Celil ALTINBİLEK

Celil ALTINBİLEK

[email protected]

Osmanlı’nın İktisadi Dayanıklılığı-1

04 Kasım 2015 - 14:21 - Güncelleme: 04 Kasım 2015 - 14:24

Osmanlı’nın İktisadi Dayanıklılığı-1

Avrupa’nın 1300 yıllardan itibaren gerçekleştirdiği Ticaret Devrimi, O’nun dünya sıralamasında en başa çıkmasına yetmemiştir.Çünkü bu zamanlarda Türk Devleti kendine has kurduğu düzen ile 300 küsur sene daha Avrupa’nın öne çıkmasına izin vermez.1300 den itibaren 1700 li yıllara kadar söz, güç ve medeniyet üstünlüğü Türk’ler dedir.Varlığı ve icraatlarıyla, Türk Devleti dünyanın büyük devleti olmasını bilmiştir.

Hâlbuki nüfus üstünlüğünü elinde bulunduran,  yayılmacılık düşüncesiyle her tarafa ulaşan, akla ve ilime önem vererek Rönesans’ı ve Reformları gerçekleştiren ilave olarak coğrafi keşiflerle maddi gücü elinde bulunduran, teknolojide öne geçen Avrupa, kendine rakip ve başka bir iman ve inanç sistemine sahip Osmanlı’ya uzun yüzyıllar üstünlük sağlayamamış ve onu bertaraf edememiştir.

Osmanlı bu gücünü nereden alıyordu ve bu kuvvetli hücumlara, karşı tarafın bariz üstünlüklerine karşı bu kadar dirençli ve uzun süre ayakta kalmasını nasıl başarmıştı?

Avrupa gücünü ve ilerlemesini önce düşünce değişiminden ve iktisadi gücünden aldı.Şöyleki, İktisadi güç onlar için hükmetmenin hep birinci şartı oldu ve bu güçle birlikte hâkimiyet sahaları da genişledi. Avrupa Devletleri ve onların koruyup kolladığı şirketleri dünyanın birçok yerinde koloniler kurdular, oraların hammadde ve mamullerini sömürerek büyük gelirler elde ettiler. Bu ekonomik getiri, güçlü kişi, aile ve devletleri doğurdu. Onlara en büyük katkıyı ise yeni keşiflerle ilgili yerlerin insan, hammadde, mamullerinin yanında kolay ve bol miktarda gelen altın ve gümüş varlıkları yaptı. Zorla ve güç kullanarak bu kaynakları Avrupa’ya getirdiler. Bu kaynaklar onlarda büyük bir sermaye birikimini yarattı. Bu sermaye birikimi Avrupa’nın sanayi devrimini yaratmasının birinci ve en önemli etkeni oldu.

Türk Milleti’ne ait tecrübe edilmiş bir birikimi kullanan ve değerlendiren Osmanlı, birinci amil olarak iktisadi düşünceyi en başa koymadı. Devlet geleneği, siyasi ve sosyal düzen iktisat ile birlikte yürüdü. Ülküsünü ve değerlerini sağlayacak Devlet’in güçlü olması çok önemliydi.  Devlet güçlü olursa hedefler gerçekleşir, tebaa da rahat ve huzur içinde olurdu.

Türk Devletinde toprak devlete aitti yani Miri idi, kişiler ona sahip olamaz ancak kiralayabilirlerdi, toprağın alım,  satımı ve bağışı yapılamazdı. Osmanlının kuruluştan kuvvetli devirlerine kadar topraklarının genelde 60-150 dönüm kadar olan kısmının maaş ve hizmetlerine karşılık, vergi ve kaynakların askeri kişilere ve memurlara tahsis edilmesine Timar sistemi denmektedir. Timar sahibi bu toprak üzerinde hem düzeni sağlar hem de savaşlar için asker hazır ederdi. Bu durum Osmanlı’nın kuruluştan kuvvetli devirlerine kadar hüküm sürmüş önemli bir uygulamadır. Toprakların sınıflandırılması akçe üzerinden elde edilebilecek gelirlerle belirlenirdi.  Birincisi anlattığımız Timar idi, geliri yirmi bin akçenin üstünde olan, kazasker, vezir gibi yüksek rütbeli askerlere tahsis edilebilen toprak sınıfına Zeamet, en yüksek getiriyi sağlayan Padişaha ve Hanedana ait olan toprak sınıfına Has’ denirdi ki, Has’ların gelirlerinin başkalarına tahsisi mümkün olmazdı. Devlet-i Aliye mülkün sahibi olduğundan imtiyazlı bir sınıf bulunmamaktaydı. Devletin memurları, hem İdari, hem savaşan kesimler olsun Askeri diye adlandırılmaktaydı ve Timar ve Zeamet ancak onlara verilebilirdi. Onlar devletin memuru oldukları için elde ettikleri mal ve mülklerini, kazançlarını ve itibarlarını Devlet’ten sağladıkları için vazifeden alınabilir, mallarına el konulabilir hatta katline hükmedilebilirdi. Reaya- Halk’ın ise mülk sahibi olmasının bir istisnası ise işlediği araziye, bağ, bahçe eker, bina inşa eder yani şenlendirirse o kişiye mülkiyet hakkı tanınır ve o arazinin sahibi olurdu.

Devletin miri toprakları üzerinde halka tanıdığı mal ve mülk edinme de dâhil tasarruf haklarından Hıristiyan ve Yahudi reaya, aynı şekilde Müslümanlar gibi faydalanmakta idiler. (1)

Köylerde geçim kaynağı ekin ekmek, bağcılık, meyvecilik ve hayvancılık olarak devam etmiştir. O zamanın köylüsünün genelde esas yiyeceği ekmek ve unlu besinlerdir. Hayvanından elde ettiği süt ile yoğurt ve peynir yapıp, bağ ve bahçesinden topladığını ekmeğiyle katık yapardı. Şehirlerde de, odalar şeklinde örgütlenmiş düzenli ve kontrollü loncaların nezaretinde yapılan ticaret ve esnaflığın yanında dokumacılık, maden işçiliği gibiiş dalları bulunmaktadır.Hayır, kurumu olarak anılan, eğitim öğretim sosyal yardımları yapan, binalar, ibadetler inşa eden tamirini yapan iktisadın içindeki önemli bir kurum ise Vakıflardır.

Kaynağını dini vecibelerden alan, insani çok büyük ve faydalı işler yapılmasını sağlayan, hatta Vakıf Medeniyeti diye anılan bu kurum, çoğu zamanda kişilerin mal ve mülklerine el konulmasına,  müdahalelere karşı kendilerinin ve çocuklarının istikballerinin teminatı ve gelir kaynağı vazifesini de görmüştür.

Ülkede, Ticarette olsun üretimde olsun malların kar oranları % 5-10 gibi çok düşük seviyelerdedir, Devlet her alanda olduğu gibi sermaye birikimine ve iktisadi güçlü kesimler oluşmasına imkân tanımaz. Her ne kadar resmi olarak dillendirilmese de, iktisadi hayatın akışında tabii olarak varlığını sürdüren faiz oranları ise % 15-20 seviyelerindedir. On yedinci asırdan ve onsekizinci asra kadar geçen yüz yıllık sürede temel fiyatlarda resmi olarak fiyat artışı olmadı ve onay makamı Kadı’lar buna izin vermediler, vermezlerdi çünkü fakir fukaranın kollanıp gözetilmesi Devlet’in temel düşüncelerindendi.

Velhasıl,  Osmanlı-Türk Devletinin, sosyal yanı ağır basan ve devletçilik üzerine kurulu iktisadi düzeni, Avrupa’daki sermaye birikimine ve gelişimine karşılık, sanılanın aksine, Devletin Maliyecileri, asırlarca her yeni gelişmeye, yeni ve çeşitli hamleler yaparak, imkânları dâhilinde istikrarlı bir iktisadi hayatı sürdürmeye gayret etmişlerdir.

Celil Altınbilek                                                                           04.11.2015

   

(1) Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai tarihi c.2 s.54 Tekin Yayın 1979