MUĞLA'DA BİR ŞENLİĞİN ARDINDAN -3 DARIYERİ ŞENLİĞİ İZLENİMLERİ: ŞENLİKTEN SONRA

MUĞLA'DA BİR ŞENLİĞİN ARDINDAN -3 DARIYERİ ŞENLİĞİ İZLENİMLERİ: ŞENLİKTEN SONRA
01 Ekim 2023 - 10:41
MUĞLA’DA BİR ŞENLİĞİN ARDINDAN -3: DARIYERİ ŞENLİĞİ İZLENİMLERİ
                                                                                                                      Osman Çeviksoy

         ŞENLİKTEN SONRA
         Pencere aralığından odamıza dolan sabah ezanıyla yorgunluğumuzu atmış, dinlenmiş olarak uyanmak güzeldi. Sonra kuş sesleri… Kulaklardan gönüllere doğru süzülen, insanı farklı âlemlere, farklı anılara taşıyan bülbül sesleri… Bülbüller susarken sesi güçlü başka kuşlar seslerini duyurmaya başladı. Sanki konuşuyorlardı. Birinin söylediğine diğeri cevap veriyordu. Sonra serçeler… Serçeler pek yamandı. Serçeler giderek çoğaldı, başka bütün sesleri bastırdı. Bir an geldi, serçe sesinden başka kuş sesi duyulmaz oldu. Sanki milyonlarca serçeden oluşan bir ordu bizim için eşsiz bir senfoni oluşturmuşlardı. Senfoniyle canlanan anılarımı, bu minicik kuşların beni geçmişin nerelerine götürdüklerini anlatmayacağım. Çünkü yazdıklarımın hikâye olmasını değil, hikâye tadında gezi yazısı olarak kalmasını istiyorum.
         İçeriden gelen tıkırtılar beni geçmişten kopardı. Bütün odaları misafirlerle dolu olan dairede birileri uyanmakla kalmamış, kalkmıştı da. Az sonra dairenin dışarıya açılan çıkış kapısı makul bir tıkırtıyla açıldı, birkaç saniye sonra da kapatıldı. Erken kalkan kişi ya da kişiler dışarıya çıkmışlardı. Dışarıda alçak sesle konuşmalar oldu. Ardından bir arabanın motor sesi duyuldu, kapılarının kapatılmasıyla motor sesi yükseldi. Ses yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı, sonunda duyulmaz oldu. Bu giden Alişan Kapaklıkaya olmalıydı. Sabahtan kalkacak uçağına yetiştirilmek üzere Dalaman Havaalanına götürülüyordu.
         Ortalık iyice ışımıştı.
         Biz de kalkıp giyindik. Perdeyi sıyırınca avludaki büyük piknik masasında üç kişinin oturmakta olduğunu gördüm. Sohbet ediyorlardı. Hem sabahın serin yayla havasını ciğerlerime doldurmak hem de sohbete katılmak için dışarıya çıkıp yanlarına vardım. Masada bizi havaalanından alan Mevlüt Koç’un ağabeyi, şenliğin yükünü omuzlayan İdris Koç’un babası,ev sahibimiz İlyas Koç, dün kitaplarını imzalayan iki yazar arkadaşımız Alparslan Demir ve Levent Preveze vardı. Az sonra cezaevi müdürü diye tanıştırıldığım, hemşerim Enes Berksun geldi. Şenlik odaklı sohbetimiz kuşların sunduğu fon müziği eşliğinde koyulaşarak devam etti. Bir süre sonra bize İdris Koç ve sürekli koşturan oğlu Ümit katıldı. İkisi de yorgunluklarından kurtulmuş gibiydiler. İkisi de başarıyla yürüttükleri ilk ve büyük bir organizasyonu geride bırakmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Eminim, İdris Koç’un eşi Özlem Hanım başta olmak üzere hayli geniş ailenin bütün üyeleri aynı mutluluğu yaşıyorlardı. Kenarda oturmuş bizi dinleyen, ancak bir şey sorulduğu zaman söze karışan eşim, son derece mutlu görünüyordu. İyi ki ısrarla birlikte çağırılmıştık, iyi ki birlikte gelmiştik…
         İdris Koç, kısa bir telefon görüşmesinden sonra “Hocam, kalkalım!” dedi.
         “Nereye?”
         “Erdal abiler bizi kahvaltıya bekliyor.”
         Kalktık, kalanlarla vedalaştık, beş kişi yola çıktık. Çok geçmeden yoldan ayrılıp bir evin önünde durduk. “Burası dayımın evi Hocam!” dedi İdris Koç. “Şimdi dalından incir yiyeceğiz. Biraz da toplayıp Erdal abilere götüreceğiz.” Bizim için tam bir sürpriz olmuştu. Biz bu yaşa kadar inciri sadece satın alarak yemiş, dalından kopararak yememiştik. Evin güler yüzlü hanımı, bizi incir ağaçları arasındaki binanın sağ yanına yönlendirdi. Oradaki iki ağacın meyveleri olgunlaşmıştı. İlk kez dalından incir yemeyi öğrendik ve yedik. Önce dalı tutuyor, üzerindeki incirlerden rengi sarıya yaklaşmış olanı yokluyor, yumuşamışsa olgunlaştığını anlıyor, koparıp yiyorduk. Gerçekten cennet meyvesi denildiği kadar vardı. Ne güzel ne tatlı meyveydi incir. Yedikçe yiyesi geliyordu insanın. Yine de ölçüyü kaçırmamak gerekirdi.
         Evin sahibinden helallik alıp tekrar yola koyulduk. “Sizi dün geldiğiniz yoldan değil başka yoldan götüreceğim” dedi İdris Koç. Bakmaya doyamadığımız manzaraları geride bırakarak yol almaya devam ettik. Denize doğru inmeye başladığımız bir sırada yolun hafifçe dışına çıkarak durduk. Burası Göcek Koyu seyir terasıydı. Büyük şehirlerde karşı binaların duvarlarına, en fazla üç yüz, beş yüz metrelik mesafelerdeki estetikten uzak yığıntılara bakmaya alışmış gözlerimiz, nefis bir doğa ziyafetiyle karşı karşıyaydı. Gök mavisi; içinde küçük, beyaz, şekilli bulutlar… Deniz mavisi; dümdüz, lekesiz, sakin… Ve mavi bitmeden başlayan yeşillik… Beyazla mavinin, maviyle yeşilin gözleri dinlendiren, gönüllere huzur veren uyumu… Denizle kara ancak burada olduğu kadar yakışır birbirine. Seyrine doyamıyoruz.  Fotoğraflar çekip ayrılıyoruz.
         Deniz seviyesine iyice yaklaşınca İdris Koç sağ ön tarafımızdaki deniz manzaralı, taştan yapılmış, ikişer katlı villaları işaret etti. Yeşillikler arasında, cennet köşkleri gibi güzel görünen beyaz villalar gerçekten çekiciydi. “Hepsi İngilizlerin!” dedi. Bu güzel vatan parçasının İngilizlere hangi iktidar zamanında satılarak üzerine bu güzel villaların yaptırıldığını da söyledi. Ben yazıma siyaset bulaştırmak istemediğim için satışlar devam etti mi, bugünkü durum nedir, yazmayacağım. Yazsam da yazmasam da okurlarım bu konulardaki düşüncelerimi bilirler…
         Ana yola çıktık. Dalaman’a ve Muğla’ya uğramadan yola devam ettik. Hedefimizde Yerkesik beldesinin Kerimoğlu türküsüne ve zeybek oyununa kaynaklık eden Kerimoğlu Evi vardı. Menteşe Belediyesi tarafından düzenlenerek müze hâline getirilen ev yine belediye tarafından turistik amaçla işletiliyordu. İşletme yapılarıyla geçmişte kullanılan araç ve eşyaların sergilendiği yapılar ileride görünüyordu. Biz de kahvaltıyı orada yapacaktık.
         Pisili köyünden, bir yaralama sebebiyle dağa çıkmış, yiğitliğiyle ünlü Kerimoğlu Eyüp (1882-1901) henüz on dokuz yaşındayken buradaki evde, sabaha karşı, uykuda kurşunlanarak öldürülmüştü. Eyüp'ün anası Hatça Kadın ve sevgilisi Sarı Sultan tarafından yakılan ağıtlar, “Haydülen de haydülen” diye başlayan Kerimoğlu türküsünün sözlerine kaynaklık etmişti.
         Arabamızı park yerine bırakıp müze hâline getirilen evin ve işletmenin bulunduğu araziye girerken gördük; girişin sağında Kerimoğlu’nun vurulduğu ev, solunda hediyelik eşya ve organik incir, kavun, karpuz satan köylü kadınlar vardı. Sergilenen eşyaların hemen hepsi kadınların kendi el emekleri, göz nurlarıydı.
         Dostlarımızı daha fazla bekletmek istemediğimiz için oyalanmadan yürüdük.
         İsmail Zorba, Ziya Karabulut, Erdal Çil, eşi ve kızı genişçe bir “köşk”e kurulmuşlar hem bizi bekliyorlar hem sohbet ediyorlardı. Köşk dedikleri, yüksek ağaçların gölgelerine tamamen ahşaptan yapılmış, birkaç basamakla çıkılan, ayakkabısız girilen, dört yanı açık, üstü kapalı; güzel motifli kilimlerle, kabarık yün minderlerle, yan yastıklarıyla döşenmiş, kare şeklinde dinlenme yerleriydi. Şark odasından çok evlerden bağımsız dayalı döşeli balkonlara benziyordu. Tam orta yerinde tepsi, tabak, semaver ve benzer şeyler koymak için bir tabla duruyordu.
         Ayakkabılarımızı çıkarıp biz de köşke girdik, ayaküstü hoşbeşten sonra oturduk. En fazla kaç kişi oturabiliyordu, bilmiyordum ama biz on kişiydik, rahatça sığdık. Sıkışık oturulursa on beş kişiyi de alabilirdi. Sıcak havalarda benim aradığım; gölge ve birazcık da esintiydi. Köşkte ikisi de vardı.Daha değerlisi, daha güzeli, en güzeli; köşkte ince düşünen, samimi, sıcak kanlı dostlarla beraberdik. Burada kahvaltı fikri geçen yıl bizi yaylaya götüren İsmail Zorba’dan çıkmış olmalıydı. Eminim, Erdal Çilde konuk hanım, yani eşim, ortamda kendini yalnız hissetmesin düşüncesiyle eşi ve kızıyla gelmişti. Hanımlar, belki de ortak yönlerinin daha fazla oluşundan dolayı biz erkeklerden daha çabuk anlaşıyorlar, kaynaşıyorlardı. Gerektiğinde herkesin söz alabildiği sohbetin koyulaşmaya başlaması fazla zaman almadı. Böyle güzel bir ortamda insan, kahvaltı yapmadan, sadece sohbetle bile doyabilirdi.
         Bir ara İsmail Zorba “İki dakikanızı alarak size yeni yazdığım bir yazıyı okumak istiyorum!” dedi. Gözler ve dikkatler ona çevrildi. Cebinden çıkardığı katlanmış kâğıtları açtı, okumaya başladı. Yazı bana hitaben yazılmıştı, beni anlatıyordu. O kadar güzel, övgü dolu ifadeler kullanılmıştı ki mahcup oldum. Yüzümün hafiften kızardığını hissettim. Yazının okunması sona erinceye kadar hep önüme baktım, başımı kaldıramadım. Aslında İsmail Zorba kendisi güzel insandı. Güzel bakmış, güzel görmüştü. Bir anlamda kendi yazarlık serüveninden izlenimler sunuyor, kendi insanî özelliklerini anlatıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. “Bu ifadelere layık mıyım, bilmiyorum ama layık olmaya çalışacağım!” dedim.
         Uzaktan bizi gözetleyen hanım görevliye sanırım Erdal Çil, “Başlayabilirsiniz!” işareti verdi, servis başladı. Görgüsüzlükten kaçınmış olmak için “sıcak gözleme” ve “taze çay” diyeceğim gerisini demeyeceğim. “Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüğün yerleri anlat!” sözü yaygındır, doğrudur. Hazırlattıkları zengin sofraları sosyal medyada paylaşan insanlar bana hep bu sözü hatırlatır ve onları kınarım. Kınanacak duruma düşmemek için “Nefis bir kahvaltı yaptık” demekle yetiniyorum.
         Hepimiz çayı çok seviyorduk. Kahvaltıyı bitirsek de çay faslına devam ettik. Hanımlar yirmi metre kadar ötemizde daha küçük bir köşke taşındılar. Onlar taze çay eşliğindeki sohbetlerine orada devam ettiler, biz yerimizde…


 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum