İsmail ZORBA

İsmail ZORBA

[email protected]

AYAKTA ÖLMEK  

04 Ağustos 2020 - 15:53

“Teslim bayrağını çekmeden burçlara.
Söylenecek son söze en güzel örnek;
Ağaçlara benzeyip, ayakta ölmek…”
Gültekin Samanoğlu
 
AYAKTA ÖLMEK
 
           Zaman akıp gidiyor avuçlarımızın arasından. Yaşını aldıkça belli belirsiz aralıklarla geçmişe dönüyorsunuz. Yaşadıklarınız birer resmi geçide duruyor. Sevinçleriniz, hüzünleriniz, mutsuzluklarınız, isyanlarınız, kayboluşlarınız, inişleriniz, çıkışlarınız tüm yaşadıklarınızın sizde bıraktığı izlerle kendi hikâyenizi içinizde yeniden doğuruyorsunuz.

           Evet, doğuruyorsunuz. Oysa yaşıyorsunuz demeyi çok isterdim. Yaşamak bir belleğe tüm gücünle egemen olmak demektir. Yaşadığımız ana ne kadar hükmedebiliyoruz. Tüm nefesimizle haykırıp dünyaya, “İşte bak, ben buradayım!” diyebiliyoruz. Kendi adımıza söyleyebileceklerimiz aslına bakarsak bu kadarla sınırlı değil. Sınırlı olmamalı da. Kendi adımıza, başkaları adına yapabileceğimiz bir şeyler olabilmeli. Tek eksiğimiz bunun ne kadar farkındayız? Ne kadarının farkına varabiliyoruz?

           Hayat hep sınırlar çiziyor bizlere. En yakınımızdakilerden başlayarak bize ait bir yaşama alanına hapsoluyoruz. Ya da bu mahkumiyeti kabullenmenin rahatlığına sığınıyoruz. Adına kader deyip bir kenara çekilmek kolayımıza geliyor.

          Bir yerde tamamlanmalı insan. Bir şeyler üretmeli, yeni cümleler kurmaya odaklanmalı. Mevlânâ’nın dediği gibi “Dün, dünle gitti cancağızım. Bu gün yeni şeyler söylemek lâzım.”

           Yeni arayışlar, yeni heyecanlar. Dünde kaybolmadan, bugüne hapsolmadan, yarınların arayışında ufka bakmalı.

           Hayat, yenilendikçe tazeleniyor. Doğadaki bütün yenilenme bedeninde nasıl kendini gösteriyorsa bu ruhunda da yeni uyanışlara imkan tanımalı. Bir hedef koymalıyız önümüze; bu hedefler yeni hedeflere gebe olmalı. İnsan, kendi hikâyesini doğurmalı. Kendi hikâyesini doğurdukça yaşasın ve de yazsın. İnsanlar yazılan hikâyeleri okudukça kendi hikâyesinin farkına varabiliyor aslında.

            Annemin, babamın, kardeşimin, eşimin, çocuğumun, dostlarımın hikâyesi derken insanlığın hikâyesinde kendi hikâyemizi bulmalıyız.

            Hayatı avuçlarımızın içerisinde tutabildiğimiz zamanlar bir şeyler ürettiğimiz, paylaştığımız zamanlar değil mi? Dolu dolu geçen, nasıl geçtiğinin farkına varılmayan; her anında döktüğün alın terince doyasıya mutluluklara gark olduğun anlar. Bencilce bir mutluluk değil bu, hemen tükeniveren, elimizden kayıp giden!.. Karşılığı bazen bir dua, bazen bir tebessüm, bazen ışıl ışıl bakan gözler. Yeri geldiğinde bir buluşma, yeri geldiğinde bir tamamlanma.

             Yeni bir güne uyandığımız sabahlar yeni umutları, yeni başlangıçları müjdeliyorsa bize; aynı sabahların hükmünce hayatımızı yeni uyanışlara, yeni başlangıçlara yönlendirmeliyiz. Her dem tazelemeliyiz kendimizi. Her günün aynı geçirildiği uykulara terk etmemeliyiz kendimizi. Hayatımızın her anında güneşin doğuşunu seyreden insanlar olmalıyız ki güneşin batışını seyredeceğimiz vakitlere geldiğimizde ardımızda bıraktığımız izler onur nişaneleri ile dolu olsun.

              Bir ömrü insanca geçirmek hiç de zor değil aslında. Mutluluklar, umutlar, hayâller, planlar, hedefler ve de yaşanılanlar sadece insanca olsun.
 
İsmail ZORBA
([email protected])

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum