SÖĞÜT GÖLGESİNDE TÜRKLÜK
Sabrım taşmak üzere…
Yarım saattir yan taraftaki üç gencin gürültülü ve mide bulandırıcı konuşmalarını dinliyorum ve parmağımı arasında tuttuğum kitabıma bir türlü başlayamadım. Stres ve yoğunluğun daimi ikamet ettiği hayatımın, en ferah, en nadide, en hoş, en huzurlu ve daha bir sürü enlerini yaşadığım ve tek nefes alabildiğim yer olan Söğüt parkında karşılaştığım bu manzara beni delirtmek üzere. Bir yıldır hemen her gün yarım saat, şanslı isem bir saat gelip kitap okuduğum, müzik dinlediğim, gözlerimi kapatıp hayallere daldığım Söğüt parkının her zaman oturduğum bankında oturuyorum ve hiç olmadığım kadar öfkeliyim. Fakat telefonumun ekranından gördüğüm kadarıyla yüzümdeki ifade daha çok bir şeyden tiksinmiş gibiydi.
Evet, tiksinmiştim…
Yan tarafımda oturan üç gencin konuşmalarından tiksinmiştim. Müdahale etmemek için kendimi zor tutuyordum ki daha fazla dayanamadım. Ani bir hareketle başımı çevirdim. Fark ettiler ve onlar da çevirdiler. Gözlerine baktım, gençlikleri gözlerinden o kadar belli oluyordu ki, nerden baksam aramızda on beş yaş fark vardı.
“ Sizce bu söğüt kaç yaşındadır? Kaç senedir buradadır?” diye sormama çok şaşırdılar. Anlam veremedikleri soruma aralarındaki en cevvali karşılık verdi. İstediğim de zaten buydu.
“ Nereden bilelim! Ne için sordunuz?” Elimdeki kitabı yanıma yavaşça bıraktım ve yönümü tamamen onlara döndüm.
“Siz hatta ben bile dünyada değilken, bu söğüt burada duruyormuş. Merak ettim, araştırdım, öğrendim. Öyle ya, araştırmama ne lüzum vardı, haybeden bir tahminde bulunup geçebilirdim. Ama gerçeği öğrenmek ve bilerek konuşmak ne kadar önemlidir bunu çok iyi biliyorum. Siz de bilir misiniz?” diye sormamdan sonra onlar da tamamen bana döndüler. Bir süre anlam veremediler içinde bulunduğumuz duruma. Sonra yine o cevval genç öne atıldı.
“Hayırdır ağabey, sen ne diyorsun deminden beri? Görmüyor musun burada bir şey –memleket meselesini kastediyor- konuşuyoruz. Saçma mevzularını dinletiyorsun bize…” derken sonlara doğru sesinde kızgınlık belirdi. Ben ise az evvelki öfkemi yenmiş ve sesimi de yüzümü de yumuşatmıştım.
“Ben her fırsat bulduğumda buraya gelir kitap okur kafamı dinlerim. Fakat bugün istemeyerek sizi dinledim. Ve dinlediklerim beni çok üzdü. Aslında kızdırdı ve biraz da midemi bulandırdı. Sarf ettiğiniz sözler, sizin gibi gençlere değil, vatanına ihanet içinde olan sefillere yakışır sözlerdi.” Dediğimde hem çok bozuldular hem de kızdılar. Kenardaki genç söze girdi aniden:
“Hayırdır usta, senin derdin ne? Gelip bize burada ileri geri konuşuyorsun? Bir sıkıntın varsa çözelim!” deyiverdi tehditkâr biçimde. Ondan cesaret alan iki arkadaşı da oturdukları yerden omurgalarını dikleştirdi. Gülümsedim.
“Ben de onu diyorum. Çözelim bu meseleyi!” dememi hiç beklemiyorlardı. Ne yapacaklarına karar veremezlerken, ses tonumu daha da yumuşatıp:
“Bakın kardeşlerim, sorun çıkarmak değil niyetim. Fakat az evvel konuştuklarınız çok yanlış.”
Gençler ılımlı tavrımı görünce dinlemeye geçti. Cevval olanı mırıldanır gibi: “Neymiş yanlış olan?” diye sordu o kadar.
“Türk, Türk’ü küçük göremez! Türk, milletini diğer milletlerden aşağı göremez! Türk, Türk’ü yüceltir!” dedim ve bir süre bekledim. Gençler dediklerimin etkisini anında hissetmişlerdi fakat kolay teslim olmayacaklardı.
“ Biz böyle bir şey yapmadık!” deyiverdi biri.
“Yaptınız!” dediğimde cevval olan atıldı:
“Evet yaptık! Haklıyız da… Avrupa, dünya aldı başını gidiyor biz yerimizde sayıyoruz. Hiçbir alanda iyi değiliz. Sürekli geçmişten, tarihten bahsediyoruz. Denildiği gibi şanlı bir tarihimiz olsaydı şimdi böyle ezik olmazdık!” deyip durdu. Kendini öyle haklı görüyordu ki, kelimelerin üzerine tek tek basıyordu. Arkadaşları da bundan cesaret alıp benden cevap bekliyordu.
“Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz, Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi esrarınızı yaşamıyorsunuz.” Deyince duraksadılar. Söylediğim sözün, benim sözüm olmadığını vurgulamamdan anlamışlardı. “Ömer Seyfettin, Gizli Mabet adlı hikâyesinden…” diye ekledim.
“Bence tam tersi… Biz kendimizi bir şey zannediyoruz.” Dedi cevval olan.
“Öyle mi? Biz boş hayaller ardında değiliz. Mazide hakikat olan şeylerin yeniden hakikat olmasını özlüyoruz!” dedim ve onlar sormadan ekledim: “Atsız’dan…”
Bir süre sessizlikten sonra hiç konuşmamış olan genç söze girdi:
“ Biz şöyleyiz biz böyleyiz diyoruz, Avrupalı olduğumuzu söylüyoruz ama Avrupa devletlerinin arkasından bakıyoruz ancak.” Sözlerinin anlamsızlığının o da farkındaydı.
“ Biz Avrupalı falan değiliz, buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türk’üz!” dedim ve ekledim: “Bu da Atsız’dan…”
Gençler daha konuşacaktı belli ki ama yaşımın avantajını kullanarak onlara müsaade etmedim ve söze girdim:
“ Memleket derdine düşmeniz, bu yolda kafa yormanız çok güzel bir şey. Ama bazı şeyleri atlıyorsunuz. İktisadi sıkıntılar çekiyor olabiliriz, teknoloji kulvarında önden seğirtmiyor olabiliriz, eğitim sistemimizde eksik veya kusurlu olabiliriz ve daha birkaç şey sayılabilir. Fakat bunların hiçbiri devletimizi, milletimizi, tarihimizi küçük görmeye ve lekelemeye sebep olamaz. Ne demiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk: “Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır.” Ve yine Gazi Paşa ne demiş: “Türk, Türk olduğu için asildir.” Bilinçli olarak alıntılar yapıyorum. Sözlerin sahiplerinin Türklük için ne hissettiğini ve bu uğurda ne tür fedakârlıklar yaptığını hatırlamanız için.” Deyip es verdim. Gençler toparlandı. Cevval olan halen bir şey söyleme derdindeydi fakat arkadaşları ona fırsat vermedi.
“ Ağabey belli ki okumuş, kültürlü birisin. Sözlerini çok iyi anlıyoruz fakat sen de bizi anla. Haksız mıyız? Biz mademki böyle bir milletin ferdiyiz, o halde üstün olmamız gerekmez mi? Nedir bu sürünme durumu?”
“ Bakın arkadaşlar… Evvela kelimelerimizi doğru seçmemiz lazım. “Sürünmek” de dâhil psikolojik olarak bizi yıpratacak yahut duymaya alışacağımız kelimeler seçmeyeceğiz. Sonrasında ise güven ve sadakat duygumuzu geliştireceğiz. Başarısız gördüğünüz alanlar yüzünden mensubu olduğumuz milleti, aşağı görmeyeceğiz! En basitinden; daha çok eğlence amacıyla kullandığınız Sosyal Medyada dahi, Türk’ü küçülten, komedi unsurunun ardına gizlenip Türk düşmanlığı yapanlara alkış tutmayacağız!”
“Nasıl yani? Neyi kastettiğini anlamadım ağabey.”
“ Videolar, fotoğraflar dolaşıyor ya hani, diğer milletlerde şu, bizde şu diye… Hani fıkralar üretiliyor, Amerikalısı, İngilizi, Fransızı çok zeki de aklı çalışmayan veya kıt çalışana Türk yaftası yapıştırıp, onu da matah bir şey gibi yayıp, milletimize bakış açımızı zedelettiriyorlar ya, hah işte bunu yapanlara destek vermeyeceksiniz! Unutmayın ki, yarınlar bugün şaka diye söylenenler üzerine de inşa edilir!”
İş yerinden gelen telefon üzerine konuşmamız bölündü. Gençler bu durumdan hoşnut değildi ama dönmem gerekiyordu. Kitabımı çantama koydum, ayağa kalktım. Yanaşıp cevval olanla diğerinin omzuna elimi koydum.
“ Velhasılıkelam, Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Ne mutlu Türküm diyene, demeyi klişe bir söz olarak görmeyin sevgili kardeşlerim. Bu vatana, millete, devlete, her alanda her koşulda sahip çıkmamız boynumuzun borcu. Umut etmek, sadakatli olmak ve çalışmak bizim vazifemizdir. Vazifenizde başarılar diliyorum.” Deyip yanlarından ayrıldım.
Hakkı Suat YILMAZER