MU KIT'ASI EFSANESİ VE AGARTA KARŞISINDA AKIL:YÜKSEL YILMAZ

1895'te İstanbul'da Rufailerle tanışan Helena Blavatski, Agarta'dan 'Peçesiz İsis' (İsis Unveiled) kitabında bahsediyor.

MU KIT'ASI EFSANESİ VE AGARTA KARŞISINDA AKIL:YÜKSEL YILMAZ
26 Aralık 2013 - 10:20

MU KIT’ASI EFSANESİ VE AGARTA KARŞISINDA AKIL

1895'te İstanbul'da Rufailerle tanışan Helena Blavatski, Agarta'dan 'Peçesiz İsis' (İsis Unveiled) kitabında bahsediyor. Kurtulan 200 Mu rahibi tüm dünyaya dağılmış ve bazıları hala Tibet'te bir yer altı şehrinde yaşıyormuş. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında yaşayan Blavatski Rus kadını çok güzel bir sirk cambazıymış. 1895'de bir sirkle İstanbul'a gelip bazı Türklerle tanışmış. Rufai tarikatından olmuş. Üsküdar'da ve Kasımpaşa'da esoterik bilgiler edinmiş. Bunları öğrenip Hindistan ve Tibet'e gitmiş. Tibet'te, Tantra ve Tantrik öğretileriyle tanışmış. Bizimkilerden kabala, geometria, ebced hesapları almış. Sonra merkezi New-York'ta olan felsefe ile teolojinin bir arada olduğu çok büyük bir akımı başlatmış: Teosofi akımı. Kadın ciltlerle kitap yazmış. İsis tanrıça imiş ve bütün olay bu kitapla başlamış. İşte bu kitapta 'Agarta diye bir yer var' deyince kelime de oradan ortaya çıkmış.

 

Hikayeye göre; bilinen bütün uygarlıklardan çok evvel, 15 bin yıl önce Mu ve Atlantis medeniyetleri varmış ve bunlar aralarındaki savaşlarda ölmüşler. Mu'nun 200 rahibi kendilerini kurtarıp Mezopotamya, Anadolu, Harran Bölgesi, Mısır ve Yunanistan'a dağılarak medeniyeti yeniden kurmaya gelmişler. Kitaba göre "Bu rahipler hala Tibet'te bir yer altı şehrinde yaşıyorlar.” Onu o şehre götürmüşler. Onlar Şaman imiş. Biz o dönemlerden sadece Aztek'leri, Maya'ları, İnka'ları biliyoruz ama Latin Amerika'nın eski dünyada bilinmediği dönemlerde var olan şaman toplulukları bugün hala yaşıyorlar. Ama bunların gerisinde Mitsek diye bir grup var. Meksika'da yaşıyorlar ve UNESCO'nun koruması altındalar. Aztek ve İnka'ların ilk hali olan bu insanlar Meksika'nın Vahaka diye bir bölümüne yerleşmişler ve bu Şamanların orada 'Ölüler Dağı’ isminde bir dağları var. 

 

Araştırmacılara göre dünyanın bazı yerlerinde insanların düşünce sistemleri çok yavaş çalışıyor ve ağız yapıları, diş, damak, çene gibi insanın ses aygıtları birbiriyle uyumsuz. Bazı kimseler kaç nesil geçerse geçsin belirli harf ve sesleri çıkartamazlar. Bu da çok basit seslerle kendilerini ifade edebilecekleri anlamına geliyor. Sese anlam yükleyemedikleri için doğru dürüst iletişim kuramıyorlar. Şamanlar ellerine bir tane tef alarak belli bir transa geçer ve kendini gökyüzüne yansıtır. Tefe bir kere vurunca dünya etrafındaki radyo dalgalarıyla kendisinin o anda bütünleştiğine inanır. Gökyüzündeki radyo dalgaları ile bütünleşebilme yeteneği zihinsel kapasiteyi açar.

 

NASA uzayı dineyerek gelen frekansları, dalgaları kaydediyor. Cihaz kaydedilen normal frekanslar arasında 1995'te uzaydan aldıkları bir sinyalde, Hitler'in 1939'da yaptığı bir konuşmayı kaydediyor. Bu titreşimler uzayın bir köşesinde kalmış. Uzayda hiçbir şey yok olmuyor. Tesadüfen öğreniyorlar. Şaman işte bu dalgalarla bu sinyallerle bütünleşiyor.

 

Afrikalılar, Japonlar, Avrupalılar çok yavaş fikir üretebiliyorlarmış yani zihinsel gelişimleri düşükmüş. Yakutistan ve Hindistan'da yüksekmiş. Anadolu ise en yüksek dereceye çıkabiliyormuş.

 

Helena Blavatski'nin var olduğunu iddia ettiği ve Mu şamanlarının yönettiği bir hayali toplum olan Agarta derin devletin en eski modeli imiş. İlk Ergenekon tutuklaması yapıldığında Sevgi Erenerol, Türk Ortodoks Kilisesi'nin halkla ilişkiler sorumlu idi ve notları arasında Agartha, Blavatski ve bazı şeyleri bulmuşlar. Hitler de oktült yani gizli bilimlere tutkusu yüzünden Tibet felsefesini, Budizm'i, Mu medeniyetini ve Agarta'yı araştırmış. 1945 yılının 1 Mayıs günü Ruslar ve Amerikalılar Berlin'e girince, bir kışlada Nazi üniforması giydirilmiş ve hepsi enselerinden vurulmuş bin adet Budist rahibin cesedini bulmuşlar.

 

Dünyanın bu yok oluşundan sonra kurtulan pek az insan bazı bölgelere yerleşiyorlar ve yeni bir medeniyet için kolları sıvıyorlar. Bunlardan birinin Sümerler olduğu söylenir. Sümerlerle beraber insanlık atağa geçmiş ve son 8 bin senede medeniyet aniden ilerlemiş. Sümerlere kadar insanlar buğdayı bilmiyormuş. Bu dünyada üretilen bir madde değil iken her nasılsa birden bire buğday ekimi olmuş. Buğdayla aldığı karbonhidrat insanda zekâyı geliştirmiş.

 

19 Mayıs'larda stadyumlarda yaptırılan İsveç jimnastiğinin, Mu'ların güneşe tapınma şekli olduğu iddia edilir. Atatürk de bir ara 'Türklerin ataları Mu'lar mı?' diye araştırma istemiş. O dönemde Almanya kendini dünyanın hakimi görürken Mu soyundan geldiklerini ve medeniyetin kendileriyle başladığını ispata çalışıyorlarmış.

 

1932'de emekli General Tahsin Bey, Atatürk'e maya dili ile Türkçe arasındaki benzerliklerden bahsetmiş. Mayalar Meksika'da yaşamışlar. Atatürk, Tahsin Bey'e Mayatepek soyadını vererek mayaları araştırma ve iki dil arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarma göreviyle Meksika'ya elçi atamış. Tahsin bey, Meksika'da Arkeolog William Niven'ın bulduğu tabletlerde, benzerlikleri araştırınca tabletler onu şaşkına çevirmiş. MÖ 200.000 - 70.000 arasında Pasifik'te MU kıtası yüksek bir uygarlığa ulaştıktan sonra yok olmuş. İngiliz Albay James Churcward da, Hindistan'dan kayıp Mu ile ilgili tabletler göndermiş. Tahsin Bey bulduklarını düzenli olarak Atatürk'e rapor etmiş. Atatürk, Churcward'in Mu kitaplarını Türkçeye çevirtmiş. Basılmadan daktilo edilerek Atatürk’e iletilmiş. Atatürk önce dil bağlantısını incelemiş ve sonra Mu sembollerini Latin alfabesiyle karşılaştırmış. Mu'nun demokrasi ile yönetildiğini ve güneş enerjisinin aydınlatmada kullanıldığını anlatan satırların altını çizip kendi notlarını da yazmış. Mu Kıtası ve Mu'nun Çocukları, Anıtkabir kitaplığında 1301, 1302 no ile kayıtlıdır. Çeviri metinleri kitaplıkta 4 dosya halinde bulunur. Atatürk’ün Mu ile ilgili çıkardığı sonuçlar net olmasa gerek. Büyükelçi Nüzhet Kandemir ve eşi 400'den fazla maya dilinde Türkçe kökenli kelime tespit etmişler.

 

Bilim çevrelerinde levha tektoniği konusundaki bilgi birikimine dayanarak Mu'nun da Atlantis gibi bir efsane olduğu konusunda görüş birliği vardır. Büyük Okyanus dibinde Mu kıtasını kanıtlayacak herhangi bir SiAl kayaya rastlanmamıştır. İlk kez James Churchward tarafından ortaya atılan geçmişte üzerinde ileri bir uygarlığın bulunduğu ve Pasifik Okyanusu’nda bir kıtanın varlığı konusundaki görüş, çeşitli belge ve bulguların varlığıyla birlikte, henüz arkeologlar arasında yaygınlık kazanmamıştır. Çin'e ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde "Kıtamız battı, biz de buraya kaçtık" yazılıdır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllık olup c14 karbon testleriyle sabittir. Türklerin de Mu Kıtasından geldiği iddialarını destekleyecek arkeolojik veya antropolojik bulgu yoktur. Mu dinine, kolonilerine ve Mu kıtasının nasıl battığına ilişkin iddialar Mu varsayımını savunanlar arasında da genel geçer kabul görmemiş olup farklı düşünceler mevcuttur. Churchward'un yararlandığı ve tezini desteklediğini ileri sürdüğü kaynaklar vardır ama bilimi ikna edecek kadar eski ya da isabetli değiller demek ki. Müzede bulunmaları onları gerçek yapmaz. İddiaların hiçbiri bilimsel yönden Mu efsanesine kanıt sağlamamaktadır. Agarta, teozoflara göre Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerince ya da inisiyelerce kurulmuş ve sonradan gizlenme ihtiyacıyla dağ ve mağara içlerine çekilmişler. Agarta, Tibet ve Orta Asya geleneklerinde sözü edilen, Asya’daki sıradağların içinde bulunduğu ileri sürülen efsanevi bir yeraltı organizasyonuna verilen adıdır.

 

Çok uzun zaman öncesinden beri anlatılan bir hikaye bu aslında. Hatta o kadar eskiki, sadece kutsal kitaplarda değil, semavi dinler öncesindeki dönemlerde varolan hemen hemen tüm efsanelerde hep ondan bahsediliyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi bölgesine adım atarsanız atın, hep o var öykülerde. Dünyayı değiştiren, tanrının gazabı “Büyük Tufan” ya da diğer adıyla “Nuh Tufanı”. Tüm kutsal kitaplarda yer alan bu olayın dini açıdan anlatılışı ve yorumlanmasını bir kenara bırakırsak, gerçekten böyle büyük bir olay gerçekleşmiş olabilir mi? Gerçekten yaşanan depremler ve yer hareketleri, koskaca bir kıtanın ve orda yaşayan milyonlarca insanın okyanuslara gömülmesine yol açmış olabilir mi? İşte bu öyküden yola çıkan sayısız araştırmacı ve bilim adamı çok uzun bir süredir bu gerçeğin peşinde.

 

Churchward’ın “The Sacred Symbols of Mu” adındaki eserinin 130. sahifesinde MU diline ait en eski sözlerden biri olarak “TA – HA” kelimesi geçiyormuş. Kur’an müfessirleri tarafından manası izah edilememiş olan bu söz MU dilinde (TA – yıldızlar, HA – su) yani (su ihtiva eden yıldızlar) anlamında imiş. Kur’an’da daha bu gibi manası malum olmayan (YA – SİN, TA – SİN, HA – MİM) gibi esrarengiz sözler MU sözleri imiş. TA – SİN, HA – MİM gibi huruf-u mukatta’lar Mu dilindenmişler. MU yazısında MİM harfinin adı MU olup, ilk yazılan Kur’an’larda MİM harfi tıpkı MU yazısındaki MU yani MİM harfinin aynısıymış. HA – MİM sözünün manası “suya batmış MU kıtası” demekmiş. YA – SİN’de ise “YA” yas, teessür, elem, “SİN” saha, havali yani elem sahası ve yani küre-i arz demekmiş. Hz Muhammed de tıpkı Musa ve İsa gibi MU dilini ve dinini tahsil ve vücuda getirdiği dini İslam’ın vahdaniyet ve ruhun ebediyeti ve saire hakkındaki esaslarını MU’dan Hindistan manastırlarına NAA – KAL ’ler vasıtası ile intikal eden ilim ve din esaslarından iktibas etmiş olduğuna delalet imiş. Böylece Muhammed’in hayatını yazan İslam tarihçileri Müşarun İleyhin Sabavetini müteakip birkaç sene Mekke’den tegayyüp ettiğini söylemeleri de Muhammed’in bu gaybubet senelerini Mısır’da ve Müteakiben Himalaya Manastırlarında MU’nun dini ve ilmi eserlerini tetkik ve tettebbu ile geçirmiş olduğuna kuvvetle ihtimal verdirmekte imiş. Neden “miş” diyorum? Çünkü buradaki ifadeler son ama en son derece saçma ve gerek Kur’an’la ve gerekse İslam’la en son derece alakasızdır. TA HA ve HA MİM gibi ifadelerin o dönem Arabı için “ünlem” anlamı vardır. Yani Araplar dikkat çekmek ve vurgu için bu harfleri zikrederek konuya giriyorlardı. Böylece ne söyleyeceğinin önemini önceden belli ediyorlardı. Tek başına hiçbir harfin anlamı yoktu. Bunun uyduruk MU ile hiç alakası yoktur.  Davud Altınbaşak isimli bir köşe yazarı MU Uygarlığı Kuran-ı Kerim ve Sosyalizm” isimli yazısında Arapçadan hiç anlamadığı için, “Kim bilir belki bir gün (MU – SA) ve (MU – HAM – MED) ile “ MU ” kelimeleri arasındaki benzerlik birilerinin dikkatini çeker ve araştırır” bile diyebiliyor. Arapça bilmeyen ama Arapça kelimelerden yola çıkan, kanıtsız bir efsaneyi de delillendiremeyen ama hurafelerden yola çıkan bir yazar olmak kendisini rahatlatıyor mudur acaba? Rahatlayacaksa tezini zenginleştirmek için eline bir lugat alıp MU ile başlayan bütün kelimeleri alakalıymış gibi yazabilir. Ama dikkat etsin; MUŞMULA da MU ile başlıyor, aktör Erol Taş’ın “MU HA HA HA HA HA!” şeklindeki kahkahası da…

 

Sonuç olarak bu gibi konularda siyasi liderlerin, hislerimizin ve hissiyatçıların ne dediği değil, bilimin ne dediği kaale alınmalıdır. İnanmakta acele ederseniz isabetinizi şansa bırakırsınız. Ama bu gibi bazı konular vardır ki inanmamayı biraz daha çabuklaştırabilirsiniz. İlginç bulunduğu için toplumlar bu konuları elbette merak ederler; bunu fırsat bilip zeki insanların kendileri kadar zeki olmayanları suiistimal etmeleri haksızlıktır. Soyunu köklü göstermek için kollarını sıvayanlar iyi ki bir yere varamamışlardır. Çünkü bu gereksizce övünme nedeni olabilirdi. MU efsanesi ve Agarta karşısında bilim, tehditkâr bir şekilde kaşlarını çatıp parmağını uzatmış uyarmaktadır. Kanıtlanmadıkça teoridir; teori oldukça da gerçek değildir. Son olarak: Arapça bilmeden Arapça harfler üzerinden dinsel, tarihsel ya da bilimsel yorum yapmak kişiyi gülünç duruma düşürür.

 

Not: Popüler olmayan bir köşe yazarını ele alış nedenim zaten kesinlikle katılmadığım yorumuna verdiğim değer değil, sıradan insanlar arasında benzeri uçuk çıkarsamaları müşahede etmemizdir. İyi bir araştırmacı argümanlara sahip olmaya çalışırken ilgili dile kesinlikle vakıf olmak zorundadır. Dilimizi iyi bilmeyen biri hece hece ayırıp TÜR - Kİ - YE  “şu demektir” derse rahmetli Erol Taş’ın kahkahasını atasınız gelmez mi?

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum