Ayşe Şasa günlüğü

Bu ülkede sinemayla bir şekilde ilgiliyseniz, hangi görüşten ya da toplumun hangi katmanından olursanız olun Ayşe Şasa ile mutlaka yolunuz bir yerde kesişmiştir. Şasa’nın dostluğu dünyevi tüm kaygı ve beklentinin dışında, düşünce ve tasavvur merkezli olmuştur.

Ayşe Şasa günlüğü
25 Haziran 2014 - 09:53 - Güncelleme: 25 Haziran 2014 - 10:08

23 Haziran 2014 / M. NEDIM HAZAR

Yıl 1994... Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeyiz. Bazı filmlerin gösterimi açık hava sinemalarında yapılıyor. Yavuz Turgul henüz Eşkıya’yı çekmemiş. Bu, şu demek: Türk sineması yaklaşık 20 yıldır saplandığı bataktan henüz çıkmış değil. Bakanlığın desteğiyle bol bol ‘bunalım’ filmleri çekiliyor. Sinema pusulasız, seçkinci bir elitin elinde eğlence aracı olmuş sanki. Devlet kesesinden bol bol şehirli kadın ve cinselliklerine dair abuklamalar izliyoruz. O akşam nasibimize de insanın içini buran, sıkıntılı bir film düştü. Hava beklenmedik derecede soğuk aslında. Seyircilere battaniye dağıttı görevliler. Kamera ışıkları altında bu tür filmleri övenler birer birer dışarı attı kendini. Bu serin havada barda oturup bir şeyler içerek sinemayı kurtarmak daha cazipti tabii! Derken bir yağmur başlıyor inceden… Kalan seyirciler de kaçışıyor. İki kişi kalıyoruz koca sinemada. Biri ben, bir de gerilim filmindeki gizemli karakterler gibi battaniyesine sıkı sıkıya sarılmış, en ön sırada oturan bir adam. Görevli geliyor, istiyorsak filmi izlemeye yarın devam edebileceğimizi söylüyor. ‘Kalkın gidin, divane misiniz!’ demek gibi bir şey bu aslında. Kalkıp çıkışa yönelirken en öndeki adamın kim olduğunu fark ediyorum: Yeşilçam’ın emektar senaristlerinden Bülent Oran. Perdedeki o sıkıcı filme öyle bir hayranlıkla bakıyor ki izlediğimiz şeyin aynı olmadığına inanıyorum. Muazzam bir haz alıyor. Yanına yaklaşıp “Bülent Abi sinemayı kapatacaklar galiba, yarın devam ederiz.” diyorum. Kısa tereddüt sonrası kalkıp benimle beraber dışarı geliyor. Otele kadar yürüyoruz. Mesleğin henüz başlarında olan ben en önemli ölçülerimden birini o akşam Bülent Oran’dan öğreniyorum: “Hiçbir film kötü olsun diye çekilmez!”

Yıllar boyu bu kriteri değerlendirmelerimde hep ön planda tuttum ben. Öyleydi gerçekten, kötü film yoktu, ‘becerilememiş, olmamış’ film vardı! Tamamen benim cehaletimden kaynaklanan bir keşifte bulunuyorum o akşam. Nicedir bir başucu kaynağı olarak okuduğum ‘Yeşilçam Günlüğü’nün yazarı Ayşe Şasa, Bülent ağabeyin eşiymiş meğerse!

Ve ilk ziyaretimi gerçekleştiriyorum Mecidiyeköy’e. Bana sinemanın bu iki kontrast isminin birlikteliği inanılmaz etkileyici geliyor. Pek çok muhabbette beraber oluyorum ikiliyle. Biri sinemanın derinliği, diğeri genişliği… Yeşilçam’a en az eser veren ile en çok eser veren iki senarist aynı evde yaşıyorlar. Ve arka planını öğrendikçe bu beraberliğin, hayret ve takdirim artıyor. Kedisine bile ‘Zubin’ ismini veren bir entelektüelin, Yeşilçam melodramlarının yazarıyla beraber olabilmesi enteresan geliyor hep.

Evin her tarafı tablolar ve çocukların çizdiği resimlerle dolu. Son derece değerli sayılan tablolar ile okul öncesi çocukların çizdiği kargacık burgacık resimler aynı duvarda. Ayşe Abla ile Bülent Ağabey’in ortak duvarı iki farklı ruh dünyasının ortak alanı gibi.

Kendi evrenimde karaladığım film öykülerim var o dönemde. Kitap filan yapmayı aklımdan bile geçirmiyorum. Bir-ikisini Ayşe Hanım’a okutuyorum ve beni mahcup edecek yorumlar alıyorum. Sonra kitap yazma düşüncesi ağır basıyor ve beni muazzam mutlu edecek bir jestte bulunuyor; kitabıma takdim yazıyor…

Ayşe Şasa hayatı inanılmaz farklı boyutta yaşıyor. Bülent Oran ise tam simetrisi âdeta, son derece yalın ve basit bir okuması var hayatı. Bir tür zıtların birlikteliği var. Ne ki bu ikiliyi birbirine bağlayan, âdeta yapıştıran bambaşka bir olgu: maneviyat…

Çok kimse bilmez ama Aksiyon’un çıkış öyküsünde Ayşe Hanım ile ilgili bir fasıl da vardır. Henüz yayına başladığımız dönemlerde, yıl sonlarında gazeteci olmak isteyen gençler için seminerler düzenleniyor. Kültür sanata ilgi duyan gençlere Ayşe Hanım’ı konuşmacı olarak getirmeyi deneyeceğimi söylüyorum. Bilenler bilir, kolay kolay çıkmaz Ayşe Hanım evinden. Ancak beni kırmıyor ve gazeteye kadar teşrif ediyor. Büyük bir heyecanla gençlere hakikatin sacayaklarından bahsediyor: ilham, keşif ve nasihat… Leziz bir sofradaymışız gibi bitirmek istemiyoruz sohbeti ama yoruluyor tabii, nazikçe ifade ediyor bunu. Tekrar evine götürürken arabada, cesaret bulup, ‘Keşke dergide haftalık yazsanız’ diyorum. Hiç tepki vermeyince mahcup olup susuyorum…

Birkaç gün sonra telefonum çalıyor, Ayşe Hanım beni yine şaşırtıyor: “Konu ve çerçeveyi istişare edeceksek, yazmayı deneyeyim.” diyor. Havalara uçuyorum. Köşesine isim de söylüyor: “Çiçek Dürbünü…” Büyük bir heyecanla konuyu arkadaşlarla paylaşıyorum ve hemen bir vinyet çiziyoruz “Çiçek Dürbünü/Ayşe Şasa”. Büyük bir heyecanla ilk yazıyı beklerken…

Gece saat 3 suları… Telefonum çalıyor. Ayşe Hanım’ı hiç öyle görmemiş, duymamışım; “Nedim Bey yetiş” diyor. Şoktayım. Evinin etrafının sarıldığını, birazdan onu yakalayıp bilinmeyen bir yere götürüp işkence yapacaklarını söylüyor panikle. Elim ayağıma dolaşıyor, kekeliyorum. “Tamam geliyorum” diyerek kapatıyorum telefonu. Daha evden çıkmadan telefon tekrar çalıyor. Bu kez Bülent Oran ahizenin diğer ucunda. “Kusura bakma, seni de rahatsız ettik gece gece” diyor. Hastalık nöbetinin nüksettiğini anlıyorum. Ertesi gün sevgili İhsan Kabil’den bu durumun defalarca tekrarlandığını öğreniyor ve üzülüyorum.

‘Delilik Ülkesinden Notlar’da şöyle tasvir ediyor o anlarını: “Dizi dizi asılmış insanlar, çocuk leşleri, bütün evreni kaplayan cesed kokusu. Sevdiklerin çığlıkları, kopmuş kelleler ve uzuvlar...” Ve kitaba Hilmi Yavuz’un yazdığı ‘Sonsöz’den İbnî Arabî ile açılan boyut: “Şeyhü’l Ekber’in bembeyaz harmaniyeye bürünmüş ince gövdesi ve Kurtuba güneşinin altın ve nurdan inşa ettiği ve görklü yüzüyle, şeyh ve uzak müridi, bir tayy-ı zamanı yaşayarak, ‘Gaflet Çölü’nü geçiyor, ‘Hidayet Vadisi’ne yürüyor, ‘Tevhid Dağı’na tırmanıyor, ‘Hayret Yaylası’na ulaşıyorlar...”

“Bağrım çizgi çizgi kan/onu seyretti hayran” diyor ya şair. Derin uçurumlardan, sarp yarlardan, tasavvuf esintisinin kanatları şişiren, kuş tüyü uçuşla inilen huzur vadisi… Ve bu vadiden son bir tablo: Bülent Oran Hacca gitmek için hazırlıklar yapıyor. Bir çocuk gibi mutlu. Hz. Peygamber’in yaşadığı yerleri görmenin tarifsiz heyecanı içinde. Hele bir ‘İki Cihan Serveri’ deyişi var ki, içime işliyor âdeta. Ayşe Hanım, “Efendimiz’e saygıyı ilk öğreten Bülent oldu.” diyor. Dikkatsizce ettiği hitapları nasıl özen ve sabırla düzelttiğini anlatıyor. Bayram sabahına hazırlanan bir çocuk heyecanı içinde rahmetli Bülent Oran.

Yanılmıyorsam 2007. Yıllar sonra yine senaryo yazmanın heyecanıyla arıyor. Buluşup bir arabanın arka koltuğunda seyahat ediyoruz kısa süre. Film yazmayı ne kadar özlediğini sesindeki heyecandan anlıyorum. Dünyaya bir veda hikâyesi bırakmanın gayret ve farkında Ayşe Şasa. ‘Dinle Neyden’in ilk görüşmesini beraber yapıp geri dönerken, ıstıraplarla dolu hayatından hiç şikâyetçi olmadığını ifade ediyor. Telefonuyla bir dünya kurmuş ve hâlinden ‘razı’, iç huzuru zirvede bir mütefekkir var yanımda… Kendinden daha çok insanlığın, İslam’ın mevcut hâline kafa yoruyor, çilesini çekiyor.

Bembeyaz bir gül halesi var tabutunun üzerinde. Dualar, Fatiha’lar eşliğinde yolluyoruz ‘Sahibi’ne. Ve fısıltıyla açıyoruz avuçlarımızı: “Şahidiz ya Rab!”

aksiyon dergisi

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum