YABAN GÜVERCİNİ

Yine şu masmavi gökyüzünde uçuyor gibiyim. Uyanık mıyım, düşte miyim, yoksa her ikisi de birden mi, bilmiyorum.

YABAN GÜVERCİNİ
06 Aralık 2012 - 21:35

YABAN GÜVERCİN (YAVA KEPTER) HİKAYE
Yazan: Nurmuhammet Yasin Örkeş (doğ. 6 Mart 1974)

Yine şu masmavi gökyüzünde uçuyor gibiyim. Uyanık mıyım, düşte miyim, yoksa her ikisi de birden mi, bilmiyorum. Kanatlarımın altından vuuu vuuu yel geçip gidiyor. Ben şimdi pek de çoşkuluyum. Gövdemde güç-direnç artmakta. Mavi gök, parlak güneş ışığına gömülmüş uçsuz bucaksız yeryüzü... Bu ne kad

ar güzel bir görünüm, değil mi? Ben yine çoşarak daha da yükseldim. Göz önümdeki çilek tarlaları kayboldu. Şimdi bana yeryüzü daha da geniş yayılarak göz önümde bir yeşil sofra örtüsü gibi apaçık göründü. Bu daha önce benim bakmadığım bir görüntü, benim görmediğim yerlerdi. Ancak, ben o yerlere kendi yurdum gibi bağlandım. Her yan aynı güzellikte görünüyordu.

Birden altımda mahalleler, evler göründü. Aşağıda ufak nesneler kımıldıyordu. Ben onların anamın sözünü ettiği insanlar olduğunu sezinledim. Ancak, onlar bana hiç de tehlikeli gibi görünmedi. Anam artık yaşlanmaya başlamış, diye düşündüm. Yerde acınacak kadar güçsüz emekleyen şu yaratıkların gökte uçan bizden daha güçlü olabileceklerine inanasım gelmedi. Belki bende onları anlayabilecek kafa yok. Her neyse, ben insanları o kadar da korkulu bulmadım. Anam «İnsanların karnı aldatmacayla dolu, uyanık olmasan onlar seni ansızın tutsak edebilir» demişti. Birden onların karnındaki aldatmacayı göresim geldi. Onların aldatmacalarını neden karınlarına doldurduklarını kavrayamadım. Usul-usul alçalarak mahalle çevresini dolanmaya başladım. Bana şimdi her şey açık göründü. Burada insanlardan başka koyun, öküz, tavuk, daha hiç görmemiş olduğum çok sayıda canlı vardı. Bir top güvercin havada uçuşup duruyordu. Onların az bir bölümü ise, güvercinler için yapılmış tünek üzerinde dinleniyordu. Ben onlarla konuşmak için yanlarına gelerek kondum. Çene çalmak için mi, yoksa dinlenmek için mi kondum, bunu kesin anımsamıyordum. O sıradaki duygum pek bulanıktı. Her neyse, ben onların yaşantısına ilgi duymuştum.

«Nerden geldin?» dedi onların arasındaki yaşlıca biri. Ben onun şu güvercin sürüsünün başı olup olmadığını kestiremedim. Onun kim olduğu benim için farketmezdi. Çünkü, ben bu sürünün bir üyesi olmadığımdan onun her hangi bir önemli yanını bulmak benim için olağan değildi.

«Çilek vadisinden» dedim.

«Dedemden duymuştum. Bizim atalarımız işte o yerden imişler; ancak ben o yerin bizden birkaç aylık uzaklıkta olduğunu biliyordum; genelde biz birkaç günlük yola bile uçamayız. Belki sen gideceğin yeri şaşırmış olmalısın, derim.»

Ben onun birkaç günlük yolu bile uçamadığını öğrenerek şaşırdım. Belki o yaşlanmıştır, diye düşündüm. Onun sözünü ettiği çilek vadisi ile benim geldiğim çilek vadisi aynı yer mi, değil mi, kesin karar veremedim. Eğer onun dedesi benim geldiğim vadiden gelmiş olsa, demek biz akraba sayılırız.

«Ben bu yere yolumu yitirdiğimden değil, uçma denemeleri yaparken geliverdim. Birkaç gün bir şey yemeden uçabilirim.» dedim yanıt olarak.

«Herhalde sen yaban güvercin olmalısın. Onların hepsi böyle derler. Ancak bizde öyle yiğitlik yok. Yalnızca tünek ile kafesten başkasını düşünmeyiz. Ben bile bu mahalleden öteye geçmeye yeltenmedim. Geçsem de ne olur sanki? Konayım desen tüneğin, yatayım desen kafesin hazır dursa, sıkıntı çekmeye değer mi? Üstelik çoluk çocuklu oldum, şimdi uçararak nereye giderim? Sahibimiz de iyi bakıyor.» Yaşlı güvercin gagasıyla tüylerini kaşıdı.

«İnsanlar çok korkunçmuş, diye duydum. Onlar bizi tutuverse, ruhumuzu köle edermiş, derler, bu doğru mu?»

«Ruh?» Yanımdaki bir küçük güvercin şaşırdı, «Dede, ruh denen nedir?»

Onun ruhun ne olduğunu bilemeyişine ben daha da şaşırdım. Bu güvercinler çocuklarını nasıl yetiştiriyorlar? Ruhu olmayan yaşamın ne gereği var; ruhsuzluk onları ne duruma düşürmüş, değil mi? Onlar bunu niçin anlamıyorlardı? Gerçi ruhu, özgürlüğü hediye etme, dileyerek elde etme olmasa da, ancak bu zavallı güvercinlere ruh özgürlüğüne sahip bir yerin ne kadar gerekli olduğunu için için duydum. Onlar ruh denen sözü kesinlikle duymamış gibi davranıyorlardı. Yaşlı güvercin deminki soru soran güvercinin başını okşayarak konuşmaya başladı:

«Ruhun ne olduğunu ben de bilmiyorum. Onu ben de dedemden duymuştum. Şimdi ikinci kez duyuşum. Dedeme de onun dedesi söylemişmiş. Belki onun dedesine de onun dedesi söylemiş olmalı. Dedem boyuna “Bizde ruh yok olalı çok uzun süre geçmiştir” derdi. Belki bu güvercinin dediği çok uzun süredir yok olan o ruh olabilir? Bizde şimdi ruh denen nesnenin gölgesi bile kalmadı.»

Yaşlı güvercin bana yöneldi:

«Söyle bakayım oğlum, sen onun nasıl bir şey olduğunu biliyor musun?»

Ben afallayıverdim. Kendi söylediğim sözü kendim yanıtlayamazsam diye kaygılandım.

«Yok, şimdilik bilmiyorum, ancak anam “Sende babanın kahramanlık ruhu var, o günden güne olgunlaşmakta” demişti. O olgunlaşınca onu kesinlikle bileceğim.»

«Ha, demek sende babanın ruhu olgunlaşmakta. Ancak babaların değil, bütün güvercinler topluluğunun ruhu çoktan yok olmuştur. Anamız bize kesinlikle ruh konusunda söz etmediler. Babalarımızdan bile hiçbir şey duymadık. Şimdiki döneme geldiğimizde, ben bu sözü çocuklara söylemeyi bile unutmuşum. Bu yüzden, biz ruhsuzluk dönemine çoktan adım atmışız. Hey, şu yitirdiğimiz ruhumuzun tam olarak nasıl bir nesne olduğunu bulabilsek, çok iyi olurdu.» Dede yavaşça içini çekti.

«Sizler işte şu ruhsuzluğunuz yüzünden kuşaktan kuşağa insanların kölesi olmayı sürdürüyorsunuz. Onların istediği anda yiyecekleri yemeğine dönüşüyorsunuz. Onlar sizi kölelikte şu düzeye düşürmüşler ki, özgür bıraksalar da hiçbir yere gidemeden onların boyunduruğunda uçmaktasınız. Azıcık yemden ayrılmayı istemeyerek torunlarınızı da kendiniz gibi köleliğe itmişsiniz. Sizlere bizim güvercinler sürüsündeki gibi bir önder gerekli. Ancak, bu durumunuzda sizlerden böyle büyük umut beklemek olası değil. Sizin ilk önce ruhlarınızdaki şu köleliği yok etmeniz gerekiyor. En önemlisi sizler ruhun ne olduğunu öğrenmelisiniz. Siz neden benimle giderek anamdan sormuyorsunuz?» dedim yaşlı güvercine duygudaşlık göstererek. Ben bunu dedenin öğrenmesi için mi araştırmak istiyordum, yoksa bunu kendim için mi öğrenmeye çalışıyordum, bu o kadar belirli değildi. Belki her iki türlü duygu da gövdemde eşit düzeyde kuduruyordu.

«Bir ayağım artık çukurda. Böyle güvenli kafesim dururken, ruh arayarak nereye giderim? Ayrıca, ben ruhun ne olduğunu bilmesem de, onu bulsam da ne yararı var, bak, ruh olmasa da ne olmuş, yine de şu kafeste tehlikesiz yaşanabiliyor ya! Üstelik, hiçbir şeye anlam katmayan ruh denen o nesneyi taşıyarak yürümek ne kadar yüktür.»

Yaşlı güvercinin sözlerini düşünmeye başladım. Onun dediği bir bakıma doğru gibi, bir bakıma yanlış gibi görünüyordu. Ancak, hiçbir yaşama amacı ve ruhu olmayan bir güvercin ile ruh konusunda konuşmak bana utandırıcıymış gibi duyuldu. Bu konuyu gidip anama sorayım, diye düşündüm.

Bir top güvercin yanımıza gelerek kondu. Sonra aralarında guruldamaya başladılar. Onların bazı sözlerini hiç anlamadım. Belki kendi dillerinde konuşuyorlardı. Genelde bizim oralara da ara sıra böyle uzak yurtlardan kimseler gelir dururdu. Onlar kim? O yaşlı güvercinin arkadaşları mı, yoksa onun topluluğundanlar mı, bilemedim. Benimle konuşmak mı istiyorlardı, yoksa kendi aralarında mı söyleşiyorlar, hiç anlamadım.

«İyi misin kuzum?» Yaşlı güvercin yanındaki küçük bir güvercinin tüylerini gagalayarak şımarttı.

«İyi değilim, karnım acıktı. Neden anam şimdi tahıl vermiyor?» O tahıl yoksa mısır der gibi bir ad söyledi. Belki darı ya da kendir demiştir. Her neyse benim bilmediğim yabancı bir ad idi. Hey, insanların yönettiği güvercinler bir tuhaflar. Yenecek nesnelere de her türlü ad verip duruyorlar, diye şaşırdım.

«Anan şimdi yeni kardeşlerinin dünyaya gelmesi için güç toplamasa olmaz. İnsan gelerek tahıl verene dek bekle, olur mu?»

«Yok, bekleyemem. Kıra açılarak kendim tahıl bulur, yer, gelirim.»

«Güzel kuzum, sözümü dinle! O yere gidersen çok tehlikeli. Seni kötü insanlar yakalayarak yerler. Gitme olur mu?!»

Küçük güvercin kaşlarını çatarak sustu. Yaşlandıkça bu sürüdekiler işte bu yaşlı güvercinin sözünü daha da çok dinliyor gibiydiler. Ben onların kendilerini yakalayarak yiyebilen insanlarla yine birlikte yaşayışlarını hiç kafama sığdıramadım. Belki ben “yeme” sözünü yanlış anlamış olabilirim. Belki bu “kendine iyi bak” gibi bir söz olabilir. Ya da bu yabancı dilden girmiş söz olsa ben anlamını yanlış yorumlamış olabilirim. Ancak, bu benim düşünceme göre bütün güvercinlerin bilmesi gerekli önemli söz idi. Anam da sürekli olarak bana insanların yakalamasından, yiyivermesinden sakınmayı önerirdi. Ancak, şimdi bu sözün anlamı bu yerde başkasına değişmiş gibiydi. Çünkü, onlar insanların yemesinden sakınsa, kesinlikle yine insanlar ile birlikte yaşamazlardı. Kanatlarına dayanarak istedikleri yere uçup gitseler olurdu. Ancak onlar kanatlarının varlığını bile unutmuş olmalılar. Belki yaşayarak alıştıkları kafesten ayrılmayı istemedikleri olası.

«Öylese bizim sahibimiz iyi mi?»

Küçük güvercin yaşlı güvercine soru sormaya başladı.

«Elbette iyi.»

«Ancak, o da bizi başka insanlar gibi istese yakalayarak yiyor ya?»

«Bu durum ayrı. O bizi kafes içinde beslediğinden tutup yese haklıdır. Buna karşılık göstersek, olmaz.»

Ben artık “yeme” denen sözün kullanış anlamının aynı olduğunu, deminden beri aşırı kuşkulanıp durduğumu anladım.

«Ancak sahibimizin verdiği tahılları büyükler yiyerek bana kalmasa. Ben ne yaparım? Ben günden güne zayıflayarak, yaşamaya çaresiz kalıyorum.»

«Sen de yavaş yavaş böyle büyüyeceksin. Büyüklerden nasıl yemek gerektiğini öğreneceksin. Yemeye gerekli nesneyi kesinlikle başkalarına vermez olacaksın. Bizim yaşadığımız ortam böyle oğlum.»

«Ancak, dede...»

«Yeter kuzum, çok konuştun, güvercin denilen kanaatkâr olması gerekli, fazla konuları tartışmaması gerekir. Anladın mı?»

«Onun özgürlüğünü çok boğuyorsunuz,» dedim ben, «ona daha geniş olanak verin. O kendi erkine göre yaşasın.»

Ben yaşlı güvercinin sözüne söz karıştırmayı istemesem de, ancak susup oturamadım. Böyle eşitsizlik ortamı bence güvercinlerin birbirine olan sevecenliğini yok etmeye doğru götürüyordu.

«Hey, siz bizim durumumuzu anlamıyorsunuz. Sahibimizi kızdırmak olmaz. Eğer birimiz onun belirlediği çemberden dışarı çıkarak kaybolsak, o hepimizi kafes içine tıkar. Birkaç ay dışarıya çıkamamak demektir bu. O zaman şimdiki şu küçücük tünekten bile ayrı düşecek durum doğar.»

Kafesin nasıl bir şey olduğuna hiç aklım ermedi. Güvercinler ona konulmaktan da, ondan ayrı kalmaktan da çok korkarlarmış. Güvercinlerin en anlaşılmazları insanlar arasındaki güvercinlermiş, diye düşündüm. Bu düşüncemi dedeye bildirmek istedim. Ancak dedim mi, demedim mi, şimdi aklımdan uçup gitti. Belki bir ağız karşılık ya da onay sözü vermedi.

«Siz büyükler güçsüzlerin rıskını yemektesiniz, ayrıca onların karşılık göstermelerini de sınırlamaktasınız, bunun da doğru bir iş olduğuna inandırmaya çalışmaktasınız; böyle bir ortam nasıl olur da güvercin yavrularının gelişmesine, yaşamasına uygun olur? Sizler kendinizin nasıl bir durumda yaşamakta olduğunuzu bilmiyormuşcasına duygularınızı yitirmişsiniz, alçaklıkta insanlara yakınlaşmış gibisiniz.» dedim ben.

«İnsanlara dil uzatmak olmaz. Onlar olmasa, bizim bugünümüz de olmaz. Karşıt propagandanızı başka yere giderek yapın.» dedi dedecik kızkınlıkla. Ben dedeciğin iyi yürekliliğime bunca kızmasını anlayamadım. Eğer o amacımı anlamamış olsa, yine anlatmam gerekli.

«Sizlerde sorumluluk denen nesne yokmuş. Öz çocuklarınızı göre göre ateşe atıyorsunuz.» sözümün sonunu daha etkili bitireyim, diye düşünmüştüm. Ancak, tam o sırada “tırak” diye bir sesle iki bacağım birden dayanılmaz acıyla kıvrandı. Uçmak için kanat çırpmış olsam da, kanatlarım boşlukta asılı kaldı. Güvercinler hızla uçuştular. Sonra, çevremde dolanmaya başladılar.

«Ha-ha-ha, ey özgür yaşayan, sonunda kafesi boylayacak oldun. Senin yine bir kez böyle büyük konuşmanı hele bir göreyim!»

Kendimi pusuya düşmüş olarak sezdim. Ben birdenbire dedeciğin beni uzun uzadıya söze tutarak sahibinin beni yakalaması için aldattığını anladım. Yüreğim derin üzüntüyle doldu. Başıma gelen bu tuzak insanlardan değil, belki azıcık bir çıkara aldanmış kendi kardeşlerimden gelmişti. Onların insanlarla birleşerek beni yakalatacakları hiç kafamdan geçmemişti; hem de bu beni çok üzdü. Hayalimde, kesinlikle insanların eline düşmemek gerekir, diye bir düşünce şimşek hızıyla parıldayarak geçti. İki bacağımı koparıvermekle ben yine özgürlüğe kavuşabilirdim. Bu yüzden var gücümle iki yana kendimi çarpmaya başladım.

«Oğlum, kalk, ne oldu sana?» gözümü açsam, anam başımda bana bakıyordu. Tanrıya şükür sapasağlamım diye düşündüm. İki bacağımı yoklasam, hiçbir şey olmamıştı.

«Seni karabasan basmış» dedi anam.

«Çok korkunç düş görmüşüm» dedim anamı kucaklarken ve düşümde gördüklerimi anlattım.

«Sen bundan sonraki kuşaklarının geleceğini görmüşsün oğlum. İnsanlar gün geçtikçe bizim yaşam ortamımıza sokuluyorlar. Onlar eskiden beri yaşamakta olduğumuz toprağımızdan bizi kovup çıkaracaklar. Yerlerimizi ele geçirecekler. Kuşaklarımızın dölünü değiştirerek bunun gibi kendi soyunu tanımayan melez döllere dönüştürecekler. Belki çok geçmeden bu yerlere yüksek yapılar, fabrikalar kurulabilir. O dönem sanayi artıkları, is-dumanlar arasında bizim bu güzel çevremiz kirlenir. Kent içinde sıkışıp kalan ırmaklarımızda şimdiki gibi tatlı sular değil, belki pissular akacak. İnsanların saldırganlığı çok korkunçtur oğlum. Sen bunu sezemeyeceksin bile. Çocukların senin yaşadığın arı-duru çevreyi göremeyecek, “dünya doğuştan böylemiş” diyecekler. Çocukların kaçınılmaz olarak insanların baskısına uğrayacaklar. Onlar bizi günden güne sıkıştırıyorlar, hatta artık çok yakınlaştılar. Biz şimdi başka bir çıkış yolu bulmasak olmaz. Kendi kendimizi kurtarmasak, bizi hiç kimse kurtaramaz. Yürü dışarı çıkalım, sana şimdi babanın yazgısını anlatmanın sırası gelmişe benziyor.»

Anam beni yanına katarak dışarıya çıkardı. Çevre bütünüyle yaban otlarıyla dopdolu, hiçbir yol ya da ayak izi bulunmayan geniş kırlıktı. Burası ırmak boyundaki yüksek uçurumdaydı. Bu yerde binlerce güvercin yuva kurmuş, döl döş bırakıyordu. Altımızdan akıp geçen duru ırmak suyu bize tatlı bir ninni ezgisi duyuruyordu. Bana göre bu yer evrenin en güzel, en güvenli yeriydi. Eğer insanlar olmasa, biz sonsuza dek işte şu mutlu yerde yaşamış olurduk, hey sizi gidi insanlar sizi…

«İşte burası senin yurdun. İşte burası atalarının yaşadığı yer. Senin deden, baban işte bu yeri güllendirerek, bu güvercinler sürüsüne önderlik ederek yaşadılar. Bunun için, bizim onlar arasındaki saygımız yüksek. Bu yüzden de omuzumuzdaki yükümüz ağır. Ben seni baban gibi korkusuz yiğit olasın diye, her gün tan ağarırken uyandıracak, kaç yüz fersahlık yere götürerek uçmayı öğreteceğim. Kanatlarının gücünü artıracağım. Kaslarını sağlamlaştıracağım. Us-kavrayışını geliştireceğim. Hep tetik-uyanık olmayı öğreteceğim. İnsanlara karşı hep tetik ol. Onlar yerde yürüdüğünden bize dokunamazlar, diye düşünme. Tüfek denilen nesneyle onlar seni kaç bin metre yüksekten tepeüstü düşürürler. Babanın nasıl öldüğünü biliyor musun?»

«Yok, siz bana daha sırası değil diyerek hiç anlatmadınız.»

«Şimdi sırası geldi. Ben birkaç gün önce bu yerde birkaç insanın dört yanı kolaçan ederek gezindiğini gördüm. Bu, onlar bize göz koydu demektir. Bu yüzden, onlar bize ulaşmadan önce biz daha da güvenli yer bulmasak olmaz. Baban da işte bu insanların elinde can vermişti.»

«Ana anlatsanıza, babam nasıl olup onların eline düşmüştü?»

Anam bir süre sessiz kaldı. Belki gönlü daralıyordur, diye düşündüm.

«O gün baban bir top güvercinin başında bizim için azık aramaya çıkmıştı. Genelde biz güvercinler hep kendimize güvensiz olmayan azığı-yemi bol olan yerleri seçeriz. Baban güvercinlerin önderi olduğundan bu ağır görev doğal olarak onun omuzuna düşmüştü. Baban o gidişiyle bir kaç güne dek gelmedi. Ben ondan çok kaygılandım. Alışılmışta, yarım günden uzak yol olsa, yuvalarımızı da taşırdık. Babanın o kadar uzağa azık aramak için gitmesi olağan değildi. Yüreğim onun bir tehlikeye düşmüş olabileceğini sezip durdu. O sırada sen ve kardeşlerin yumurtadan yeni çıkmıştınız. Bu yüzden, sizleri bırakarak babanızı aramaya çıkamadım. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra babanla birlikte giden bir güvercin geri döndü. O an sanımın doğru olduğunu, babanın insanların kurduğu tuzağa düşmüş olduğunu anladım. Sonra, onun sağ kalan arkadaşları birer birer geri döndüler. Ancak, baban o gidişiyle geri gelmedi.»

Ben anamı ağlar mı, diye düşündüm. Ancak, onun gözlerinde bir türlü direnç ışığı parlamaktaydı.

«Babam neden geri dönmemiş?» ben özlemle sordum.

«Baban güvercinlerin padişahıydı. Onda buna uygun bir ruh olması gerekirdi. Eğer o kendini koruyamazsa, bu güvercinler sürüsünü nasıl korurdu? Bir padişah başkalarının kölesi olarak yaşadıktan sonra nasıl geri dönerek bu sürüye önderlik yapabilir? Onun tek çıkar yolu başkalarına hiç köle olmamaktır. Baban insanlar tarafından yakalanarak kafese konulduktan sonra biz yaban güvercinler soylularının geleneğine göre dilini ısırarak koparmış. O bir dakika olsun kafeste yaşamayı kendine uygun görmemiş. Kafes onun kırmızı kanıyla boyanmış. Baban insanların verdiği yemi yemeden, suyu içmeden bir hafta boyu yaşamış, sonunda onların elinde yiğitçe kurban olmuş. İşte bu bizdeki gerçek özgürlük ruhu oğlum. Sen de baban gibi bengi özgürlüğün koruyucusu ol.»

«Ana, babam neden başka güvercinler gibi bir yolunu bularak kaçıp gelmemiş?»

«Baban çocuklarının köle olmalarını istememiş. Onlar babanı yakalayarak onu başka güvercinlerle çiftleştirerek çocuklar yapmak istemişler. Ancak baban sonraki kuşaklar için böyle utançlı yaşamı gönüllü olarak benimseyecek bir ortam bırakmayı uygun görmemiş. Senin düşünde gördüğün güvercinler tam da öyle yavrularını köleliğe bırakarak kendi yaşamlarını sürdüren güvercinlerin çocukları oğlum. Onlar şimdiye dek insanların elinde ruhları köle olarak yaşıyorlar. Böyle yaşamaktansa, ölüm bin kez daha iyidir. Sen tam öyle yiğit güvercinin çocuğusun. Sen sonsuza dek böyle ruhu unutma!»

Anamın sözleri ruhumda uzun süre deprem yarattı. Kendimin böyle bir yiğit babanın çocuğu olduğumdan sınırsız kıvandım. Bana özgü bir yüksek onur, mutlu bir ruhun içimde birdenbire uyanmakta olduğunu sezdim. Bütün yüreğim, gövdem güç ve onurla doldu. Yüreğimdeki bütün sevgi ile anamı sımsıkı kucakladım.

«Haydi git yavrum, seni halkımıza, güvercinler topluluğuna bağışladım. Onlar öndersiz kalmasınlar. Bir süredir insanlar bizi her türlü yolla yakalayıp götürüyorlar. Bu yüzden sen bizim için daha da güvenli bir yer bul. Hoşça kal yavrum.»

Kanatlarım anamın gözyaşlarıyla ıslandı. Gördüğüm düşlerimin işte böyle bir yolculuğun ön belirtisi olduğunu düşündüm. Kesinlikle insanların tuzağına düşmeyeceğim, dedim.

Çok uzun uçtum. Önce ırmak boyunca uçtum. Sonra bir mahalleye ulaştım. Bu düşümde gördüğüm önceki mahalle değildi. Ayrıca, onun gibi korkunç olarak da görünmüyordu. Öyle olsa da ondan sakınarak çok yüksek uçtum. Kanatlarımda yeterli güç vardı. Kulağımda şimdi insanların gürültüsü değil, belki yellerin vuuu vuuu diye çarpan sesi duyulmaya başladı. Ben bu uçuşumda kendi amacımdan çok uzaklaşsam doğru olmaz. Eğer çok uzaklaşırsam, bizim göçümüzü etkiler. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben anamın göç konusundaki düşüncesine pek katılmıyorum. Bizim yurdumuz oldukça yüksek dağ yamacı – dik bir uçurumun üstündeydi. O yere insanlar değil uçan kuşlar bile zor konabiliyordu. Biz kuşaktan kuşağa işte o yerde yurt edinerek, güvenli yaşayıp gelirken, şimdi göç edecek oluyoruz. İnsanların onca güçlü olduğu kuşkulu. İşte ben şimdi insanların üstünde uçarak gidiyorum. Hiçbir tehlikeyi sezmedim. Belki anam fazlasıyla tasalanıyor olmalı.

Gecenin gelişiyle çevre alaca karanlığa gömüldü. Gün boyu uçmaktan yorgunluk belirmeye başlamıştı. İnsanların bulunduğu bu yöreye konma düşüncem olmasa da, salt karanlıkta yolumu şaşırmamak için dinlenmesem olmazdı. Güney, kuzey, batı yönlerini araştırmıştım. Oralarda bizim yaşayabileceğimiz uygun bir yerle karşılaşmadım. Belki çok yüksek uçuyor olabilirdim. Yarın doğu yönünü dolaşarak alçaktan uçmayı gönlümden geçirdim. Yıldızlar üzerimde parıldıyordu. Ben böyle güzelliğe bürünmüş bir yeryüzünde öyle bir korku içinde yaşamanın çok aptallık olduğunu sezinledim. Usul usul alçalarak bir ağaç üstüne kondum. Yarın nasıl bir görünüm içinde uyanacağım belli değildi. Ben çok aşırı sakınarak yüksek uçtuğumdan gönüldeki gibi bir bölge görememiştim. Bu yüzden, yarın yöntemimi değiştirerek alçaktan uçmayı tasarladım.

Üzünçlü bir ses tatlı uykumu bozuverdi. Yorgunluk içinde çok derin uyuya kalmışım. Bir top güvercin çevremde uçuşuyordu. Onların kanatlarından üzüntülü sesler çıkıyordu. Şaşakalıverdim. Onlar tıpatıp bana benzeyen güvercinlerdi. Kimi kez düşümde gördüğüm güvercinleri andırıyor, kimi kez andırmıyordu. Dün bütün gün hiçbir şey yemeden uçmaktan dolayı şimdi karnım acıkmıştı. Ben onlardan bu yörede güvenli bir otlama yerinin olup olmadığını soracaktım. Onlar birden yönlerini değiştirerek mahalle dışına doğru uçmaya başladılar. Ben de onların ardınca gittim.

«Nereye gidiyorsunuz?» diye arkada kalan birisinden sordum.

«Harmana.»

«Orada ne yapacaksınız?»

«Yem arayacağız.»

«Yem dediğiniz sizin yiyeceğiniz bir nesne mi?» O bana sanki yabancı bir yaratık görüyormuş gibi dik dik baktı.

«Sen yaban güvercin olmalısın?»

«Öyle, ben çilek vadisinden geldim.» Ben güvercinlere katılarak harmana girdim. Burada gerçekten de saklanmakta olan buğday varmış, tadı da çok güzelmiş. Burası sakıncasız diye düşündüm. Bu yerde insanların izi bile görünmüyordu. Başka güvercinlerin tasasız duruşuna bakarak ben de kuşkusuzca karnımı doldurmaya başladım. Dış dünya kesinlikle anamın anlattığı gibi tehlikeyle dolu değildi. Kaygı duymadan önümdeki bir buğday sapına uzandım, şimşek gibi kopup gelen bir güç boğazımı sıktı. Çarçabuk toparlanarak kendimi yana atmaya çalıştım. Ancak, bilmediğim bir güç beni yine aynı çabuklukla yere çekiverdi. Kendimi her yana vurmaya başladım. Güvercinler gürültüyle kalkarak uçup gittiler. Sonunda güçsüzlenerek yata kaldım. Bu düşümde gördüğüm önceki görüntüye çok benziyordu. İnsanların eline mi düştüm ne, diye düşündüm. Yalnız, şimdilik yakın çevrede hiç kimse görünmüyordu. Ne kadar süre geçti bilmiyorum, iki insan birdenbire yanımda beliriverdi. “Ah, insanların eline düşmüşüm”, dedim ben. Ancak, onlar benim boynumu sıkıp duran çok büyük gücü gevşettiler.

«Yaban güvercinmiş…» dedi içlerinden daha genç olanı.

«Sıkı tut, kaçıp gitmesin, kanatını bağlayalım.» onlar birlikte kanatımın birini bağladıktan sonra boynumdan tutarak gözlerime bakmaya başladılar.

«Vay be, çok soyluymuş, bize kısmet geldi.» 

Yaşı büyük olanı beni eline alarak uzun süre inceledi: «Bunun bize kıl kadar yararı yok, bırakalım, baksana çoktan dilini kesip koparmış. Böyle güvercinle karşılaşınca, onu bırakmaktan başka çözüm yolu yok. Genelde güvercinlerin önderleri böyle olur.»

«Hiç olmasa, onu bir yuvalık çoğaltalım.»

«O şimdi yem yemez, su içmez, ölene kadar sana direnir.»

«Göz göre göre bırakacak mıyım?» dedi daha genç olanı.

«Sen bilirsin, yalnız, çok geçmeden sözlerimin doğruluğunu göreceksin. Ben de böyle bir güvercini tuttuğumda önce bırakmak istememiştim. Bir hafta sonra ölüverdi.»

«Ben bunu kesinlikle evcilleştiririm.» dedi o.

Kesinlikle elinde evcilleşmeyeceğim. Bir yolunu bularak kesin kaçar giderim, diye düşündüm içimden; anamın sözünü unutarak bu güne düştüğüme çok utandım. Bütün gücümle silkinerek onun elinden kurtuldum, uçuverdim. Ancak, fazla uzağa gidemeden sanki bir parça kesek gibi yere çakıldım.

«Piç kurusu, az önce iyi ki kanadının tekini bağlamışım. Yoksa, kimbilir nerelere kaçıp giderdin?» O beni torba gibi bir nesnenin içine koyarak bir yere götürdü. Sonra kanatımı sımsıkı bağlayarak, telden bir ağ içine salıverdi. Ağ içindeki birkaç güvercin çabucacık bir köşede toplandılar.

«Görünüşe göre, aç kalmışsın, yoksa bir buğday sapı diye benim tuzağıma düşmezdin…» O kafese bir avuç yem seperek su koydu. Güvercinler bir çırpıda yemin üzerine üşüşerek yemeye başladılar. Bu duruma, nerdeyse kafamı kafese vura vura ölesim gelecek kadar içerledim. Ancak, kanatım çok sıkı bağlandığından kıpırdayamadım bile. Başımı güçlükle kaldırarak daha yeni yeni yükselmeye başlamış güneş ışınlarına baktım. Ah, evden ayrıldığıma daha bir gün dolmadan insanların eline düşmüştüm; eh, anam bu durumumu bir görse, ne düşünürdü? Bitkin durumda yerde serili kaldım.

Düşümde anamı görüyormuşum. O masmavi gökyüzünde durarak beni yanına çağırıyormuş. Birden yanında babam beliriveriyormuş. Onun boylu-boslu görünümüne büyüleniyormuşum. Onlar beni çağırıyor gibi yapıyormuş. Belki de kulağıma öyle geliyormuş. Ben onlara doğru uçuyormuşum. Ben uçtukça onlar benden uzaklaşıyormuş. Dursam, onlar da duruyormuş. Uçtukça, ağzım kuruyormuş. 

“Ana, su” diyerek uyanıverdim, başımda önceki insan konuşuyordu:

«Bu çok inatçı güvercinmiş, beş gün oldu hiçbir şey yemedi.»

«Onu beslemenin yararı yok, demedim mi?»

Bu önceki günden yaşı büyük olanıydı.

«Şimdi böyle sürerse ölüverecek. Öyleyse, çocuklarıma çorba yaparak vereyim.»

«Ondan ne kadar çorba olurdu? Belki, şimdi yersen, sana çok kötü dokunabilir. En iyisi bırakıver. Böyle soylu türden güvercini beslerken öldürüversek doğru olmaz.»

«Ancak, onu bırakıversek, bize hiçbir yararı da olmaz.»

«Şimdi de aynı, yararı yok.»

O bitkinlikten sarkık kanatımlarımı biraz düzleştirdikten sonra beni bırakıverdi.

Gökte güneş güçlü ışınlarını saçmayı sürdüyordu. Ben gövdemdeki bütün güç-direncimi yığdım. Göğe doğru uçmak istedim. Ancak, kafes, tel ağıyla yolumu kesiyordu. Ben kaç gündür ona kendimi vura vura onu yararak geçemiyeceğimi anlamıştım. Yalnız, gövdemde azıcık güç toparlanarak kendime geldiğimde, gecikmeden ona doğru atılmayı deniyordum. Benim delip geçmek istediğim bu tel ağ, korkunç dayanıklılıkta yapılmıştı. Onda insanların en yüksek us-kavrayışı birikmişti. Onun içinden dışardaki bütün özgürlüğü gözleyebilmek olasıydı.

Ancak, ona hiç ulaşılamıyordu.

Kafes, içindeki hava ile dışındaki hava aynı. Yalnız, yaşam biçimi benzer değildi. Bu ağı dokumuş insanların amacı çok kara, bağrı çok katıydı. Kendi özgürlüğü için durmadan güreşmekte olan bu küçücük canın yürekliliği onları kıl kadar bile ilgilendirmiyordu. Şimdi onlara kıl kadar yararım değmeyeceğini bile bile, beni ruhsal köleye döndürmek istiyorlardı. Candan başka hiçbir şeyimin kalmadığı bu küçücük gövdeme kıyınç uygulayarak kendi amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. En çirkin yanı, onlar beni öleyim desem de ölemeyecek duruma getirmişlerdi. İçimden şöyle yakarıyordum: “Ey, özgürlüğün kıyıcısı olan acımasız insan, ya beni ölmeye bırak, ya da özgürlüğümü ver!”

Birden, tanıdık bir koku burnuma vurdu. Gövdemde çarçabuk güç toplandı, “Ana…”. Ben çoşkuyla başımı kaldırdım. Anamın gözleri bir çeşit soğukkanlılıkla parıldıyordu. O benim yolunmuş tüylerim, ezilmiş gagam, sarkık kanatlarıma bir tür acımayla baktı.

«Ana, beni bağışlayınız. Güveninizi yere vurdum. Ben hiç de sizin çocuğunuz olmaya değmezmişim.» Ben suçlular gibi başımı eğdim. Gövdem utançtan yanmaya başladı. Neden anam gelene dek ölemediğime yandım.

«Yok, sen kendi yapman gereken işin hepsini yaptın. Şimdi onu sonuçlandır.»

«Yalnız, ana ben tutsak oldum. Öleyim desem de ölemeyecek kadar güçsüzlendim.»

«Bu bana apaçık görünüyor, ben seni özgürlüğe kavuşturmak için geldim.»

«Ancak, ben artık özgürlüğe çıkmak istemiyorum. Ben şimdi bu yüzümle artık sizin çocuğunuz olmaya değer değilim.»

«Ben sana özgürlüğü alıp getireceğim yavrum. Sen yine benim yiğit çocuğum olacaksın. Senin artık köleler gibi değil, yiğitler gibi ölmen gerekir.» Anam böyle diyerek ağzındaki yemleri uzattı. «Bu zehirli çilek, sen bunu yemekle onların köleliğinden kurtulacaksın. Böylece topluluğumuzun onurunu da korumuş olacaksın. Unutma, özgürlüğü sonsuza dek başkalarının acıma duygusuyla elde etmek olası değil. Onun için kan akıtmak gerek. Hadi, gaganı yakınlaştır.»

Ben anamın kararlılıkla parıldayan gözlerine son kez dikildim. O çok soğukkanlı, çok yürekliydi. Ben yassılaşmış, kırılmış gagamı ona doğru uzattım. Bu özgürlük yolunda kurulmuş engellerin kurbanı olmuş en güçlü silahımdı. Ancak, o acımasız engeli gagalaya gagalaya sonunda kırılmış, bu duruma gelmişti. Zehirli çilek gövdeme bir özgürlük müjdecisi olarak yerleşti. En sonunda, özgürce ölüm olanağını elde ettim, diye kıvandım. Ruhum bir çeşit özgürlük içinde tutuşmaya başladı. Gökyüzü alabildiğince pırıl pırıl, çevre olabildiğince sessiz, yeryüzü görünebildiğince güzeldi. Köşedeki bir top güvercin bana şaşkınlıkla bakıp duruyordu.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Öykü 24 Mart 2004’te Kaşgar kentinin Maralbaşı ilçesinde yazıldı.
Kaşgar Edebiyatı, Sayı 5 (Mayıs 2004)’te basıldı.
Yazar Nurmuhammet Yasin Örkeş (doğ. 6 Mart 1974) 29 Kasım 2004’te tutuklandı.

[30 yaşındaki yazar bu öyküsü yüzünden Çin ulusal bütünlüğünü bozucu bölücülük yapmakla suçlandı. Şubat 2005’te yapılan kapalı oturumlu yargılanması sırasında kendisine avukat verilmedi. Şu sırada Ürümçi 1 Numaralı Devlet tutukevinde 10 yıllık cezasını çekmekte. Kaşgar Edebiyatı dergisinin başyazarı Köreş Hüseyin de bu öyküyü yayımlamaktan 3 yıl ceza aldı. Öykünün basıldığı dergi sayısı geniş çapta toplatıldı, genç yazarın evindeki bilgisayarı, el yazılı defterleri, notlarına el konuldu. İki çocuk babası yazarla eşi ve başka kimseler görüştürülmüyor. Dünya Yazarlar Birliği PEN ve uluslararası af örgütleri protesto bildirileri yayımladılar. Türkiye’deki hükümet ise, bu konuda Çin’e tek bir söz bile söylemedi.]

Genç yazarın bu ve yine başka bir öyküsüyle bir kaç deneme yazısı www.tengritagh.net adlı ağ sitesiyle dünyaya yayıldı, daha sonra Çin hükümeti o siteyi kapattı. Vaşington’daki Hür Asya Radyosu (Radio Free Asia) Uygur Bölümü kendi ağ sayfasında (www.rfa.org) bu hikayenin Arap alfabeli Uygurca asıl nushası ve Ingilizce ile Çince çevirisini bütün dünyaya duyurdu. Yalnız, Ingilizce çeviri çok hatalı ve eksiktir. Türkiye’de yayınlanan bu hikayenin iki ayrı Tükçe çevirisi de oldukça hata ve eksikliklerle doludur.

Öyküyü Uygurcadan Türkçeye 4 Şubat 2007’de çevirdim. Bu hikayenin Türkçe çevirisini Uygurca aslıyla karşılaştırarak okuyanlar, Türkçe çevirimdeki yanlışlıkları belirleyerek bana bildirirlerse, bu hikaye basılırken böyle katkıda bulunan arkadaşlara yapacağım teşekkürü de ayrıca dipnotu olarak bildireceğim: [email protected] Saygılarımla, Timur Kocaoğlu

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum