde yerlerine getirmişlerdir. Çanakkale mahşerini aratmayacak mermi ve bomba sağanaklarına karşı göğüslerini siper etmişler, Avusturya topraklarına, Avusturya askerlerinden önde giderek savaşmışlardır.
Galiçya’da 1.Dünya savaşının başladığı ilk aylarda kaybedilen topraklar tekrar alınmış, Rus hücumları Türklerin inatçı direnişleri karşısında hep sonuçsuz kalmıştır.
Bu hücumlardan birisinde sipere atılan bir bomba sonucunda ağır yaralanıp, yakınında bulunan bir Mehmetçiğin başının gövdesinden ayrıldığını görmüş ve daha sonra bu olay esnasında yaşadıklarını ve düşüncelerini kaleme alan bir Mehmetçik; “… biraz sonra etrafımda geçen her şeyi unutuyorum, gözlerimin önüne güzel bir manzara, Saray Burnundan Boğazın ve Marmara’nın eşsiz görünüşü, Marmara ve Boğazın maviliği geliyor, buralarda da insanlar var, yaşıyorlar, geziyorlar, gülüyorlar diyorum. Ne top sesi ne trampet ateşi ne de bu kesik başı görmüyorlar ve kim bilir belki de saadetlerinin kıymetini takdir etmiyorlar, müthiş bir patlama beni daldığım rüyadan uyandırıyor. Her tarafım taş ve toprakla örtülüyor. Bu trampet ateşi ne kadar devam etti. Hangi saatte bizim üzerimize mermi düştü pek farkında değilim” diyecektir. (M.Şevki Yazman-Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer)
Galiçya Cephesinde görevli 15. Kolordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın yerine, 18 Kasım 1916’da Çanakkale’nin bir başka kahramanı General Cevat Paşa atanmış ve askerimizin Galiçya Cephesinden ayrıldığı Ağustos 1917’ye kadar görevde kalmıştır. Onun döneminde de Türk askeri üstün başarı ve hizmetlerine devam etmiş, üstlendiği her görevden anlının akıyla çıkmayı başarmıştır.
Şehadet mertebesine erişmeyip, sağ kalarak yurda dönmek üzere hazırlanan Osmanlı askeri, o yabancı topraklarda bıraktıkları arkadaşları için kendi imkânlarınca bir şehitlik anıtı yaparak üzerine; “Ey yolcu! On iki ay düşmanına cansiperane göğüs gerdikten sonra Onu kendi vatanına kadar kovan 20. Türk Tümeninin aziz şehitlerini hürmetle selamla! Vatan haricinde hayatlarını kaybeden bu kahramanların ruhlarına Fatiha gönder!” yazarak arkadaşları için son görevlerini yerine getirmişlerdir.
Türk askeri cephede öylesine kahramanlıklar, öylesine fedakârlıklar göstermiştir ki, Alman ve Avusturya kumanda kademesi Türklerin bu üstün savaş yetenekleri karşısında hayranlıklarını her fırsatta dile getirmişlerdir. Savaş alanında ki birçok kritik mevziiye, tepeye Türklerin ismi verilmiş ve tüm savaş boyunca resmi yazışmalarda dahi bu isimler kullanılmıştır. Türk tarafının hiçbir talep ve isteği olmadan Cevattepe, Rızatepe, Onbaşı Ahmet Deresi gibi isimler, savaş meydanındaki tüm askerler tarafından sürekli dillendirilmiş ve savaş boyunca bu durum devam etmiştir.
Galiçya’daki Türk askerinin üstün başarısı sonucunda Rus Ordusunun ilerleyişi durdurulmuş ve kaybedilen topraklar geri kazanılmıştır. Çanakkale’den sonra, bu sefer Galiçya dağlarında Türk’ün azmi ve savaş kabiliyeti Rus Ordusunun ve dolayısıyla Rusya’nın sonunu hızlandırmıştır. Galiçya savaşları dönemi olan 1916 yılında Alman Kara Kuvvetleri Komutanı olan ve 1925 yılında Almanya Cumhurbaşkanlığına seçilen Paul von Hindenburg için Mustafa Kemal Paşa, Karlsbad Günlüğü’nde 14 Temmuz 1918 tarihinde yazdığı anılarında “Eğer Hindenburg Türk ordusunun yardımıyla Galiçya Dağlarında ilerleyen Rus hücumlarını geri çevirmeseydi, Hindenburg Hindenburg olamazdı” notunu düşmüştür.
Yaklaşık 12 ay boyunca Galiçya dağlarında Alman Güney Ordusu’na bağlı olarak Ruslara karşı savaşan kahraman Türk askeri, bu süre zarfında 12.000 civarında şehit vermiştir. Bugün Polonya ve Ukrayna toprakları içerisinde bulunan şehitliklerin birçoğunun yerleri kaybolmuş ve yok edilmiştir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında Ruslar Türk şehit mezarlarını bilinçli bir şekilde intikam alırcasına bölgeden silmeye çalışmışlardır. Son yıllarda yapılan çalışmalarla 6 şehitliğin yeri tespit edilmiş basit yapılarla da olsa Türk Şehitliği olduğuna dair ibareler yerleştirilmiş ve düzenlemeler yapılmıştır.
Evet, yaklaşık 1 yıl süren 12.000 şehidimize mâl olan Galiçya macerası Osmanlı için 1917 yılının ağustos ayında son bulmuştur ancak gerek o dönemde, gerekse 1. Dünya Savaşından sonraki dönemlerde sürekli tartışma konusu olmuş ve olmaya devam etmiştir. Özellikle her dönemde var olan Enver Paşa düşmanlığı, Galiçya Cephesi üzerinden de çok işlenilmiş ve sürekli eleştiri konusu yapılmıştır.
Enver Paşa’nın Alman hayranlığı dolayısıyla bu cepheye binlerce Türk askerinin bu hayranlık dolayısıyla gönderildiği ileri sürülmüş ve gereksiz bir hamle olarak değerlendirilmiştir. Öncelikle bilinmesi gereken husus şudur ki, Almanya ile samimi ilişkiler 2. Abdülhamit Han döneminde başlamış ve ordunun modernizasyonu için Alman askeri heyetleri çalışmalarına Onun döneminde başlamıştır. Avrupa’nın en güçlü ve disiplinli kara ordusu Alman ordusudur ve Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere anlaşan İtilaf Devletlerine karşılık Osmanlı’nın maddi ve manevi anlamda hiçbir gücü yoktur. Osmanlı Balkan Savaşlarından yeni çıkmış, savaş gücünün tamamını bu savaşlarda yitirmiştir.
Osmanlı’nın 1.Dünya savaşında ayakta durabilmesi tamamen Almanya’nın silah, cephane ve maddi desteğine bağlıdır. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu tarihinin en büyük ordusunu silahaltına almış ve başta Çanakkale olmak üzere tüm cephelerde dünyayı kendisine hayran bırakmaya devam etmişse de bu mücadelenin devamı ancak ve ancak Almanya’nın desteği ile gelebilecektir. Ayrıca savaşın sonucunu batıdaki Alman-Fransız mücadelesinin galibi belirleyecektir.
Dolayısıyla isteyerek veya istemeyerek birlikte savaşa girerek kader birliği yaptığımız müttefikimize, tüm bu gerçekler göz önüne alındığında savaşın seyrinin değiştirilmesi için yapılan bu desteğin çarpıtılmadan doğru temeller üzerinde değerlendirilmesi dileğiyle, milletimizi kanıyla ve canıyla temsil ederek hayatlarının baharlarında, bir dönemi tamamen cephelerde, yarı aç, yarı tok geçiren ve dünyanın dört bir yanında yatmakta olan isimsiz kahramanlarımıza rahmet olsun.
Zafer TEKİN – [email protected]
Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM
FACEBOOK YORUMLAR