KUTLU KAĞAN DALKILIÇ YAZDI: Türkiye bağlamında liberal milliyetçilik

Türk siyasi tarihi üzerine çalışmalar yürüten Kutlu Kağan Dalkılıç, Türkiye’deki liberal geleneği, tarihi perspektifini de ele alarak değerlendiriyor.

KUTLU KAĞAN DALKILIÇ YAZDI: Türkiye bağlamında liberal milliyetçilik
03 Ağustos 2019 - 00:25

KUTLU KAĞAN DALKILIÇ YAZDI: Türkiye bağlamında liberal milliyetçilik

Türkiye bağlamında Liberalizm ve Liberal geleneğin izlerini cılız da olsa ilk defa Meşrutiyet arayışlarında görebiliriz. İttihat Terakki Cemiyeti içinde iki farklı ekolü temsil eden Prens Sabahattin ve Ahmet Rıza, Liberal Milletçilik ile Pozitivist Devletçiliğin ilk kez karşı karşıya gelişi sayılabilir. II. İttihat kongresinde Ahmet Rıza ve ekibinin görüşleri, Prens Sabahattin ve arkadaşlarının görüşlerini bastırmış, Prens Sabahattin’in Liberal anlayışı zaman içinde hareketten tasfiye olmuştur.

Prens Sabahattin, ortaya koyduğu Liberal anlayışta memlekette ilk defa hür teşebbüs, özel mülkiyet ve âdem-i merkeziyet fikirlerini savunmuştur. Yerinden yönetim, mülkiyetin devletten ayrılması ve bireyin özerkliğine vurgu yapan bu anlayış çok geçmeden sönüp gitmiştir. Bu ayrışma kurulacak yeni devletin kaderini de belirlemiştir.

Fransız temelli rasyonalist-pozitivist anlayışla şekillenen ve din ile devletin çatıştığı agresif laik hukuk sistemini savunan Ahmet Rıza ve arkadaşlarına karşı; kamu ve sivil alanda din ve devleti ayıran ancak bir bakıma mesafeli uzlaşmasına dayanan İngiliz sekülarizmini savunan Sabahattin ekolü kaybetmiştir. Bu ayrım yeni devletin en temel modernleşme problemi olan millet ile devlet arasındaki kültür çatışmasının da temelini oluşturmuştur.

Liberal geleneğin, Fransız tipi çatışmacı laisizme karşı uzlaşmacı İngiliz tipi sekülarizmi bir yönetim sistemi olarak ortaya koyması elbette Türk Modernleşmesindeki travmanın esas sorunu ve tedavisi değildi. Zira esas sorun, yönetim sistemindeki din devlet çatışması ya da uzlaşısı değil; baştan ayağa modernleşmenin yeni bir hayat ve davranış kalıbı ortaya koymasıydı. Türk modernleşmesinde Batı’daki şekliyle içten ve milletin bağrından gelen bir talep olmadığı için tepeden bir modernleşme devlet eliyle ordu ve bürokrasi tarafından icra edildi. Zaman dar ve millet dünyadan habersizdi.

Bu noktada iddia edebileceğimiz şey en fazla şudur: Millet ile devlet arasındaki çatışmanın, Liberal geleneğin önerdiği yönetim sistemiyle daha huzurlu ve arızasız bir modernleşme süreci yaratabileceğini söyleyebiliriz. Demokrasinin esas tamamlayıcısının devlet değil millet olduğu gerçeği, Prens Sabahattin ve Liberal gelenek tarafından ortaya konmasına rağmen; devletin hem modernleşme hem de demokrasi öncüsü olmaya mecbur olduğu bir ortamda tarihe muhalif bir pejoratif okumanın pek de sağlıklı olmayacağı kanaatindeyim.

DEVLET VE DEVLET DIŞI SİVİL ALAN

Türk siyaset tarihinde devletten bağımsız sivil ve Liberal bir milletçiliğin/milliyetçiliğin hiçbir dönemde gelişmediğini Meşrutiyet üzerinden bu örneklemde açıkça görmemiz mümkün. Prens Sabahattin ve Liberal gelenek neden başarılı olamadı ya da başarılı olması mümkün müydü, bunun cevabını daha derinlerde aramak gerekiyor. Tarihe muhalif bir okumanın neden mümkün olmayacağını aslında yaşanan süreçteki toplumsal dinamikler oldukça açık biçimde anlatıyor.

Abdulkadir İlgen bu konuyu irdelerken çok derin bir yaraya parmak basıyor ve şunları söylüyor: “Batı toplumlarında ise çekişme sarayla aristokrasi arasında olduğu için, sarayın müttefikleri de saray harici bir sınıftan [burjuvazi] çıkmıştır. Batı tarihinde bazı istisnalar dışında kral, aristokrasi karşısında hiçbir zaman mutlak bir otoriteye sahip olamamıştır. Modern monarşilerden önce kralın yetkileri hem hukuken hem de fiilen aristokrasi tarafından paylaşılmış, onun refakatinde kullanılmıştır. Sarayın yükselen burjuvaziyle ittifak arayışı da bu yetkiyi tekeline almak içindir. Neticede burjuvayla saray arasında kurulan karşılıklı çıkar ilişkisi, ilerleyen safhada başka bir forma, devlet-burjuvazi ilişkisine ve nihayet burjuva proleterya çelişkisinin siyasal yapıyı belirlediği yeni bir sınıflı yapıya evirilmiştir. Batı toplumlarında ortaya çıkan modern devlet biçimi de bu yapının bir ürünüdür. Burada hem iktidar hem de muhalefetin gücü ve sınırları sadece yasalar tarafından değil, aynı zamanda bu sınıfların çıkarları tarafından belirlenmiştir. İktidara kim gelirse gelsin, siyasal erki kullanarak diğer sınıflara ait çıkarları zedeleme gücüne hiçbir zaman ulaşamamıştır. Bunun temel sebeplerinden biri, hakların sadece yasalar ve anayasal kurumlarla güvenceye alınması değil; siyasal erkin, sınıf bilincine ulaşmış ve anında politik güce tahvil edilebilir likiditesi yüksek bir seçmen kitlesiyle muhatap olmasından ileri gelmektedir. Batı toplumlarıyla Türkiye ve benzer ülkeleri birbirinden ayıran en temel farklılıklardan birisi budur.”

Batı’da Liberal gelenek üzerinden devlet ile devlet dışı alan arasında İlgen’in bahsettiği bu ayrım, sivil geleneğin (aristokrasi, burjuva, proleterya) de gücünü soyut söylemlerden değil, tıpkı devlet gibi de facto bir realiteden aldığını gösteriyor. O yüzden de uzlaşma bu temelde, fiili kuvvetler ayrılığı zemininde sağlanmış, yasalar da bunu hükme bağlamıştır. Burada üzerinde durulması gereken nokta, yasal düzenlemelerin tepeden inme bir kararla değil, bütün toplumsal kesimlerin katılımıyla karara bağlanmasıdır. Bu durumda uzlaşma meselesi sadece bir iyi niyet ya da demokratik gelişmişliğin sonucu olarak değil, sahici bir gelenek ve bu gelenek içinde aşama aşama gelinen bir birikimin sonucu olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye ise kendi şartları içerisinde Liberal ve Milliyetçi geleneği doğal bir seyirle tabandan gelen iç dinamikleriyle üretememiştir. Bu rastlantı da değildir. Sivil geleneğin yeşermediği bir toplumda “güç” sadece devlet etrafında biriktiği için, kavga da devlet etrafında olmuş, orada yoğunlaşmıştır. Bu yüzden de, siyasal erkin her dönem baskın karakteri bu topraklarda devletçiliğin otoriter uygulanış biçimi olmuştur. Bunu yalnızca Kemalist dönemle sınırlayamayız. Kurucu kadro ve Kemalist dönem milletle çatışan otoriter devletçi anlayışın sembolü olarak kabul edilebilir. Ancak muhafazakâr çevrenin merkeze yürüdüğü ve konsolide olduğu son dönemlerde de Liberal sivil alan istenilen düzeyde gelişmemiş, otoriter devlet egemen anlayış sırtını sadece popülist bir milletçiliğe yaslamıştır.

İlgen bu konuda aktörlerin değiştiğini ancak zihniyetin değişmediğini yine şu sözlerle vurguluyor: “Burada da memleket sorunlarına gerek doğrudan doğruya siyaset yoluyla, gerekse siyaset dışı yöntemlerle sivil toplum yoluyla çözüm bulma iddiasındaki “sağ-muhafazakâr” bloğun önemli bir kısmı, çözümlerini sivil alan üzerinden değil, devlet üzerinden ve devletin bürokratik mekanizmalarına egemen olmak suretiyle halletme cihetine gitmiştir. Bunlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, amaç sloganlarının bütün aksi söylemlerine rağmen, araç sloganlarda eskiyi değiştirecek hiçbir girişimin içinde bulunmamış, bilakis onun tahkimi için her yolu denemişlerdir. Dahası, sistemi değiştirmek için eskiden beri sürgit kullanılagelen “devlet aygıtı” ve onun kritik araçlarını devreden çıkartmak veya gücünü azaltmak gibi bir yola gitmek yerine, bilakis aynı araçlar ele geçirmek suretiyle gücün tahkimi için kullanma cihetine gitmişlerdir. Yapılan işler kısaca, “tek partili rejim” başlığını, “çok partili rejim” başlığıyla değiştirmek, sonra da baştaki kişileri, işgal ettikleri koltuklardan uzaklaştırarak geri kalan her şeyi olduğu gibi bırakmak şeklinde sürdürülmüştür.”

GELECEKTE LİBERAL BİR TÜRKİYE

Türkiye bu anlatılan sancılı modernleşme serüveninde bir iç dinamik olarak Liberal ve sivil milliyetçi anlayışın gelişmesine imkân bulamamıştır. Zihniyet yetmemiştir, iktisadi faktörler ortada yoktur, iç toplumsal dinamikler yetersizdir, yeni fikirler ve kabuller büyük bir taassupla karşılaşmıştır. Ancak bugün, yaklaşık bir asır sonra, Batılılaşma problemi büyük ölçüde aşılmış, objektif bir realite olarak hayatımıza girmiştir. Sivil haklar, yasaya olan inanç, özel mülkiyet ve bireysel özgürlük anlayışı geçmişe göre farkındalığı oldukça artan konulardır. Şüphesiz bunda dünyayı daha iyi tanıyan Y ve Z kuşaklarının, küresel bir dünyada büyümesi ve daha bilinçli bir vatandaş ve seçmen olarak ortaya çıkmasının büyük rolü vardır.

Vatandaşlık, Cumhuriyet’in ilk yıllarının büyük problemi olan bu kavram, ilk kuşaklardaki gibi bir vazife ya da ödev olarak değil; yeni kuşaklarda bir hak ve kazanım olarak ortaya çıkıyor. Şüphesiz bunun sosyal ve siyasal yansımalarını göreceğiz. Hatta metropollerde bu etki hızla kendini göstermektedir. Bu elbette yeterli olamaz ancak daha özgür ve daha katılımcı bir model yaratmak için umut olabilir. Yeni kuşakların bir diğer özelliği kozmopolit Anarko-Liberal bir devlet ve vatan düşmanlığıyla değil; ekseriyetinin Liberal Milliyetçi olarak tanımlayabileceğimiz rasyonel bir vatanperverlik duygusuyla yetişmesidir.

Yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız tüm arızalara rağmen; Devletin gücünü kurumsal mekanizmalara dağıttığı, sivil alanın sosyal ve kamusal payının arttığı, Liberal ve serbestiyetçi bir anayasal demokrasiyi, devlet ile devlet dışı alan arasındaki yasal uzlaşmayı, devletin kurumsal geleceğini ve sivil bir milliyetçiliği kendi dinamiklerimizle oluşturmak için henüz geç değil. Gelecek yazımızda bunu tartışacağız.

https://www.karar.com/gorusler/turkiye-baglaminda-liberal-milliyetcilik-1280995

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum