MERVE CAN : UĞURSUZLUK

O gösterişli ihtişamlı binaya gelmiştim. Öz çekim yapıp yeni iş yerimi paylaşmayı düşündüm ama çok küçük bir ihtimal de olsa işe girememe ihtimalim vardı daha. İçeri girip danışmayla konuştum ve beni bir odaya götürdüler, aynı filmlerdeki gibiydi. İnanamıyordum. Sandalyede arkası dönük oturuyordu. Çok havalıydı, kalbim yerinden fırlayacaktı. Merhaba dedim heyecanımı kusarak.

 MERVE CAN : UĞURSUZLUK
25 Şubat 2017 - 19:44 - Güncelleme: 25 Şubat 2017 - 20:19

                                          UĞURSUZLUK

O gün gece uyumamama sebep olan heyecanım sabah erkenden kaldırmıştı beni. Alarmdan önce kalktım, kahvaltımı yapıp hazırlandım ve çantamı tekrar tekrar kontrol edip çıktım dışarı. Bugün benim hayatımı değiştirecek en önemli gündü. İş görüşmem vardı ve bu sefer olacaktı. Hissediyordum. Kırk altıncı olacak bu görüşmem ilk değil ama son olacaktı. Diğerlerinde benim bir suçum yoktu; patrondan çay istemem aradaki statü farkını kaldırmak ve kast sisteminin etkisini silmekten başka bir şey değildi. Ofisin şeklini değiştirmem de dört gündür aynı dekordan sıkılmış olmamdı. Maalesef işe beşinci güne gitmemem istendi. Yumuşak tüylü yeşil halımı ve mavi perdemi getirmemin de tek sebebi vardı, kendimi evimde hissettiğimde daha verimli çalışmam. Başka işimde, dördüncü günümdü ve köpeğimi yanıma almıştım çünkü evde çok sıkılıyordu. Şimdi bunlarda herhangi bir absürtlük göremiyorum ben. Ama bugün, bugün daimi bir işe giriyorum. Dakikalar kaldı.

İşyerinin müdürüyle görüştüm, benimle özel olarak ilgilendi. Cv mi okumuş, soracak olduğu birkaç soruyu mail yoluyla illetti bana ve gayet pozitif konuştu. Ümitvariydi. Her şeyden önce adı skandaldı: Togutay! Hayatımda ilk ve son olacağı kesindi bu ismin. Çok entel ve elit biri olduğu kesindi. Konuşmalarından, noktalama işaretlerinden, mesajı yazışından anladığım şuydu ki, kesin; uzun boylu, zayıf, dalgalı ve ince telli bir yana attığı saçları vardı. Hatta belki bir de gözlük takıyordu. Ama büyüleyici özellik olacağı kesindi. Ses tonu da eminim etkileyiciydi, ağır ve tok… Böyle biriyle iş yapmak isterim, nitekim öyle de olacak. Büyük işler başaracağız birlikte.

O gösterişli ihtişamlı binaya gelmiştim. Öz çekim yapıp yeni iş yerimi paylaşmayı düşündüm ama çok küçük bir ihtimal de olsa işe girememe ihtimalim vardı daha. İçeri girip danışmayla konuştum ve beni bir odaya götürdüler, aynı filmlerdeki gibiydi. İnanamıyordum. Sandalyede arkası dönük oturuyordu. Çok havalıydı, kalbim yerinden fırlayacaktı. Merhaba dedim heyecanımı kusarak. Ama içimden, önce provasını yapmam lazımdı. Selam mı demeliydim yoksa? Ya da sıcak bir ortam oluşturmak için biraz daha gevşek hitaplar; naber filan mesela. Moruk fazla kaçardı. Ağzım beyninden bağımsız hareket etti ve merhaba dedim. Sanki şey gibi hissediyordum, şey; saç tellerimin hepsi beynime batıyormuş ve beynim kulağımdan akacak gibiydi. Sandalye kıpırdamamış herhangi bir karşılık da verilmemişti merhabama. Ne kadar da asildi.

Dakikalar sonrasında, merhaba sesiyle irkildim. Sanki boğazına sinek takılmış kedinin sesini andırıyordu. Rahatsız ediciydi nereden geldiği anlamak için etrafıma bakındım. Koridordan geçen yeni iş arkadaşlarımdı herhalde. Sandalye bana doğru döndü ve kalbimi sanki önce tavada ısıtmışlar sonra da derin dondurucuya koymuşlardı. Bu his çok farklıydı. Boyu kısa, kilolu kel bir adamdı bu patron! Ben şok demekten başka şansım kalmadı.  Hoş geldin dedi yine boğazındaki sineği atamamış kedi sesli adam. Ağzım açıktı ve kapatmayı akıl edemiyordum. Kendimi düdüklü tencerede sıkışmış çocuk kadar çaresiz hissediyordum. Arkama bakmadan kaçmak geçiyordu aklımdan. Bu neydi böyle! Togutay bu muydu? Ahh… Ne yaptım ben. Nasılsınız dedi ağzı solucan dolu bir bukalemun gibi anlaşılamayan bir tonla. Adamın gözlerinin içine bakakalmış öylece duruyordum. Suratımın ne kadar iğrenç bir hal aldığını tahmin bile edemiyordum. Cevap vermeliydim. Yanlışlıkla gelmişim, benim halamın oğlunun mevlidi vardı deyip çıkmalı mıydım? Acele etmemeli miydim? Birden iyi, siz? Dedim. Biz, biz aynı... Dükkânla ev arasında geçiyor ömrümüz, elimizde tepsiyle. Ne olsun hayat işte.

Ne diyordu bu adam, bu şirketin müdürü, elinde tepsi ne alaka, dükkân dediği bu uluslararası şirket miydi? Kafam iyice karışmıştı. İşi almam lazımdı ama bu adamı gördükten sonra işten de işyerinden de soğumuştum. Beni önündeki sandalyeye buyur etti biraz zorla konuştuktan sonra tanışma faslı bitmişti. İşten ve geçmişimden konuşmaya başlamıştık. Bu iş yerinden, prensiplerinden… Ama adam çok saçma ve mantıksız konuşuyordu, mesela; işyerine gidiş geliş vakitlerini ve şekillerini konuşurken, dolmuş paralarının fazlalığından yakınıyor, maaş konusunu ve şirketin giderlerinden bahsederken bakkala olan borçlarına üzülüyordu. Kafam zil çalıyordu. Bu deyimin yerinde olmadığını da fark ediyordum ama her şey çok anlamsızlaşmaya başladı. Adamın söylediği alakasız şeyler sıklaşmaya ve canımı fazlasıyla sıkmaya başladı.

Tutamadım kendimi ve bağırdım; ne diyorsun sen be! Alay ettiğini mi sanıyorsun? Nasıl müdür oldun buraya, seviyesiz! İstemiyorum aptal işinizi de gereksiz şirketinizi de! Ne salak bir şirket! Tam bu esnada arkamdan öhöm sesi geldi ve birden arkamı döndüm. Sesi muhteşemdi ve uzun boyluydu. Dalgalı ince telli saçları vardı sağ tarafa attığı ve masmavi gözleri parıldıyordu göz kapaklarının arasında. Hayri! Ne yapıyorsun yine! Çık dışarı! Sandalyede oturan kel göbekli adam küçük haylaz bir çocuk gibi sırıtarak yerden tepsi alıp geçti gitti yanımdan. Gözleri kocaman olmuş ağzını açmış gülüyordu.

Uzun boylu esrarengiz adam kafasını iki yana sallayıp of dedi ve sandalyeye oturdu. Masanın üstünde bozulmuş olan iki üç şeyi düzelttikten sonra kafasını kaldırdı ve ’siz kimsiniz dedi’. Büyüleyiciydi tek kelimeyle. B… ben. Ben Merdane Kazçalan. Adam, ha hatırladım dedi. Keyfi yoktu ve sinirli gibiydi. Pencereden baktıktan sonra; deminki adam şirketin çaycısıdır. Babamdan kalan bu şirketin şimdiye kadar olan tek çaycısı ve babamın da değişmemesini vasiyet ettiği nadir şeylerden biriydi. Bu yüzden bunlara göz yumuyorum, birçok kez böyle patavatsızlıklar yaptı, rahatsız zaten beyninden. Sırf babam için ses çıkartmıyorum. Ona kıyamıyor ve yardımcı oluyordu maddi yönden.

Dünyalar benim olmuştu, hayalimdeki gibi bir patron, istediğim gibi bir iş yeri ve mükemmel bir gün. Eğer derse ki işe alındın –ki kesinlikle böyle olacak- hemen bugün başlayacağım yarını beklemeyeceğim.  Konuşmaya devam etti;  ve sen babamın zamanında dişini tırnağına takarak açtığı bu işyerine gereksiz ayrıca salak dedin, değil mi? Dilim tutuldu, sürekli güneşe bakan bir anten kadar ısınmıştı vücudum. Çantam hala kolumda mıydı? Gözümün arkasında bulunan sarı nokta sanki gözümün önüne gelmişti ve her yer sarı puanlı görünüyordu. Neden demiştim bu saçma kelimeyi! Ben tam bir geri zekâlıyım! Konuşmaya devam etti pişmanlığımı arttırarak; onun için burada işin yok.  Çıkabilirsin. İşte vurucu darbe… Kendimi savunmalı ve bu işyerinde işe girmeliydim. Hiç düşünmeden o lafları bu iş yerine söylemediğimi söyledim. Bunun üzerine babasının ona ölmeden önce son söylediği söz olan ‘ sakın yalancılara fırsat verme…’ sözünü vurdu yüzüme şamar gibi. O çaycı patavatsıza söylediğimi ileri sürünce de babasının Haydar’ a çok önem verdiğini söyledi. Bu işe çok ihtiyacımın olduğunu hasta çocuklarıma bakmam gerektiğini söyledim hangi akla uyup söylediysem. Buna karşılık da mailimin açık olduğu lap topumdan nerede oturduğumu, geçmişimi, maddi durumumu bildiğini söyledi. Ayrıca tekrar yalan söylemem konusunda uyardı. Babasının muhtaç olmadığı halde düşkün konuşanlardan nefret ettiğini söyledi. Belki onun bu kadar lafından çıkmadığı babasının öz çocuğu olmadığını söyleyince saçmalıkta zirveye çıkmıştım. Kolumda iki güvenlikle kapıda buldum kendimi. Getirdiğim dosyaları bir sinirle bağırarak kapıya fırlattım. Çevreden gelip geçenler bakıyordu. Umurumda değildi.

Kollarını yere sürüyen maymunu anımsatıyordu, bitkin ve yavaş yürüyüşüm. Hiçbir işim yolunda gitmiyordu. Siteme geldim, apartmanda kendi katıma çıkarken üç kattan yuvarlanarak düştüm. Üstüm yırtılmış topuğum kırılmıştı. Dişlerimi sıka sıka bağırıyordum. Asansöre bindim yürüyerek çıkmayacaktım. Kapıma geldiğimde tüm çantamı kapının önündeki küçük halıma boşalttım anahtarımı evde unutmuşum. Kapıyı yumruklarken tekmeler atarken yoruldum ve çilingiri çağırdım. Kırk dakika sürdü gelip açması ve benim içeri girmem. Ceketimi çıkartırken ceketimin cebinde anahtarımı gördüm ve ceketimi fırlatıp attım. Bunlar şaka mıydı? Anahtarı ayrı yere fırlattım. Çığlıklar atıyordum sinirlerim alt üst olmuştu. Bugünün nesi vardı! Bağırıp çağırmaktan ve bir yerlere yumrular atmaktan yorulmuştum ki telefonum çaldı. Kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. Açtım, ‘ne’ dedim. ‘Merdane hanım siz değil misiniz’? ‘Evet, benim ne vardı, siz kimsiniz’ dedim.

Kadının dediklerini duyduğumda her şeyden önce kendimi pencereden atmak için hazırlanmak geçti aklımdan. Geçen hafta kabul edilmiştim bir işe ve bugün başlayacaktım nasıl da unutmuştum! Offf!! Haftada iki gün çalışacağım, eve özel taksiyle getirilip götürüleceğim, aylık yirmi gün izin hakkım olacak ve limitsiz alış veriş kartı vereceklerdi.

08.02.2017 MERVE CAN

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum