MEGA / Prof. Dr. Öcal Oğuz

MEGA / Prof. Dr. Öcal Oğuz
21 Nisan 2020 - 18:03

MEGA

Sözlükler, Fransız icadı ondalık tabanlı metrik sistemde bir birimin önüne geldiğinde o birimi milyonla çarpan ön ek diye tanımlıyor.

Halk dilinde eklendiği kelimeye “devasa, çok gelişmiş, ileri seviyede” anlamı katmasının yanında, tıp literatüründe “aşırı, anormal büyüme” olarak hastalığa da işaret ediyor.

Metrik sistem, Uluslararası Birimler Sisteminde 1960 yılından itibaren kullanılmaya başlanıyor ve bu tarihten sonra “mega” İngilizcenin ve ondan kelime ödünçleyen dünya dillerinin “muhteşem” kelimelerinden biri hâline geliyor.

Aşırı büyümenin medeniyet göstergesi olarak kabul edildiği, dilimizdeki “büyük” ve “en büyük” kelimelerinin yetmemeye, “ulu” kelimesinin kifayetsiz kalmaya, “dev” ve devasa” kelimelerinin heyecan vermemeye başladığı bu çağda, imdadımıza önce Fransızca “makro” kelimesi yetişti.

Eskilerin “her şey zıddıyla kaimdir” dediği gibi “makro” kendi görkemini anlaşılır kılmak için peşinden “mikro”yu da getirdi. Böylece bizim “küçük” ve “en küçük” ile birlikte “dar” ve “kısa” gibi diğer küçüklük ifadelerimiz de “ufak ufak” dilimizden çıkmaya; çıkmasa da “zavallılık”, “eskilik” ve “geleneksellik” sembolleri hâline gelmeye başladı.

Sanayi büyüdükçe, kentler, fabrikalar, işletmeler, dükkânlar, yollar, köprüler büyüdükçe, gelsin makro, gitsin mikro diyen küresel bir büyük olma, daha büyük olma, en büyük dönemine girildi; yerli ve yerel her şeyin başına “mikro” gelmeye başladı. Küçük işletme veya küçük esnaf gibi terimler bu dönemde ortaya çıktı ve tabii “büyük balık küçük balığı yutarak” büyüdü.

Ataların “azı karar çoğu zarar” sözünün paradileştirildiği, herkesin her ne pahasına olursa olsun büyük olma arzusu taşıdığı bu dönemde öylesine büyüdük ve büyüklükte birbirimizle öylesine yarıştık ki kıyaslamalarımıza “makro” da yetmez oldu; devleşen heyecan ve hırsımızı daha fazla karşılayamadı.

Eski “megas”, Fransız icadıyla “mega” olarak dönünce, rahata erdik. Çünkü kimi şehirleri anlatmaya “büyük” çoktan yetersiz kalmış, “metropol” filan gibi adlar eskimişti. Kentlerimizin gurur veren büyüklüğünü anlatmak için “mega kent” ifadesini kullanmaya başladık. Onların dünyanın ilk on, olmadı ilk yirmi “mega city”si arasında olmasının hazzını yaşadık.

Buna uygun olarak mega kentlerimizi “mega yapılar” ile taçlandırdık. Sonra mega yapıların kat sayısı en fazlalarını, yüksekliği en büyük olanlarını “en mega” sınıfına aldık ve yükseklikte yarışmaya başladık. Birinciliği bir yıl bu şehir, bir yıl diğeri aldı. Böylece son katı göğü delen on binlerce gökdelenimiz oldu.

Terk edilen köy, yayla, tarla, bağ, bahçe küçülür; deniz, ırmak, okyanus kirlenir ve azalırken mega kentler ve mega yapılar büyüdü. Büyümede ve büyüklükte rekorlar kırılmaya başlandı. Soğuk savaş döneminde anlam kazanan ve güç bulan bu yarış, dur durak bilmeden günümüze kadar geldi.

Mega tutkusu herkesin bir otomobili olsun ve herkesin büyük, hatta birkaç evi olsun gibi lükse, markaya ve tüketime yönelik kampanyalarla tabana yayıldı. Böylece küresel şirketler “mega servetler” kazandılar. Parası olanlar “mega evler” ve “mega yatlar” inşa ederken; orta ve alt gruplar, “mega burgerler” yiyerek “mega showlar”ın arasına serpiştirilen reklamlarla tüketimin hedef kitlesi hâline geldiler.

Her günü birinin veya bir şeyin günü ilan edip 365 gün hediyeleşmekle desteklenen tüketim çılgınlığına cevap vermesi için “mega fabrikalar”, "mega mağazalar" kuruldu. "Mega markalar" tüketimi teşvik etmek için üretimde, lükste ve büyüklükte birbiriyle yarıştı.

Kentlerin eski yolları trafik yoğunluğunu karşılayamadı. Amerika’dan Avrupa’ya Afrika’dan Asya’ya bütün dünyada “mega yollar” ve “mega köprüler” işletmeye açıldı.

Bu tüketim kültürü, mega tutkusu ve “en büyük” olmaya dayalı skor merakı her alanda “makul”ün kenara itilmesine “çılgın”ın ortaya çıkmasına neden oldu. Mahallenin bakkalı, kapalı çarşının dolabı, pazarcının tezgâhı o kadar “mikro” kaldı ki, “market”, “süpermarket” hatta “M” üstüne “M” eklediğimiz “hipermarket” bile hızımızı kesemedi; kendimizi “mega AVM’ler”, “mega malllar”, “mega storeler” ve “mega plazalar” içinde bulduk.

En sıradan insanları, alt ve orta gelir grupları da dâhil olmak üzere herkesi bir gezi merakı sardı. Balayılarını dünyanın öbür ucunda, hafta sonu tatillerini ülkenin başka bir köşesinde geçirmeye başladık. Kaç ülke gördün, kaç şehir gördün, şu ülkede şu var denedin mi gibi kışkırtıcı sorularla, bir özçekim için binlerce kilometre ötelere gidenlerimiz ortaya çıktı.

Böylece, “mega oteller”, “mega restoranlar” inşa ettik; “mega trenler,” “mega gemiler”, “mega otobüsler”, “mega uçaklar" imal ettik. Onların ebat ve boyutları ile ilgili rekor üstüne rekorlar kırdık. Övündüğümüz “mega”lar üzerine belgeseller bile çektik.

Ataların “büyük başın büyük derdi olur” sözünü yalanlarcasına şimdi medeniyetimizin zirveleri olan bu megalarımızın hepsi bir mikro varlığın, çıplak gözle görülemeyen en mikro'nun karşısında aciz kaldı. Bir kaç aydır mega city’nin küçük köye, mega yapının kulübeye, mega AVM’nin mahalle bakkalına, mega ulaşım aracının bisiklete yenik düştüğü bir sürece girdik.

Acaba insanlık, “büyüklük taslayarak” doğayı yenerek, göğü delerek “başından büyük işlere mi kalkıştı?

Yaşananlara bakarak aklıma gelen üç ihtimal var: 1) üretimden tüketime pek çok alanda geleneksele dönerek küçülmek ve bilimin arabuluculuğunda “doğanın “büyüklük göstermesini” beklemek; 2) egemenliği “mikroçip” kullananlara devrederek ve robotlar karşısında saf dışı kalarak “büyüklük taslamanın” bedelini ödemek; 3) dünyada “büyük oynayanların” yeni bir tüketim kurgusunun kurbanı olmak… Bir ihtimal daha var ama, o da şarkılarda kalsın.

Ataların “büyük lokma ye büyük söz söyleme” ihtarına ve “bekle, gör” telkinine uyarak yaşayalım, görelim.

Prof. Dr. Öcal Oğuz

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum