İsmail ZORBA

İsmail ZORBA

[email protected]

MUHAKEME

10 Ağustos 2020 - 22:02

“Mum ışığı umutlarım nurlandı. İçimde küçük şelaleler. Bir meltem esti yüzüme. Seher vakti bülbüller öttü, güller açtı. Gül yüreklere birer çiğ damlası düştü.”
 
İsmail ZORBA
 ([email protected])
 
MUHAKEME
         
          Bir düzenim vardı, kayboldu. Yitirdim bütün normallikleri. Elimden kayıp gitti bilinenlerim. Önümü göremiyorum. Bir iç sıkıntısı bu, elemin ötesinde. Hüzün hazan yaprakları gibi savurmakta güzel duygularımı. Her geçen içime sığınıyorum. Penceremi kapattım, perdeleri de sımsıkı örttüm. Mumun titrek alevlerine terk ettiğim umut ışığımı koruma gayretindeyim.

             Kalabalıklar içerisinde yalnız gezen ruhlar vardır ya, şimdi daha iyi anlıyorum onları. Gölgelerinde bıraktıkları hüznü takip ediyorum. Mor bir hüzün bu. Menekşenin gölgesinde kalmış hüzünler. Ne kadar safi, ne kadar nazenin. Gözyaşları birikmiş mektuplarında. Onların insan sesleri doluyor yüreğime. Mısralarımla selamlıyorum.

             Bir peçe taktılar yüzüme. Konuşma dediler, sadece nefes al. Hisset yaşa hayatını. Takma ardına kimseyi. Bırak kendini akıver hayatın içine. Bundan sonra sadece hisset, dokunma; dokundurma. Kopar bedeninin zincirlerini. Ruhunla yüzleş, konuş. Sohbet et dört mevsimin baharında...

             Mum ışığı umutlarım nurlandı. İçimde küçük şelaleler. Bir meltem esti yüzüme. Seher vakti bülbüller öttü, güller açtı. Gül yüreklere birer çiğ damlası düştü. Uyanış, diriliş ve hafif hafif ürperten serinliğe teslimiyet. Sabah ezanında vecde giren yüreğim umut ışığıma yuva buldu. Ve huzurun kokusunu duyuyorum. Huzurun renginde ağarıyor düşüncelerim.

             Ahşap eski bir merdiven dayanmış asırların izi kalmış taş bir duvara. Merdiven basamaklarını tırmanıyorum. Her bir basamakta çatırdıyor korkularım. Her bir basamakta üşüyorum, bir tüy yalnızlığında düşüyorum sanki. Sonra mushafı görüyor gözlerim, tüm perdeler kalkıyor, tüm pencereler açılıyor. Bir yasemin kokusu dalgalanıyor, buğusu tütüyor. Sabah, öğle, ikindi, akşam derken yatsıya duruyor beş vakitler. Artık titremiyor mum ışığı kandile el veriyor.

               Kanıyordum, yanıyordum neredeyse esir düşüyordum karanlığıma. Huzurun sükûnunda huzura varıyorum. Huzurunda huzura eriyorum. Gölgesi aydınlanıyor aşığın. Aşığı takip ediyorum sessiz soluksuz. Aşığın yolunda rehberimi buluyorum. Bir kelebek dokunuşunda fısıldıyor meltemler. Gurûb vakti gelip çatıyor. Aşk kanıyor, kanın renginde aşka kanıyor. Benim rengim beyaz diyorum, duymuyorlar, al yeleli al ata bindiriyorlar. Âşık, dervişe teslim oluyor. Benliğim benden çıkıyor, dervişe selam veriyor. “Hû!..” Gurûb vakti bir “Hû” sesinde yalnızlık çilesinden çıkıyorum.

               Bîhaberim, haberden mustaribim. Haberleri kaçırıyorlar benden. Modern zamanların silahlarını kuşanıyorum. Bir kaplumbağa geçiyor aheste beste önümden. Onu takip ederken bilge baykuş kapıyı gösteriyor. Kapıdan bakıyorum. Bir tarla dolusu gelincik kızıllığında betimleniyor gördüklerim. Gelincikler baş eğmiş, papatyalar boyunduruğa girmiş.

               Bîçare gönüller parçalanmış, ayna kırıkları saçılmış her yana. Her bir ayna kırığından bir ses geliyor: “Kendine gel, kendine dön.” diye. Kandilin ışığına sığınıyorum. Zikirler, dualar, secdeler gözyaşları içerisinde uyanıyorum. Hafifliyorum dünyanın yükünü omuzlamışken vicdanımda. Kendime geldikçe kendime dönüyorum. Dünya döndükçe ben de kendime dönüyorum.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum