SELİM İLERİ. İstanbul'un romanları

Bir mektup aldım: Sn Emir Yöntem 'İstanbul edebiyatı' üzerine bazı yakınmalarını dile getirmiş. İstanbul odaklı monografiler, incelemeler, İstanbul'dan esinlenilmiş şiirler, sonra öykülerde, romanlarda İstanbul...

SELİM İLERİ. İstanbul'un romanları
15 Ekim 2011 - 11:41

 

 

Emir Yöntem şurada burada gelişigüzel bilgilerle yetinmek zorunda kaldığını belirtiyor. "Hiç değilse İstanbul'a dair şiirlerden iyi bir antoloji yapılamaz mı?" diye sormuş.

Antoloji, güldeste, seçki, nasıl adlandırırsanız, öylesi çalışmaları yapmak artık çok zor. Yeni yasalar antolojinin yapımını enikonu zorlaştırdı. Yazardan izin alacaksınız, yayınevinden izin alacaksınız, vâristen izin alacaksınız: Katlanılır çile değil.

Gerçi geçmişte de antoloji, seçki adı altında özensiz, değersiz, sadece ticari gayeli o kadar çok kitap yayımlandı ki, yeni yasaların koruyuculuğuna hak veriyorsunuz...

Emir Yöntem'in mektubunu okuduktan sonra, belleğimde derin iz bırakmış İstanbul romanları sökün etti. Tabiî bölük pörçük, darmadağınık, yayılış ve yayımlanış tarihlerinden bağımsız, işte karmakarışık.

İlk aklıma gelen İstanbul'un Bir Yüzü oldu, belki adında İstanbul geçtiği için. Refik Halid bu romanını 1920'de yayımlamış. O zamanki adı İstanbul'un İçyüzü. Bendeki baskı 1939 tarihini taşıyor, Semih Lûtfi Kitabevi'nin yayını. İstanbul'un İçyüzü 1939'da artık İstanbul'un Bir Yüzü olmuş.

Bu roman Birinci Dünya Savaşı'nın, Mütareke yıllarının sancısını çeken İstanbul'u yansıtır. Yeni zenginler, vurguncular, ala ala hey yaşamalar. Romancı herhalde İstanbul'un içyüzünü o zamanlar öyle görmüş ve zaman geçince, başka İstanbul'lar da olduğunu düşünerek İstanbul'un Bir Yüzü demeyi tercih etmiş.

Yaşını başını almış bir eser olmasına rağmen İstanbul'un Bir Yüzü bugün de tat alınarak okunabilir. Sözde Kızlar'da Peyami Safa'nın, Sodom ve Gomore'de Yakup Kadri'nin kapkaranlık, o kadar 'günahkâr' gördükleri Mütareke İstanbul'u Refik Halid'in iyimser bakışında büsbütün umutsuzluğa terk edilmemiştir. Bir yıkımdır yaşananlar ama, ergeç aydınlığa kavuşulacaktır...

Beyrut'ta, Halep'te geçen eserleri bir yana, Refik Halid Karay bence çok önemli bir 'İstanbul romancısı'. Mesela Boğaziçi'nin bütün geçmiş zaman pitoreskini mi özümsemek istiyorsunuz, hiç vakit kaybetmeden Bu Bizim Hayatımız'ı okuyun derim.

Ya da İkinci Dünya Savaşı'ndan kıl payı sıyrılmış İstanbul'da, o dönemde neler yaşandı, nasıl yaşandı, seçkin denebilecek çevrelerde olup bitenler ilginizi çekiyorsa Anahtar'ı özellikle salık veririm. Anahtar'ın konusu, entrikası sürükleyicidir; okuru alıp götürür. Ne var ki, Refik Halid bir çağın yaşama biçimini de hiç sezdirmeden eserine eklemiştir. Anahtar bittiğinde İstanbulluluk meselesinde ufkunuz genişleyecektir.

Tabiî Bugünün Saraylısı'nı ve Sonuncu Kadeh'i de unutmuyorum. İlkinde 'değişen' İstanbul karşımıza çıkar. Bugünün Saraylısı'ndaki Florya gezintisi, o plaj gününe handiyse vurgunum; yıllar yılı açıp yeniden okurum. Üç Nesil Üç Hayat'taki Florya sahnesiyle karşılaştırın, bir kentin yaşamasındaki değişimleri hiçbir toplumbilimcimizin dile getiremediği ölçüde kavrarsınız.

Sonuncu Kadeh sevinçlerle, hüzünlerle, hatırlayışlar, içlenişlerle sürüp giden bir İstanbul panoraması. Yitik bir aşkın peşine düşmüş anlatıcı şehrin birçok semtinde bize kılavuzdur artık...

İstanbul'un Bir Yüzü'yle başlayan Refik Halid fırtınası dinince, İstanbul tasvirlerine kapıldığım ilk roman hangisiydi diye hatırlamaya çalıştım. Bendeki, okumalarımdaki en eskiyi bulamadım ama, yazılış tarihi açısından Sergüzeşt'i ille anmak gereğini duydum. 1897 tarihli Sergüzeşt, Samipaşazade Sezai'nin eseridir. Dönemi için çok değerli bir roman; Halid Ziya Uşaklıgil "Bir Yazın Tarihi" adlı uzun öyküsünde Sergüzeşt'e hayranlığını özellikle vurgulamış.

Sergüzeşt'te üç ayrı İstanbul vardır. Birincisi, Kafkasya'dan kaçırılmış dokuz yaşındaki Dilber'in ilk satıldığı evin İstanbul'udur, merhametsiz bir İstanbul. Sonra, on beşindeyken, Dilber bir kez daha satılır. Şimdi artık Asaf Paşa konağındadır. Moda'daki bu varlıklı konak sayısız ayrıntıyla tasvir edilmiştir. Burada ikinci İstanbul karşımıza çıkar: Alaturkanın yanına alafrangayı eklemek ihtiyacı duymuş bir İstanbul. Üçüncü İstanbul, Celâl'in Dilber'i umutsuzca aradığı yağmurlu sokaklar İstanbul'u: Yoksul ve bedbaht İstanbul.

Moda'daki konak on dokuzuncu yüzyıl sonundaki, yenileşme tasasına düşmüş İstanbul'un âdeta yetkin bir minyatürüdür. Eşyası, resimleri, döşeme tarzıyla bu konak yenileşmemizin o günkü zevki hakkında çok şey söyler.

Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi'nde "kederli mevzular"a düşkünlük üzerinde duruyor, Sezaî Bey'i de düşkünlük gösterenler arasına katıyor. Sonra şu değerli tespit:

"Sami Paşazâde Sezaî'nin Sergüzeşt'inde bu hissî unsura henüz çok mütereddit bir 'realizm' arzusuyla, kibar ve sanatkârane, hatta Avrupalıca bir hayatı aksettirmek endişeleri karışır. Yine bu romandaki konuşmaların bazılarında âdeta Servet-i Fünûn edebiyatının o şairâne ve solgun hissîliği vardır."

Sergüzeşt'ten sonra -bu kez semtlerin çağrışımıyla- Safiye Erol'un Kadıköyü'nün Romanı'nda durakladım.

Yıl artık 1939. Münif Fehim'in eşsiz kapak illüstrasyonuyla Kadıköyü'nün Romanı yayımlanıyor. Edebiyatımızın nice zamanlar görmezden geleceği Safiye Erol daha ilk romanında çok güçlü bir yazar. Eser yazık ki ilgi devşirmeyecek...

Kadıköyü bugün çok değişti, biliyorum. Kadıköyü'nde, Bahariye Caddesi üstündeki Geren Apartımanı'nın giriş katında doğmuşum. Kadıköyü'nde büyüdüm. O günlerin Kadıköyü'nden neredeyse hiçbir şey kalmadı geriye. Anılarım yetmediğinde Safiye Erol'un romanını tekrar okurum. Haydarpaşa, mendirek, vapurlar, deniz fenerleri, iskele, Altıyol, Bahariye, Moda, Frerler Mektebi, Şifa hep oradadır, hem de ne ince tasvirlerle!

Safiye Erol'un üç romanı daha var: Ülker Fırtınası, Ciğerdelen ve Dineyri Papazı. Bu üç roman da İstanbul'un romanları arasındadır. Gerçi Ciğerdelen tarihe açılır. Ama başlangıcındaki kübik İstanbul evi, Canzi'nin Ayaspaşa'daki küçük dairesi gözümün önünden gitmez.

Dineyri Papazı'ndaysa İstanbul Boğaziçi-'nden Beyoğlu'na akıp gider. Ülker Fırtınası bir yandan 'hışma uğramış' alaturka müziği irdelerken, bir yandan da İstanbul yaşamasından peyzajlar sunar.

Hak ettiği ilgiyi devşirememiş bir başka Kadıköyü romanı var: Feyyaz Kayacan'ın 1982'de yayımladığı Çocuktaki Bahçe. (Belki hatırlayan çıkar, iki üç yıl önce, yine bu köşede Çocuktaki Bahçe için yazmıştım.)

'Hikâyeci' Feyyaz Kayacan üzerinde iyi kötü durulmuş. Ama Çocuktaki Bahçe tam anlamıyla göz ardı edilmiş. Kayacan, "Çocuktaki Bahçe iki yanlı bir roman" diyor, "bir yanı meddah, bir yanı Kafka. Bu iki öğe, durmadan yer değiştirmekte, birbirini etkilemekte." Meddahçılar Kafka'dan, Kafka'cılar meddahtan hoşlanmadıklarından olacak, Çocuktaki Bahçe'ye apar topar ölü toprağı serpilmiş.

Oysa gizli bir başyapıt Çocuktaki Bahçe. İşte Kadıköyü'nden "payton"lar geçiyor. Daha doğrusu geçip gitmiş "payton"lar; anlatıcı belleğinden çıkarıyor, atları, arabacıları, hele kamçıları! Alıntılıyorum:

"Ne güzel şeylerdi o kamçılar. Ne nazlı gösterişleri vardı. Bunlar kötek aracı değildi, arabacıların beğeni anlayışlarının birer ölçütüydü. Kamçıların ucu boncuklar, renk renk kurdelelerle süslü. Saplarına bakır, pirinç, nikel halkacıklar geçirilmiş. Daha üstünde, balmumu sürülerek sırım gibi dayanıklı kılınan mavi, kırmızı, yeşil, sarı sicimler sarılı sıkı sıkı. Her kamçı değişik bir yaratıcılığın elinden çıkmaydı. Kamçıların paşası, kamçıların kralı, kamçıların firavunu idi bunlar."08 Ekim 2011, Cumartesi

İstanbulun romanları-2

 

 
 

 

Zaman Cumartesi geçen hafta beni şımarttı. Dilim döndüğünce anmaya, anlatmaya çalıştığım "İstanbul'un Romanları" yazısı baş sayfadan, üst köşeden duyuruluyordu. Bundan cesaret alarak İstanbul'un romanlarına devam ediyorum.

 

Aslında, İstanbul'un romanları bitecek gibi değil.

Meselâ Hüseyin Rahmi de unutulmayacak bir İstanbul romancısıdır. Cevdet Kudret ondan söz açarken, eserlerinin İstanbul yaşamasına en ince ayrıntıyı bile ihmal etmeksizin açıldığını belirtir ve şöyle demek ihtiyacını duyar: "Onun eseri ortadan kaldırıldığı zaman, yarım yüzyıllık toplum hayatımız üzerindeki bilgimizin ne kadar azalacağını düşünmek, bu eserlerin toplumsal değerini anlamak için yeter bir kanıttır."

Gerçekten, Hüseyin Rahmi'nin anılardan, yaşantılardan ve 'kendi şimdiki zamanı'ndan yola çıkarak yazdığı İstanbul bugünün yirmi milyonluk kentiyle kıyaslansa, akıllara durgunluk verici bir dökümle yüz yüze geliriz. Neler değişmiş, niye değişmiş, bu değişmeler iyi mi olmuş, kötü mü olmuş, mimarîden insan ilişkilerine, yaşama biçiminden gelenek ve göreneğe, birkaç kitabın konusu olabilir bu döküm.

Hatta bu romanlar aynı dönemde yazılmış, yayımlanmış başka romanlarla yan yana okunsa, yine çok şaşırtıcı sonuçlara varılabilir. Hemen örnek vereyim. Halid Ziya'nın Aşk-ı Memnu'u ve Hüseyin Rahmi'mizin Cehennemlik'i.

İkisi de Boğaziçi'nde, ikisi de Boğaziçi'nin bir yalısında geçiyor. Ama ne kadar farklı gözlemler ve tahlillerle! Aşk-ı Memnu'da Adnan Bey yalısı bütünüyle alafranga bir hava estirir. Cehennemlik'te Hasan Ferruh Efendi'nin eviyse bütünüyle alaturka. Aşk-ı Memnu 1900 tarihli; Cehennemlik 1924 yılında kitap halinde yayımlanıyor, daha önce İleri gazetesinde tefrika edilmiş.

Halid Ziya Uşaklıgil, Suut Kemal Yetkin'e ünlü mektubunda, o zamanlar Boğaziçi'nde Adnan Bey yalısındaki gibi yaşayan aileler vardı diyor. Yanı başında, muhakkak ki, Cehennemlik'te olduğunca yaşananlar da vardı. İstanbul yaşamasının zenginliği ve çeşitliliği, bu iki

sayesinde, adeta sosyolojik bir çalışma için gözler önüne seriliyor...

Hiç de muhafazakâr, tutucu olmayan Hüseyin Rahmi'nin 'alafrangalık' meselesinde bazı tereddütleri var. Kaleme getirdiği Şıpsevdi'nin ilk adı Alafranga'ymış. Eserinin başına önsöz yazan romancı, bizde kaç çeşit alafrangalık alıp başını gitmiş, tatlı tatlı anlatır. Batı medeniyetine hiçbir itirazı yoktur, açıkça vurgular: "Batı medeniyeti bize uyarıcı bir meşale oldu. Bundan sonra da ilerleme işinde önde önümüzde gidecektir."

Ne var ki, Hüseyin Rahmi, "Frenklere tapma hastalığına yakalanmışlar"a itiraz etmektedir. Şıpsevdi'nin baş kişisi onlardan biri mi? "Hayır" diyor yazar. Ama istihzasını ekleyerek: "Göreceğiz ki o da değil. Bazı sınırlı zamanlarda akıllılık anları görülmesine bakılırsa, seyrek nöbetli sıtma gibi, aklı gelir gider takımından olması daha kuvvetli bir ihtimaldir." (Zahir Güvemli sadeleştirmesi.)

Şıpsevdi'nin daha giriş bölümünde, yüz yirmi yüz otuz yıl önceki İstanbul'un 'atlı tramvay' düzeni sanki şimdi yaşıyoruzcasına bize yansır. Eğer bu harikulâde bölüm yazılmasaydı, Cevdet Kudret'in söylediği gibi, dünkü yaşayışımızdan habersiz kalırdık.

Hele o, dükkânının önüne mangal çıkarmış cızbız köfte pişiren kambur kahveciyle atlı tramvaydaki kadınların karşılıklı konuşmaları sahnesi, kaçgöç devri açısından okunsa, İstanbul'da kadın erkek ilişkisinin bambaşka bir çehresini duyumsatacaktır.

İstanbul'u romanlardan 'okumak ve yaşamak' isteyenler, şüphesiz ki, Abdülhak Şinasi Hisar'ın eserine de başvurmak zorundalar. Zorundalar diyorum, çünkü Abdülhak Şinasi Hisar'ın etrafındaki kayıtsızlık, ilgilenmeyiş sisi, o yoğun sis bir türlü dağılmadı. Çamlıca'daki Eniştemiz yazarı, ne yazık ki ölümden sonra, Tanpınar'ın gördüğü rağbeti göremedi. Belki yarın; gönülden dilerim, yarın...

On dokuzuncu yüzyıl sonu İstanbul'u, yirminci yüzyılın başı da, Abdülhak Şinasi için Çamlıca, Rumelihisarı, Büyükada'dır. Oralarda yaşamış olması yol açmıyor sadece bu üçgene. Dile getirmek istedikleri daha çok oralara yakışıyor. Bakıyorsunuz Nigâr Hanım, ünlü kadın şair, aynalar karşısında süslerinden arınıyor. Romana geçtiğinden beri artık bizim de eniştemiz, hem de 'deli eniştemiz' sayılabilecek Vamık Bey Çamlıca'da aşçılıkla meşgul. Ali Nizamî Bey manevî bir âleme karışmadan önce, Büyükada'da Avrupaî şaşaalar yaşıyor...

Yalnız Fahim Bey, onun İstanbul'u biraz daha geniş perspektifli...

Şimdi birdenbire Peride Celâl'le Boğaziçi Mehtapları şairine dair söyleşilerimiz çınlıyor. İkimiz de Hisar yanlısıyız ve ikimiz de Vedat Günyol'un Hisar imzalı esere "manevi romatizma" nitemini üzülerek konuşuyoruz. Değerli romancımız, "Boğaziçi'nin yaz günlerinde bile dinmeyen serinliği hissolunur onun kitaplarında" diyor.

Ben Peride Celâl'in romanlarında da İstanbul'u bol bol yaşadım. Çağ artık Cumhuriyet dönemi. Ankara başkent. İstanbul ikinci planda mı kalmış? Sanmıyorum. O günlerin Ankara'sı Yakup Kadri'nin romanındadır: Ankara. Ve bu Ankara bayındırlıktan uzak haliyle İstanbul'dan, İstanbul kültüründen bir şeyler bekleyip durur.

Peride Celâl ise, büyük kentli yaşamasının özünü kaleme getirir romanlarında. Otuzların, kırkların dünyası Atmaca ve Dar Yol'dadır. Dar Yol'un Kızıltoprak, Fenerbahçe sahneleri, o bahçeli ev, kıyı gazinoları, bol ağaçlı kır kahveleri gönül okşar.

Üç Kadın'da Florya, Şişli, Ayaspaşa ve yine Kadıköyü. Gecenin Ucundaki Işık'ta Çiftehavuzlar. Otobiyografik özellikler taşıyan Kurtlar'da ise ağırlıklı olarak Bebek.

Yıllar ilerledikçe romanların semtleri değişiyor. Nâmık Kemal 1876 tarihli İntibah'ta Çamlıca'yı seçmişti. Biraz sonra Araba Sevdası da oralarda dolanır. Demin andığım Çamlıca'daki Eniştemiz artık Çamlıca'dan ayrılışı söyler. Çamlıca sanki hatıralara karışmaktadır.

Şimdi Suadiye'nin, Caddebostan'ın, Fenerbahçe'nin, Kalamış'ın günleri. Refik Halid bir yazısında, Caddebostan'ı değil Cadıbostanı'ydı diyor; o kadar ıssızmış... Ama renkli, süslü dünyalar anlatma ereğindeki popüler romanlarda Caddebostan, tıpkı Suadiye ya da Kalamış gibi, gönüller okşayacaktır. Tabiî sonra bu lüks semtlerin de şöhreti sönecek...

Dersaadet'te Sabah Ezanları olsun, 'O Karanlıkta Biz' olsun; Attilâ İlhan da İstanbul'un romanını yazmaktan uzak durmamıştır. Hele, 'O Karanlıkta Biz'in İkinci Dünya Savaşı'nın ortasındaki Beyoğlu sahneleri enikonu etkileyicidir: Karartma gecelerinin gerisindeki ala ala hey İstanbul, Beyoğlu...

Çok erken yitirdiğimiz Ziya Osman Saba, bütünleyebilseymiş, Değişen İstanbul'unda birbirinden hem bağımsız hem de birbirine eklemlenen bölümlerle bir anı-roman yazmak istiyormuş. Kendi çocukluğunun, yeniyetmeliğinin ve gençliğinin, İstanbul odaklı anı romanını.

Değişen İstanbul bu yarım kalmış haliyle de İstanbul'a dair pek çok incelikle donanmıştır.

Galiba öz İstanbul bundan böyle hemen hep anı-romanlarda karşımıza çıkacak. Birkaç ay önce Nazlı Eray'dan Tozlu Altın Kafes'i okudum. 1950'lerin iyice sonunda, 1960'ların başında, o sakin Kalamış, yine gürültülü patırtılı Beyoğlu handiyse gözlerimi yaşarttı.

Sonra, 2000'lerde Nazlı Eray, Galata'daki Konak Kafe'ye geliyor ve uzaktaki Eyüp'e bakarak yitip gitmişlerden sesler, yankılar duyuyor...

15 EKİM 2011

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum