Hilmi Yavuz:

Beş yıl aradan sonra Yara Şiirleri’ni yayımlayan Hilmi Yavuz, “Dünyada yaraların sağalması ancak bir şeye sığınmakla mümkün olabilir. Bu sığınma da imandır!” diyor

Hilmi Yavuz:
04 Aralık 2012 - 23:36

 

TÜEK Şiirinin yaşayan büyük ustalarından Hilmi Yavuz, şairliği kadar denemeci, felsefeci ve ‘hoca’ kimlikleriyle de edebiyat ve düşünce hayatımıza yön veren bir entelektüel, bir sanatkâr. 76 yaşında. Ama her daim genç. Eserleriyle de, dimağıyla da... Kırka yakın kitapta imzası var. Halen Zaman gazetesinde köşe yazıları kaleme alıyor ve Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde derslere giriyor. 5 yıl aradan sonra Yara Şiirleri’ni yayımladı. Hocayla şiirden ve hayattan konuştuk.

-Yara Şiirleri’nde Hilmi Yavuz dünyaya, eşyaya karamsar bakıyor. Buraya nasıl gelindi?

İnsan belli bir yaşa gelince o güne kadar dünyayı anlamada ve anlamlandırmada kullandığı ölçütlerden daha farklı birtakım kriterleri kullanmaya başlıyor. Dünyaya iyimserlikle bakmanın ötesinde bir durum bu. Galib gibi söyleyeyim, zâtıma hoşça bakamıyorum artık! Bu kötümserlik ya da iyimser olmayışın önce kendimden başladığını söylemeliyim. Bugüne kadar sürdürdüğüm hayatın bana çok büyük bahtiyarlıklar getirmediğini ifade etmeliyim. Dışarıdan bakılınca belli birtakım başarılarla geçirilmiş bir hayat görülüyor ve dolayısıyla o hayatın çok fazla kötümserlikle değerlendirilmemesi gerektiği düşünülür. Oysa öyle değil. Ben önce kendi varoluşum ile hesaplaşmak ondan sonra bu hesaplaşmayı kendimden yola çıkarak çeşitli insanlara ve Türkiye’ye yaymak istedim. Yara Şiirleri de böyle ortaya çıktı. Önce kendimle, kendi varoluş sıkıntımla hesaplaştım ve bunun bir yaralanma olduğunu gördüm.

-Bu durumu -Mahir’in “Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz” mısrasındaki karşıtlıkla açıklıyordunuz…

İnsanın gülüştüklerini hatırlayarak ağlamasına benzer bir durum var. Ben de kendi gülüştüklerimize şaşarak ağlıyorum demeyeyim ama yaralanıyorum. Her gülüş bir yara.

-Artık, niçin zatınıza hoşça bakamıyorsunuz? Bu, yaşla mı ilgili?

Bir ölçüde öyle ama belki bir yaşa gelmeden de edinilebilecek bir durumdan söz ediyoruz. Bazı insanlar için böyle bir problem, belli bir yaşa gelmeden de mümkün olabilir. Ama bende yaşlılıkla eş zamanlı göründü. Erken yaşta farkına varılabilir, bende öyle olmadı.

-Bu şiirlerde dikkatimi en çok çeken şey gülün ölümü oldu. Yara Şiirleri’nde “hiçbir şey özlenmiyor, gül öldü” diyorsunuz. Daha evvel “ölüm gider, gül kalır” diyen, şiirlerinde hep gülü yücelten bir şairden bunları duymak şaşırttı. Güle ne oldu?

Ayrıca dikkat edersen gül için başka şeyler de söyleniyor. ‘Şairlerin işine yaraya yaraya gülün tükendiği’ni ifade ediyorum. Bir başka dizede de gülün ‘çiçek bozuğu’ olduğu söyleniyor. Benim şimdiye kadar kullandığım metaforları, istiareleri bu kez belki de radikal bir kopmayı işaret edecek kertede farklı bir biçimde kullanma çabam var. Gül yüceltilmiyor artık, hastalıklı bir gül var. Yara Şiirleri’nin mesajı gül metaforundaki değişimlerle okunabilir.

-Varoluşsal hesaplaşmalarınız sizi nereye çıkardı?

76 yaş aynı zamanda insanın kendi kendisiyle hesaplaşma yaşı olmalı. İnsanın belli bir yaşa gelince “Ben neyim? Neleri gerçekleştirdim? Gerçekleştirdiklerim gerçekten işe yarar şeyler miydi?” gibi varoluşsal sorularla karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz oluyor. Ben bu sorulara olumlu cevaplar veremedim. Kendimden çok memnun olmadığımı, çok yaralanmış olduğumu gördüm. Tabii bu beni başkaları yaraladı anlamına gelmiyor.

-Kitaba baktığımızda ülkeyi, şehri de yaralı görüyoruz

Evet. Bu yaralanmanın sadece benim yaralarımla ilgili olmadığını da görüyoruz. Dışarıdan gördüğüm yaralar benim yaralarım değil aslında. Ya da başka türlü ifade edersem sadece beni ilgilendiren, benimle sınırlı olan yaralar değil.

-Bu şiirleri ellili yaşlarda yazabilir miydiniz?

Behçet Necatigil’in dizesini hatırlayalım, “Şiirler bekler bazı yaşları.” Bu dizeyi “bazı şiirler bekler bazı yaşları” diye uyarlayabilirsiniz. İnsanın kendi kendisiyle, içinde yaşadığı toplumla, çevresindeki insanlarla onların haberi olmadan hesaplaşması… Benim, çevremdeki insanlarla, ülkemle ve kendimle hesaplaşmamda iki taraf yok. Onlar benim yaralandığımı; kendi yaralarının benim tarafımdan dile getirildiğini bilmiyorlar. Böyle olmasını da istiyorum aslında. Bu yaraların çok fazla umursanmadığını da düşünüyorum. İnsanlar ve toplum kendi yaralarının farkında da değiller.

-Bu hesaplaşma sancılı mı geçti?

Çok uzun süre yapılan bir şey bu. Açıkça söylemek gerekirse belli etmemeye de çalıştım. Makalelerde, düzyazılarımda kendi yaralanmışlıklarıma dair, toplumda olup bitenlerin beni yaralamışlığına dair çok fazla ipucu vermiyorum. Veriyorsam bile serinkanlı bir entelektüel bakışla irdeliyorum olan biteni. Bu problemler düzyazılarımda bir entelektüel mesele olarak alımlanmış, öyle gösterilmeye çalışılmıştır. İçten içe kanayan bir hasta var ve gözlemleri yapan hasta dünyaya bir hekim gibi bakıyor. Düzyazılarımda dünyaya ve kendime deyim yerindeyse bir hekim gibi, şiirlerimde ise bir hasta gibi bakıyorum.

-Kitabın çok sevdiğim dizelerinde diyorsunuz ki “kalbini o kadar uzak tuttun ki/yaralandın… ey!/yaradan/uzak kalmak ne demekti,/Rabb’inden ve mâsivâdan”. Yaraların özünde Rabbi’nden uzak kalmak mı var?

Dünyada bu yaraların sağalması ancak bir şeye sığınmakla mümkün olabilir. Bu sığınma da imandır. Yaraların belki böyle bir sığınmayla sağaltılabileceğini anlatıyorum. Başka bir çözüm üretemedim. Bütün hayatım boyuncu başka çözümler aradım. Zaman zaman Kuran’la mukayese edilmeyecek başka kitapları belki bir sağalma aracı olur diye okudum. Ama olmuyor. Sağalma ancak imanla olur. Ama nasıl bir iman? Son zamanlarda özellikle Yahya Kemal’i okurken yeniden keşfettiğim bir şey bu: “İmanın şevk olduğu zamanlar geçti” diyor Yahya Kemal.

-Bu ne demek?

Başka bir yazısında imanın şevk oluşunu şöyle anlatıyor: Ben, diyor, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiği günü tahayyül ediyorum. Fatih geliyor ama önde yaşlı Akşemseddin var. Akşemseddin kollarını bir kartal gibi açıyor “Ya Müfettiha’l-ebvab!” diye ünlüyor. Sıradan okunuşla bu “Ey kapıların açıcısı” demek. Ama onu öyle bir şevkle söylüyor ki… Kapıların nasıl olsa açılacağına öyle iman etmiş ki (…) İmanı bir şevk olarak yaşıyor. İmanı bir şevk olarak yaşamak, onu sadece akaid çerçevesi içinde görmemek demek. Akaid elbette önemli. Onun da ötesinde insanların Allah’ın adını zikrederken duyulabileceği heyecanın, şevkin, hazzın aslında gerçek anlamda iman olduğunu görebilmek aslolan. Hazla, coşkuyla, şevkle yaşanacak bir iman ancak imandır demeye getiriyor.

-Siz daha önce “enel masiva” diyordunuz. Bu kitapta da “masivaya atılan dikişler”den söz ediyorsunuz…

Masivayı bir anlamda çok fazla önemsemek, bir anlamda da önemsememek gerekiyor. Bir karşıtlık var. Dünyaya pamuk ipliği ile bağlıyız ama o ipliği koparmak o kadar kolay değil. Pamuk ipliğini daha da sağlamlaştırmak istiyoruz sanki; masivaya bizi bağlayan şeyler olsun istiyoruz. Masivaya atılan son dikişler, son yıllarımda yaşama sevinci veren torunlarım.

-Yolculuklardan geriye ne kaldı. Geçmişi bir yara olarak mı görüyorsunuz?

Evet, öyle. Zaten Akşam Şiirleri’nde söylüyorum. “Yaralı yolculuklar” diyorum. Şiirlerimde yara ve yol metaforunun bir arkeolojik kazısı yapılırsa şu görülecektir ki bunlar daha önce de söylenmiş. Yolculuğun sonuna gelinen noktada yani yaralanmanın sonucunda varılan yerde onun iyileştirilmesinin mümkün olduğu bu kitapta var.

-“Sen nerdeysen orda yoksun/aşk varsa o bir yaradır” diyorsunuz yine. Aşklardan geriye ne kaldı?

Behçet hoca “her aşktan geriye kaç şiir kaldı ona bakalım” derdi. Ama bu insanı yanıltabilir. Aşk insana şiir yazdırır gibi bir zehaba kapılmaya neden olabilir. Bana, aşkların şiir yazdırdığını söyleyemem, belki bir şiir hariç.

-Şimdi nerede duruyorlar?

Galiba en güzel şeyi Ahmet Muhip söylemiş. “Aşklar geçip gitmiş olmalı bir yazla/Halay çeken kızlar misali kol kola.” Aslında birçok şeyi benden önceki şairler söylemişler. Mesela Ahmet Muhip’in “Olvido” şiiri aşkların nereye gittiğini harikulade bir şekilde anlatır.

-Siz kabuk tutmuş yaralarınızı da kazımışsınız…

Geçmişle bir hesaplaşma var. Ne diye kabuk tutmuş yaraları kazıyayım, o durumda bırakayım diye düşünmek de mümkün. Ben onu yapamadım. Hâlbuki ne güzel unutulmuş, kabuk bağlamış birtakım yaralardı onlar.

-Şiirler beş yılda mı yazıldı?

Beş yıl. Ama her gün onlar üzerinde çalışmış değilim. Hem gündelik hayatın hır gürü arasında, gürültüsü patırtısı arasında şiir yazmak kolay değil. Orhan Veli döneminde bunu yazmak mümkünmüş. Ne diyor adam “İstanbul’u dinliyorum” şiirinde -1940’larda yazılmış şiir- “Uzaklardan çok uzaklardan sucuların çıngırakları...” Sucuların çıngıraklarının çok uzaklardan duyulduğu bir İstanbul. Bugün birbirimizin sesini zor duyabiliyoruz. Şiirin de sesi az duyuluyor hâliyle.

-Yaralı ama bir taraftan da neşeli bir Hilmi Yavuz var. Hem de taklit yeteneğiyle insanları güldüren bir adam?

Bizim toplumumuzda insanları güldürenler, komikler hafife alınırlar. Komik, soytarı gibi ifadeler değersizleştirici sıfatlardır. Belki de gerçek bilgelik insanın acı gülüşlerinde gizlidir. Ya da yaralı gülüşlerinde. Şekspir’in oyunlarındaki, trajedilerindeki soytarılar hakkında Tolstoy’un bir sözü vardır, “Hakikate en yakın şeyleri onlar söylüyor.” diyor. Bizim alaya aldığımız, gülünç bulduğumuz şeyleri insanlar söylüyorlar. Ayrıca ben insanların gülümsemesini de isterim.

-“Hüzün ki en çok yakışandır bize” dizesi de size ait.

Hilmi Yavuz, belki doğuştan mutsuz ama bunu göstermek istemiyor. Bunun bir tür ağırbaşlılık olarak algılanmasını istemem. Ağırbaşlılık, yapay bir ciddiyet bizim toplumumuzda ve büyük bir saygıyla karşılanıyor gibi görünüyor. Kimi zaman insanların beni ciddiye almadıklarını düşünüyorum. Taklit yeteneğim dolayısıyla insanları eğlendirmemin yaptığım başka birtakım işlerin de hafife alınmasına sebep olduğunu fark ediyorum. Hilmi Yavuz komik bir adam diyorlar. Bu ayrıca benim gerçekten bir hekim serinkanlılığı ile kendime ve dünyaya baktığım yazıların da hafife alınmasına sebep oluyor.

-Son yıllarda ölümle daha sık mı meşgulsünüz?

Tabii daha sık oluyor. Benim hayatımla ilişkimin kesilmesi o kadar uzak değil. Ölümün kendisini değil, ölümden sonra ne olacak bazı şeyler, onları düşünüyorum.

-Mesela?

Benim küçük oğlum heykeltıraş, Mimar Sinan’da yardımcı doçent. Kendisinden senelerdir şunu rica ediyorum: Annemin ve babamın kabri Edirnakapı Şehitliği’nde. Onların kabrine gömülmek istiyorum. Bir proje hazırla, ben ölmeden evvel nereye yatacağımı görmek istiyorum diyorum. Bir türlü yapmadı. Anlıyorum onu da. Babasının ölümünü düşünmek istemiyor. Öyle bir direnci var. Yine bir hayli kitabım var, onlar ne olacak diye düşünüyorum. Bir üniversiteye mi bağışlayayım gibi… Bunlar aslında ölümün kendisine değil, ölümden sonra ne olacağının düzenlenmesine ilişkin şeyler.

-Peki yazar ölür mü hocam? Bir yazınızı bu soruyla bitiriyordunuz?

Kendime daha şimdiden ölümsüzlük biçmek istemiyorum doğrusunu söylemek gerekirse. Bugüne kadar on dört şiir kitabı çıkardım. Allah ömür verirse başka kitaplar da yayımlarım diye düşünüyorum. Bunlar bir ölçüde edebiyat tarihinde Hilmi Yavuz diye birinin de dünyadan geçtiğine dair kayıt düşülmesini sağlayabilir. Bu yüzden ölmüyorsun ama aslolan bu değil. Çok somut birtakım meseleler. Mesela bana yazılmış özel mektuplar var. Onları ne zaman yakayım diye düşünüyorum.

-Niye yakmayı düşünüyorsunuz ki?

O mektuplar bana yazılmış şeyler. Üçüncü kişiler duyarsa o insanlar için iyi olmaz. Onları ne zaman yok edeyim diye düşünüyorum.

-Bizde genelde yazarın kıymeti öldükten sonra anlaşılmıştır. Hilmi Yavuz eserleri üzerine tezler hazırlanan, sanat günleri kutlanan bir şair, yazar. Bu anlamda mutmain misiniz?

Allah’a şükür beni seven, yazdıklarıma değer veren sevgili dostlarım, tanımadığım, görmediğim okurlarım var. Elbette bunlardan dolayı mutmainim. Anlaşılmaktan, anlaşılmamaktan bir endişe duymuyorum. Benim şikâyetim anlaşılmaktan değil, yanlış anlaşılmaktan.

 

İslam estetik bir medeniyettir!

Bu ülkede İslam’ın bir medeniyet olduğunun idrak edilmesi lazım. İslam Medeniyeti’nin modern insana söyleyeceği şeyler var. Şiiriyle, mimarisiyle, müziğiyle… Bizim insanımız kendi İslami estetik geleneğinden yola çıkarak modern toplumda neyin iyi olduğu konusunda bir kritere sahip olmalıydı… Bugün büyük bir zevksizlik hâkim. Ahmet Hamdi Tanpınar 1950’lerde “zevk hezimeti” demişti. Ne hezimeti! Katbekat aşmış bir durumda günümüzde yaşananlar. Bugün maalesef Müslümanlık kamusal alana ilişkin formlara irca edildi. Muhafazakârlar, Allah’ın güzeli sevdiğinin bilincinde değiller. İslam’ın estetik medeniyet olduğunu görmediler. İslam’ı sadece şeriattan ibaret gördüler. Zaten bir şeyin içi ne kadar boşaltılırsa biçim o kadar öne çıkar. Kemalizmin muhtevası yoktu. Başından itibaren şekildi. İslam’ın bir muhtevası var. İslam’ı şekle irca etmeye, Kemalistleştirmeye hakkınız yok. Kemalizm bir ideoloji değil, bir yönetim biçimi. Ben ona Kemalokrasi diyorum. Mustafa Kemal’in yönetimi bunun adı. İslam’ı bir medeniyet olarak görmek, buna uygun adımlar atmak AK Parti’ye düşerdi, ama maalesef yapamadılar. (AKSİYON)

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum