YÜKSEL YILMAZ: "KURAN MEALİYLE FETVA VERİLİR Mİ?" YAZISINA CEVAP

“Kuran, sünnet, icma ve kıyas delillerinden faydalanarak fıkhi bir meseleye hüküm verme” olarak tanımlar.

YÜKSEL YILMAZ: "KURAN MEALİYLE FETVA VERİLİR Mİ?" YAZISINA CEVAP
27 Aralık 2014 - 18:46

“KURAN MEALİYLE FETVA VERİLİR Mİ?” YAZISINA CEVAP

 

Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen herhangi bir gelenekçi fetvayı, “Kuran, sünnet, icma ve kıyas delillerinden faydalanarak fıkhi bir meseleye hüküm verme” olarak tanımlar. Tanımlar ama bu dört ölçünün durumu kritize edildiğinde tembel toplumların hiç de alışık olmadığı bir durum açığa çıkar.

 

KURAN Allah’ın kelamıdır; yani ilahidir; bunda asla hata olmaz.

 

SÜNNET nedir? İşte gelenekçi burada asla aklını da işe katıp değerlendirme yapmayacak ve hangi mezhebin içinde durduysa ve daha önce ne öğrendiyse düşünmeden kabul ettiğini tuşuna basılan teyp kaseti gibi ortaya dökecektir. Düşünmeden çünkü zaten hatalı şartların içinde büyümüştür. Onun “sünnet” tanımı Kuran’da bile yoktur ama ona doğru gelecektir. Çünkü onun âlimleri öyle demiştir. Başka âlimlerin ya da öğretinin hatta dinin içinde olaydı o zaman da onlar başkaları gibi diyecekti ve asla kendi aklını kendi kullanmayacaktı. Sünneti “Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirleri, bir iş yapılırken görüp de ona mâni olmadıkları şeyler” olarak tanımlayacak ama bu söz, fiil ve takrirleri Allah’ın koruması olmayan problemli kaynaklardan alacaktır.

 

İCMA da zaten hep aynı mezhebin âlimlerinin ve hep aynı hocanın öğrencilerinin görüşü olacak ama tanımlarken diğer âlimleri ya dışlayacak yahut saki onlar da dâhilmiş gibi genelleyecektir. “Âlimlerin çoğunun görüşü” diyecektir; ama aslında benim mezhebimin âlimlerinin çoğunun demesi daha uygun olurdu. Aslında fetvayı gerektiren hiçbir konu yoktur ki onda çoğunluk tespit edilebilsin.  Bir meselede ille de her âlim görüş bildirmemiş olacağı için “çoğunluk” tartışmalı bir ifadedir. Müctehid âlimlerin dînî bir işin hükmünde söz birliği etmeleri nasıl anlaşılır? Her mezhebin müctehidleri kendine göredir. Osmanlı Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbelîlik mezheplerini barıştırmadan önceki kıyas ile barıştırdıktan sonraki kıyas değerlendirmesi nasıl bağdaşacaktır?  Haşeviye mevzularının tavan yaptığı yıllarda bu mezhepler birbirlerine düşman iken hangi icma geçerli idi?

 

KIYAS için de mezhebin etkisinin dışına çıkamayacaktır. Hükmü bilinmeyen bir şeyi hükmü bilinene benzeterek anlama mezhepçi olmadan nasıl gerçekleşecektir? “Fıkıh usulü” dedikleri ise maalesef eskiden olduğu gibi kalmakta, asra ayak uyduramamakta ve yöntem olarak güncelleşememektedir. Bu tanım koca İslam dünyasının genelini asla bağlamaz. Şer’i delillerin bu şekilde kabulü Abdülganî Nablüsî, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İmâm-ı Rabbânî gibi aynı kafadaki insanların demesiyle gerçekleşmiştir. Hâdimî, edille-i şer'iyyenin dört olmasının müctehidler için olduğunu ve dört mezhebden birinde olan mukallidler için delil veya senedin mezheb reisinin ictihadı ve sözü olduğunu söyler. Fakat 2 küsur milyar olmakla övünen Müslümanlar araştırsın bakalım bu dört mezhebi toplasan 1 milyar kişi var mı?..

 

Fetva verecek veya şer’i hükümlerin çıkarımlarında bulunan kimselerin yani bu arkadaşlara göre müftü/müçtehitlerin taşıması gereken özelliklerden bazıları şunlardır;

 

1.Okur -yazar derecesinde bir Arapçaya sahip olması gerekir, çünkü tüm İslami kaynaklar Arapçadır. (Bu düşünce eskidi ve eskiyle ilgili her konuda çok şey söylendi hatta fetava konusunda eklenecek bir şey kalmadı. Şimdi daha güncel konularda fetva soruluyor. Ötenazi caiz midir? Organ nakli caiz midir? Bu gibi sorular için hala Arapça çok da lazım değildir. Gerçi her müminin Kuranı anlayacak kadar Arapça bilmesini isterim. Ama burada bir ezber bozma adına bu kurala karşı çıkıyorum.)

 

2.Kur’an ve Sünnete hâkim olmalıdır. Bir mesele önüne geldiğinde hemen o konuyla ilgili dini naslara ulaşabilme özelliğine sahip olmalıdır. (Şu “hâkim” sözcüğü yerine “vakıf” deseydi daha iyiydi; çünkü Kuran bize hâkim ve hakem olabilir; bizim gibi kusurluların kusursuz bir kaynağa hâkim olmaları ne haddimize… Ayrıca Kurana vakıf olmak her mümine borçtur. Sünnet sözcüğünü ise zaten konu etmiştik…)

 

3.Fıkıh ve fıkıh usulü ilimlerine vakıf olmalıdır. (Ne diye bu kadar zorlaştırıyorsunuz? Resulullah döneminde kaç mümin, tabiin döneminde kaç mümin bahsettiğiniz bu fıkıh usullerinden haberdardı? Aklın yolu daima birdir. Bilinmesi gereken her önemli dini usulü sadece müftünün ya da imamın değil her müminin bilmesi gerektiğidir.)

 

4.En azından dört mezhep imamının fıkhi görüşlerini biliyor olmalıdır. (Günümüzde hiçbir işimize yaramayan binlerce fetvayı dileyen bilsin; ama günümüzde problemler farklı olduğu için her mümin kafasını çalıştırmalıdır. Elbette başkalarını da dinlemeli hatta araştırmacı da olmalıdır. Buraya eski dönem saçma fetvalarından örnekler versem (mesela Ebu Suud) eminim dersiniz ki “ben daha iyi düşünürüm.”)

 

Bu sayılanlar bir müçtehidin değil her müminin taşıması gereken özelliklerin en asgarileri olarak telakki edilmelidir.

 

“Herkesin müçtehit olma imkânı yoktur” diyenler bilmeliler ki herkes akıllıdır ve zaten bu nedenle sorumludur. Hatta sosyal bilinç işletilse pedagojik çalışmamalarla herkesin sahip olduğu akıl daha da yukarı çekilebilir. Çok öğrenip çok bilmeyi Hıristiyanlar gibi din adamlarına bırakmamalı; ilim âlimin değil müminin yitik malı olduğu için her mümin çok öğrenip çok bilmelidir.

 

Peygamber döneminde daha fıkıh müessese haline gelmediği halde, “ümmetimden cehenneme gitmeye en meraklı olanlarınız, fetva vermeye en meraklı olanlarınızdır” gibi kendisinden çok sonra ortaya çıkacak problemlere toptan cevap veren bu gibi sıhhatsiz hadisler akletmenin önüne geçmemelidir. Bir yandan araştırmacı olunduktan sonra akletmek en iyisidir.

 

Bir yerde özellikle İslam dini hakkında “Herkes işini yapmalı, uzmanı olduğu konuda konuşmalı” deniliyorsa orada iş bitmiştir. Çünkü orada din “hayat” olmaktan çıkmış “branş” olmuştur ve orada “mümin” değil “din adamı” konuşmuştur. Bu başka din ve öğretilerde yahut müsbet ilimlerde geçerli olabilir; ama İslam dinini doğru bilmek başka her konuyu bilmekten daha çok boynumuzun borcudur. İslam dini sadece din adamlarına bırakılamayacak kadar hassas ve kıymetlidir; bizzat bizim de bilmemiz gereken hayati bir yoldur. Her Müslüman Kuran okuyup onu meallendirecek kadar anlamalıdır. Neden topu din adamlarınıza atıyor halkı tembelleştiriyorsunuz? Desenize, “Kardeşim İslam konusu başka şeylere benzemez; her şeyi öğrenip ahkâm kesiyorsunuz; futbol konuşulsa ya da siyaset konuşulsa mangalda kül bırakmıyor akıl veriyorsunuz; dinden daha çok anlamak zorundasınız; İslam gibi bir konuyu yeterince ve bizzat siz bileceksiniz.”

 

“Ayette geçen “hamr” kelimesi şarabın karşılığıdır. Oysa bugün birçok mealde bunun içki olarak ifade edildiğini söylememiz gerekir. Fakat biz,  kelimenin tam anlamı olan şarap karşılığını kullanacağız. Kuran da “hamr” ile ifade edilen “şarap” başka ayetlerde de geçmektedir. Fakat kesin hüküm bildiren ayet bu olduğu için biz bu ayeti referans aldık. Bu ayeti okuyunca şarabın kesin olarak haram olduğunu anlıyoruz “denmesi içinde birçok yanlışı taşır. Maide, 90: “Ey imanlılar! Ancak sarhoşluk veren şeyler, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytanın işlerinden pis şeylerdir” derken ayette geçen “hamr” kelimesi şarabın karşılığı değildir. Bugün birçok mealde bunun “içki” olarak ifade edilmesi kadar “şarap” olarak ifadesi de noksan kalır. Bunu açıklamak için “kelimenin tam anlamı olan şarap karşılığını kullanmak” ifadesi yanlış olur. Çünkü “tam anlamı” değildir. Eğer böyle denilirse sarhoşluk verici şaraptan başka şeyleri kapsamamış olur. Bu nedenle biz burada “sarhoşluk veren” olarak meal ettik. “Kuran’ da “hamr” ile ifade edilen “şarap” başka ayetlerde de geçmektedir” ya da “Bu ayeti okuyunca şarabın kesin olarak haram olduğunu anlıyoruz “ şeklindeki ifadeler hep noksandır. Çünkü hamr sözcüğü geneldir; “örten şey, örtmek” demektir. Yani mesela insan iradesini örten şeyleri anlatır. Düşünme ya da akıl yürütme yeteneğini örten, kendisini bilmesini önleyen, engelleyen anlamındadır. Bu ne yaptığını, ne söylediğini bilecek durumda olmamak durumudur. Yani iradesiz konumda olmaktır. Nur, 30’da da “hamr” kelimesi   “humur” olarak ve başörtüsü anlamında geçer; burada ise başörtüsüyle örtülen yakalarının üzerine kadarki kısımdır. “Hamr” kelimesine “şarap” denseydi burada “başörtüsü” denemezdi. “vel yadribne” ve örtsünler, “bi humuri-hinne” (onların) başörtüleri, “alâ” üzerine…” (13,14,15). Demek ki “şarap” diye çevirmek de “içki” olarak çevirmek gibi noksan olur; örten diye çevrilmeli; bu nedenle mesela Muhammed Esed gibi “sarhoşluk veren her şey”i kastetmek için dahi olsa “aklı örten, aklın doğru işlemesini engelleyen” denebilir.

 

Başı döndürüp karıştıran, aklı örten “hamr” dan türeme pek çok sözcük vardır. Kapanmak (ihtimâr), karışmak ya da alışmak (muhâmere), mayalamakya da örtmek (tahmîr), mayalanmak, örtünmek veya kapanmak (tahammür), baş döndüreni satan ya da şarapçı (hammâr), başı döndürme, aklı örtme yeri ya da şaraphane (hammâre), şarap rengi ya da koyu kırmızı (hamriyyun), hamurun içine örtülüp karışan ya da maya (hamîra), mayalı, örtülü veya kapalı (mahammer), örtülmüş, mayalı, mayhoş veya sarhoş (mahmur), içkinin verdiği baş ağrısı (humâr), başı beyaz koyun (muhammera mine'ş-şiyâh), başörtüsü, yemeni veya eşarp (himâr) kelimeleri bu köktendir… Kısacası “şarap” yanlış değil ama noksan olur; o zaman sanki şarabın dışındakiler caizmiş gibi yanlış görünür.

 

Demek ki bu konu hadis-i şerifleri hesaba katmadan da tarafsız bir mantıkla basitçe anlaşılabilir. “İslam dini sadece Kuran’dan ibaret değil” demek dinin tamamlandığını söyleyen Maide 3’e muhalefettir. Resulullah “veda hutbesinde size iki emanet bıraktım, biri kuran, biri de benim sünnetim” buyurdu diye yola çıkılırsa emin olun başka versiyonunda tek şey bıraktığı ve onun da Kuran olduğu mevcuttur. Hatta “ehl-i beytim” şeklinde bir üçüncüsü de vardır. Sadece Kuran iken sonradan siyaset gereği Sünniler “sünnetim”, yine siyaset gereği Şiiler “ehl-i beytim” şeklinde ilave etmişlerdir.

 

"Size iki sey birakiyorum. Bunlara uydugunuz muddetce asla sapitmayacaksiniz: Allah'in Kitab'i ve Resulunun sunneti". Muvatta, Kader 3, (2, 899).

 

"Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah / Kur’an, biri Âl-i Beytim."( Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26)

 

“Ey mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız; o emanet, Allah’ın kitabı Kur’an’dır.” İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 250-252; Taberî, Tarih, c. 3, s. 168-169; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 30, 262, 412, c. 1, s. 384, 453; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 41-42; İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 1024-1025.

 

Bunların yüzde yüz Peygamber sözü olduğu garantisi yoktur. Bunlardan Kuran’a tek uygun olan “tek şey bırakıyorum” ifadesidir. İkinci ve üçüncü rivayetlerdeki “sünnetim” veya “ehl-i beytim” sözleri katmadır; biri Peygamber sözü diye aktarılan rivayetlerin önemini anlatmak, ikincisi de Alî taraftarlarının, Alî evladının Peygamber emaneti olduğunu anlatmak ve onlara itaate yönlendirmek içindir. Her ikisi de Kur'ân'a aykırıdır. Çünkü Peygamber Allah'ın Kitabından başka bir şey bırakmamıştır. Ne kendi sözlerini, ne de Ev halkını. Peygamber’in sözleri erken zamanda yazılmamıştır ve bir kitap haline getirildiğinde aradan yüzlerce yıl geçmiştir.

 

“hadislerinde açıkça ortaya koyduğu gibi sarhoşluk veren her şeyin haram olduğunu görmüş ve ayrıca bize bıraktığı emanetin ne olduğu hususunu da dikkatlerinize sunmuş olduk” demeye ne gerek var? Bu ayetle sabit iken hem de… Yoksa Kuran’a güvenmiyor da işi hadislerle daha sağlama almaya mı çalışıyorsunuz?.. Allah’a bunun hesabını veremezsiniz.

 

“Peygamberlerin ilk görevi Allah’tan aldıkları vahyi insanlara bildirmek yani “tebliğ”, ikinci görevleri de bildirdikleri bu vahyi açıklamak yani “teybin”dir” derseniz, Kuran’ın zaten mübin olduğunu ve Allah’tan bir açıklama olarak geldiğini yahut apaçık geldiğini söyleyen ayetlere ters düşersiniz. “Biz Kuranda manası tam olarak anlaşılamayan ayetleri efendimizin hadisleriyle ve fiilleriyle açıklığa kavuşturuyoruz” demek korunan Kuran’ı korunmayan hadislere emanet etmek demek olur. Burada “efendi” kelimesi de yanlıştır; Resulullah etrafındakilerin arkadaşı ve imamı olmuştur; efendileri değil. Arapçada “rabb” ve “Mevlâ” sözcükleriyle karşılanır. Fatiha 2’de âlemlerin (insanların) rabb’inin (efendisinin) yalnızca Allah olduğu bildirilmiştir. Siz hadislere de iman ettiğiniz için sizden bir ölçü getireyim: Mutarrif İbnu Abdillah, babası (radıyallahu anh)'tan naklediyor: "Benî Amir heyetiyle Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına gitmiştik: "Sen bizim efendimizsin!" diye hitap ettik. "Efendi, Allah'tır!" buyurdular. Biz: "Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!" dedik. Bize: "Söylediğinizin hepsi bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi (mübalağalı medihlerde) koşturmasın!" buyurdular." (Ebu Davud, Edeb 10, 4806). Fakatv tabi hadisler söz konusu olduğu için aksine rivayetler de bulmak mümkündür: (Buharî, Fezâilu'l-Ashab'ın-Nebi 23; Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Müsned, I/399; Buharî Enbiya, 3, Tefsiru sureti 17/5; Müslim, İman, 237, 238, Ebu Davud, sünnet, 12; Buharî, Sulh, 9; Ebu Davud, Mehdi, 8 gibi).

 

“Demek ki Kuran tek başına hüküm çıkartacağımız ve fetva vereceğimiz bir kitap değil” diyemezsiniz. Çünkü Kuran itikada tek ölçüdür. Özellikle itikadi bir hususta ona ortak arayamazsınız. Kuran yanına ortak istemeyen bir rehberdir. Kuran ölçü için bakılandır. O ölçüye bakan ise önyargısızca işletilen akıl’dır. O aklı işleten irade ve vicdandır. “Sünnet olmadan din adına söylediğimiz her şey maalesef eksik kalacaktır, hatalı olacaktır” da diyemezsiniz. Çünkü Maide 3’te dinin kemale erdiğini söyleyen ayet yanına “sünnet” adında bir tanım getirmiyor. Fakat Kuran amelde tek değil ilk ölçüdür. İtikad doğru iken amel itikada zarar vermez; ama yanlış itikad amele zarar verir. “Sünneti devre dışı bırakmak demek dini ortadan kaldırmak demektir” diyemezsiniz. Çünkü bizim sünnet tanımlarımız farklı. Sünnet din değildir. Nitekim Kuran hep aynı iken senin tanımladığın sünnet hem aynı değil hem de çelişkisiz değildir. Sen hadislerin en sağlamlarını bile Allah’ın sözleriyle bir tutamazsın. Allah’ın sözleri gibi hadislerin de korunduğunu ya da Allah’ın adına hadisleri de korumayı vaat ettiğini söyleyemezsin. Bunu söyleyemeyince de dinin oluşumuna korunmasız sözleri katamazsın. Siz Kuran’ın dilinde olmayan bir sünneti ortaya atıyorsunuz. “Günümüzde bu oryantalistler tarafından planlı bir şekilde yapılmaktadır” da diyemezsiniz. Çünkü oryantalistler zaten sizi buradan yakalıyorlar. Biz oryantalistlere karşı amansız bir savaş verirken sizin bıraktığınız kötü intiba ve çelişkileri düzeltmeye çalışıyoruz. Diyoruz ki “hadislere uymak sünnet değil.” Diyoruz ki “Aişe annemiz 6 yaşında iken 50 yaşında olan Peygamberimizle nişanlanmadı.” Diyoruz ki “Buhari’de Maide suresinin eksik olduğu şeklinde geçen hadislere itibar etme.” Siz İslam adına hangi hurafe ve uydurmaları yaşattıysanız biz İslama toz kondurmamak adına sizin hatalarınızı düzeltmeye çalışıyoruz. “Bizler de safiyane dindar duygularımızla onların ekmeklerine yağ sürmeyelim” şeklindeki ifadenizi ise ancak aynaya bakarak diyebilirsiniz.

 

NOT: (Bu yazı yazarı olduğumuz bu sitedeki kalemdaşımıza Allah rızası için hazırlanmış yapıcı bir cevaptır.)

 

30.05.2014/YÜKSEL YILMAZ

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum