Tuncer Baykara: YUNUS EMRE DÖNEMİNDE ANADOLU

Yüzyılların ardından gelip günümüzde yaşayan bir Türk insanı, Yunus Emre'nin doğumunun 750. yılı dolayısıyla tertiplenen bu toplantıda konuşmaktan bahtiyarım

Tuncer Baykara: YUNUS EMRE DÖNEMİNDE ANADOLU
11 Ekim 2016 - 19:47

YUNUS EMRE DÖNEMİNDE ANADOLU

 

 

 

TUNCER BAYKARA

 

 

Prof. Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi. Tarih Bölümü, Bornova-İzmir.

 

 

 

Yüzyılların ardından gelip günümüzde yaşayan bir Türk insanı, Yunus Emre'nin doğumunun 750. yılı dolayısıyla tertiplenen bu toplantıda konuşmaktan bahtiyarım. Bir bahtiyarlığını daha vardır: Okuması yazması olmayan baba annemin ağzından Yunus Emre'nin "Sol cennetin ırmakları"nı dinlemiş olmamı da burada belirtmem gerekir. Yunus Emre'yi halkın, insanımızın ayrılmaz parçası yapanlar, böylesine sözlü kültürün mirasçısı idiler. Şimdilerde artık bu sözlü gelenek kalmamıştır. Ama Yunus Emre, bu ülkenin ve toplumun üzerine damgasını vuran bir Türk büyüğüdür.

 

 

Yunus Emre, 1241 tarihinde doğmuş kabul ediliyor. Bu kesinlikle doğru olabilir. Fakat bize kalırsa, bir-iki sene önce veya geç doğmuş olmasının bir önemi yoktur. Çünkü O'nun yaşadığı devir pek değişmez ve bu, XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın ilk yıllarıdır. Burada onu, kendi insan şahsiyetinden çok, çevresi ile ele almak istiyoruz. Bu da belli başlı üç ana kümede incelenebilir:

 

 

1. Coğrafyası; tabiî çevresi.

 

2. İnsan çevresi, beşerî unsurlar.

 

3. Siyâsî çevresi, olaylar.

 

 

 

Bütün bu yönlerin içice girmesiyle, Yunus Emre'nin doğduğu, yetiştiği, bir başka deyişle O'nun ortaya çıktığı çevre daha iyi anlaşılabilir.

 

 

Şunu belirtelim ki, XI-XIII yüzyıllar arasında, Rum ülkesinin, bir Türk-İslâm diyarı haline gelmesi, tarihin kaydettiği büyük olaylardan birisidir. Gerçi Kızılderililer diyarı Kuzey Amerika veyâ Sibirya'nın da büyük ölçüde değiştiği görülür. Ancak Rum diyârı, artık günümüzde tam bir Türk-İslâm ülkesi olmuştur. Bu büyük oluşumun erken bir döneminde, daha XIII. yüzyılda, Yunus Emre, dikkate değer bir şahsiyet olarak önümüzdedir. O, Rum diyârında hem insan, hem din yâni kültür olarak, insan ve siyâsî çevreden farklı bir ortamın insanıdır. Onun daha bu zamanda, Anadolu'da ortaya çıkması, sözü edilen büyük değişmenin bu devirde tamamlanmış gibi olduğunu da göstermektedir.

 

 

1. Yunus Emre'nin yaşağı dönemin coğrafyası, günümüzdekinden farksızdır. Aynı gökyüzü, aynı iklim, aynı rüzgârlar vardır. Kuraklık ve yağışlar aynı, bozkır aynıdır. Üzerindeki yeni yollar sebebiyle, eskisine nisbetle kıtlık ve yokluk azalmıştır ama, alıç ağaçları yine aynı ağaçlardır. Yine onlar kıtlık zamanlarında  bol alıç verirler. Bizim için coğrafyanın bu yönü fazla önemli değildir. Asıl önemli olan, üzerinde yaşayanlar, yâni beşerî yönüdür.

 

 

2. Yunus Emre'nin yaşağı yıllarda çevresi, artık hemen herşeyi ile Müslüman Türklerden ibârettir. Bunun yanında, yerli Hristiyanların yer yer varlıklarını sürdürdüklerini biliyoruz. Ancak Yunus Emre'nin insan çevresinin tamamen değişmesi için, anlaşılan iki yüz yıl yetmiş ve artmıştır. Çünkü 1071'den sonraki

 

dönemde, Yunus Emre'nin doğup büyüdüğü yıllara kadar nihayet iki yüz yıl geçmemiştir bile. Bu gerçeğin üzerinde biraz daha fazla durmak gerekmektedir.

 

 

Bildiğimize göre Yunus Emre bu toprakların insanıdır. Bazıları vardır; onların doğudan Horasan diyarından geldiğini biliriz (Hacı Bektaş Veli gibi). Ama Yunus Emre ile ilgili bildiklerimizde böyle bir husus asla geçmemektedir. O zaman Yunus Emre'nin, insan olarak da bu toprakların yerlisi olduğunu söyleyebiliriz.  Bu olağandır;  çünkü 1071'lerin 20-25  yaşlarının  bir  Alp-ereni,  bu  topraklarda  yerleşmiş, nesillerce burada kalmış ve Yunus Emre de onun neslinin çocuğu olmuştur. Böylece geçen iki yüz yıl, eğer bir nesli 30 sene kabul edersek, en azından 6 nesil demektir. Bu altı nesillik süre içinde, insanlar bu ülkenin taşı toprağı, ağacı, çiçeği kısaca herşeyi ile içice olmuşlardır.

 

 

Aslında bir toprağı vatan edinmek, apayrı bir büyük olaydır. 1071'i takib eden dönemi, 50-60'ar senelik dönemler hâlinde şöylece kümelendirebiliriz:

 

 

a) ilk 50-60 senede Türkler bu ülkeyi fethettiler. Kadın-erkek, silahları bellerinde (belki de ellerinde) uyudular. Bu zamanlar tam anlamıyla "Alp"lik dönemidir. Danişmentnâme gibi, pek azı bize kadar gelebilen hatıralar, bu fetih dönemini çeşitli yönleriyle, fakat her zaman savaşın, mücâdelenin ve gazânın içinde olarak yansıtır. Türkler her zaman tam bir teyakkuz halinde, her zaman savaşacak, her zaman bir başka yere (ve tabiî daha ileriye) göçeçekmiş gibi yaşadılar. Her zaman tetikte ve her zaman dikkatli oldular.

 

 

b) İkinci  50-60 senede,  Türkler beğenip kendisinin saydığı yaylaya göçüp, kışlağında  kışlamağa başladılar. Uçlarda, tehlikeli yerlerde yaşıyanlar bellerinde silahlarıyla uyumaya devam ettiler. Alplik döneminin yanında, "eren"lik de başladı. Çünkü uçlarda, sınırlarda Alp-erenlerin sağladığı güvenlik ortamı gerisinde Türklerin önemli bir kısmı, olağan hayatlarına başladılar.

 

 

c) 1176'yı takibeden dönem ise, güvenliğin daha büyük boyutlarda sağlandığı zamandır. Türkler artık düşman korkusu olmaksızın, ama yine de dikkatli olarak hayatlarını devam ettirdiler. Artık Türkler bu toprakları, kendi vatanları ve yurtları saymışlardır. Çünkü bu toprakları kendi canları, kanları ve vücutlarıyla yoğurmuşlardır. Bir haçlı kaynağı, 1147'deki sefer sırasında, geri çekilen Türklerin, başlarından yoldukları saçları toprağa attıklarından söz eder. Anlaşılıyor ki, vücud veyâ saç her ikisi de aynı sayılabilirdi ve her ikisi de toprağa karışınca, orası ancak vatan olabilir.

 

 

1190'daki Haçlı kasırgasının da atlatılması ile Rum diyârındaki yeni dönem, olumlu neticelerini çok açık biçimde göstermeye başladı. Türk nüfusunun artması ilk ve en önemli neticelerden birisidir. Bunun üzerinde biraz daha durmak, Yunus Emre'nin çevresindeki Türk unsurunu bilmek açısından gereklidir.

 

 

Anadolu'da, Roma çağındaki duruma göre, Bizans döneminde canlılık ve zenginlik gerilemiş, buna bağlı olarak nüfus da azalmış idi. Özellikle Orta, Güney ve Batı kesimindeki bu gerilemenin sonucu, birçok

 

şehir küçülmüş, hatta yerini terketmişti. Böylece 1071 arefesinde Rum diyarında, sanıldığından daha az Hristiyan nüfus bulunuyordu. Sasanî İranı ve İslamlar ile savaşlar sebebiyle, şehirler surların içinde hapsolmuş, çoğu da sarp kalelerin himâyesinde olmuşlardır. İran ve İslamlarla savaşlar, kırların boşalmasına da sebep olmuştu. Türkler böyle bir Anadolu'ya geldiler ve burasını fethettiler.

 

 

Artık Anadolu  diyebileceğimiz Rum diyarında, Türkler öncelikle önemli  kalelerde asker olarak bulundular. Böylece bu diyarın fethi tamamlanmış, ancak insan unsurunda yerli özellikler hâkim kalmaya devam etmiştir. Yukarda bu dönemin 50-60 sene, yâni iki nesil sürdüğünü belirtmiş idik. Ülkeye 'benim toprağım" diyebilmek için, belirli noktaların, yâni kalelerin elde tutulması şart idi. Bu sebepledir ki Türkler, birer Alp olarak, bu dönemde kalelerde kaldılar; her zaman uyanık, her zaman tetikte yaşadılar. Bu dönemin şartlarını, Ankara, Afyon, Divriği, Kastamonu, Çankırı, Turhal, Harput, Bayburt ve özellikle Niksar kalesinde de açık olarak görebiliriz.

 

 

Zaman geçip, güvenlik sağlandığı ölçüde, Türkler kalenin dışına da taşmağa, yerleşmeye başladılar. Bu arada uygun yerlerde, yarı göçebe bir hayatın gereklerine göre yerleşme de görülüyordu. Bu dönemin şartları gereği ikili bir durum söz konusu olmuştur:

 

 

a) Kalelerde kalan Türkler, asker özellikleri ve hâkim durumları dolayısı ile yerli halkı etkilemişlerdir. Yerli halk sayıca da azalmış durumda olduğundan, zamanla bunlar ana dillerini de unutup, Türkçe konuşmaya başladılar. Böylece her iki halk arasında karşılıklı etkileşimin görüldüğü yöreler oldu.

 

 

b)  Daha  boş  sahalarda,  Türkler  doğrudan  kalabalık  kitleler  halinde  gelip  hayatlarını  devam ettirmeye başladılar. Böyle yerlerde, yerli Hristiyan halkın herhangi bir etkisi, herhangi bir görünüşü de yoktur. Bu durum olağan sayılmalıdır; çünkü Bizans döneminde Anadolu'nun büyük bir kısmında, nüfusun Roma çağına göre bir hayli gerilediğini görmüş idik.

 

 

İşte XII.yy sonları ile XIII. yüzyıl başlarında Anadolu bu oluşumun üzerinde bulunuyordu. Mevlânâ'da veyâ daha başkalarında, az sayıda ve önemsiz yerli Hristiyan unsurlar görünebilir. Fakat Yunus Emre'de bu, hemen hiç yoktur. Bunu yadırgamamak, olağan görmek gerekir. Çünkü Anadolu'daki insan unsuru, artık büyük ölçüde değişmeye yüz tutmuştur.

 

 

Burada aklımıza gelen bir hususu da tartışabiliriz. Savaş durumunda, direnmekte devam edenlere karşı sert davranılması olağandır. Fakat barış zamanında böyle bir durum, yâni Hristiyan halka karşı sert davranılması Türk devlet geleneğinde yoktur. Buna karşılık, Hristiyanların, ellerinden çıkan bu diyarlardan kendi  dinlerinin  hâkim  olduğu  yörelere  göçmüş  olabileceğini  düşünebiliriz.  Bu  göçün,  özellikle  ilk dönemlerde etkili olduğu akla gelebilir. Böylece Türklerin hâkim olduğu yörelerdeki halk, sayıca gerilemiş, buna karşılık Türklerin sayısı, hem olağan doğum artışından, hem de durmaksızın doğudan gelen yeni göç dalgalarından dolayı artmış olmaktadır.

 

 

Yunus Emre'nin doğduğu yıllarda, Anadolu, sonraki yüzyıllarda benzer durumda olacağı bir özelliği kazanmış bulunuyordu. Türk ve Müslüman unsurunun her bakımdan etkin ve hâkim olduğu bir insan unsuru vardır.

Türk ve Müslüman nüfusun etkin olduğu bu yörede, insanların yaşama tarzı, bir başka deyişle, göçer, köylü veyâ şehirli olup olmadıkları da önemli bir meseledir.

 

 

Yunus Emre'nin bir 'ekinci', yâni toprakla uğraşan, göçer özellikleri etkin olmayan yönü üzerinde eskidenberi  birşeyler söylenmiştir.  Gerçektende o, artık toprakla  ilgilidir ve toprak,  şiirlerinde ve öteki eserlerinde göze çarpmaktadır. Fakat devrinin bir özelliğini yansıtan bu durumun, daha da ileri götürülebileceği de bir gerçektir.

 

 

XIII. yüzyıl başlarında, Özellikle Alâeddin Keykubad döneminde Selçuklu ülkesinde toprağa yerleşmenin arttığı, şehirlerin geliştiği bilinmektedir. Erken Osmanlı dönemi kaynakları, meselâ Neşrî, Alâeddin Keykubad'ın 19 pâre şehir yaptırdığından söz ederken, dönemin bir büyük özelliğini yansıtır. Şehirleşme olayı, Yunus Emre'nin doğduğu çağlarda en etkin dönemini yaşıyor, hayat tarzında şehirlere verilen öncelik, Türkmenlerde tepkilere yol açıyordu. Babaîler ayaklanmasının sosyal tabanında, bu özelliği de gözden ırak tutmamak icab eder. Devletin bu ayaklanmayı bastırması, şehire dayalı hayatın bütün yönleri ile etkin olmasına yol açmıştır.

 

 

Burada, rahmetli Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ'ın Yunus Emre ile ilgili bir değerlendirmesini hatırlatmayı görev bilirim. O, bir tarihçi olarak geniş ölçüde ele aldığı Yunus Emre'nin, göçerlerin veyâ sade köy hayatını yaşayanların değil, doğrudan şehir kültürünün bir insanı olabileceğini belirtmiş idi.

 

 

Onun ulaştığı bu hükme, XIII. yüzyılın ikinci yarısının özellikleri sebebiyle karşı çıkılamaz. Aslında rahmetli Tekindağ'ın ulaştığı bu hüküm, yerleşme ve şehirleşme açısından bizim ulaştığımız kanaatle uyuşmaktadır. Ancak bir hususun da belirtilmesi gerekir. Kanaatimizce, son yüzyıla, özellikle 1850'lere kadar, Türk halkı arasında, köylü-şehirli, aydınlar-halk gibi zümreler arasında çok büyük bir kültür farkı bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, Türk kültürü dediğimiz büyük bütünlüğün içinde, çok aşırı farklılıklar bulunmamaktadır. Yunus Emre, göçerler, köylüler ve okur-yazar olmayanlar ne kadar sevse de, belli bir eğitimin,   medrese   öğretiminin   bir   eseri   olabilir.   Tarihçi   olduğundan   olsa   gerek,   yeterince   yankı uyandırmayan merhum Ş. Tekindağ'ın kanaati, Yunus Emre'nin eğitimini bir medresede gördüğünü ön görmektedir. Hemen belirtelim ki, geçmiş dönemin kültüründe, medresede eğitim görmeksizin de İslâmî kültürün ayrıntıları öğrenilebilir.

 

 

Burada, Alâeddin Keykubad çağının ahenkli özelliğine de temas ederek, Yunus Emre'nin herkesçe sevilmesinin  köklerini  bulabiliriz.  Bilindiği  gibi,  şehirde  oturanların  gıdalarını,  öteki  ihtiyaçlarını  temin etmek önemli bir husustur. İşte her şehrin yakınlarındaki köylü ve göçebeler, şehirlilerin hem gıdalarını (et,

 

ekmek vs.) hem de öteki ihtiyaçlarını (kömür gibi) temin ediyorlardı. Böylece XIII. yüzyıl Selçuklu dünyasında  ahenkli  bir  işbirliği  görülüyordu.  Bu  ahenk,  Yunus'un  yetişme  çağında  hâlâ  devam ediyor olmalıdır. 1243 sonrasının Anadolu'ya felâket getirdiğini söylemek bir tarihçi için zordur. Çünkü 12701i yıllarda Sivas'da bir senede üç medresenin yapılabilmesi, büyük ve önemli bir olaydır. Anlaşılıyor ki, iktisadî gelişme  devam etmektedir.  Ancak zamanla bu denge değişecek, Anadolu'nun ahengi bozulacak, XIV.yy başlarında olumsuz bîr görünüş etkili olacaktır.

 

 

3. Yukarda Yunus Emre çağındaki insan unsurunun, hem sayı, hem de yerleşme açısından değişmelerine temas etmiştik. Burada 1241 sonrasının olaylarına özellikle 1300'lerdeki duruma temas etmemiz yararlı olacaktır.

 

 

Bize kalırsa, Anadolu'daki bir değişme için, 1243 değil, 1256 ve hatta ondanda önemlisi, Hulagu'nun Önasya'ya gelip, buradaki yetkiyi üzerine almasının tarihi daha önemlidir. 1260'lar, Anadolu'da Selçuklu idaresinin kırılması, üzerine bir başka gücün, İlhanlı  gücünün geçmesinin tarihidir. Bu durum, Türkler üzerinde olumsuz ve acı yankılar uyandıracaktır.

 

 

Türk örfünde, Han, Hakan veyâ Sultan, "hükmetmeli"dir. Onun hâkimiyeti elinde tutması, Türkleri ve öteki tebaasını mutlu kılmaya çalışması gerekmektedir. Hakimiyetini kaybeden, güçsüzleşenlere karşı, geçici bir acıma duygusu yanında, derhal yeni bir güç, yeni bir hükmeden beklentisine girilir. Bu Türk tarihinde 'sülâlelerin kurulup, çökmesi'nin en kısa ve sade izahıdır. Selçuklu ailesi de hükmetmekte zaafa uğrayınca tepkilere yol açmıştır. Bu tepkilerin görünüşü çeşitlidir: Selçuklu ailesine belirli bir saygı vardır, ama ya İlhanlılar yüceltilir, yahud da fiilî askerî gücün sahibi "Beğ"lerden birşeyler ümid edilir.

 

 

Yunus Emre bu durumun en açık temsilcisidir. Onda Selçuklu hanedanına veyâ İlhanlılara yönelik, onları hatırlatan hiçbir unsur yoktur. O yaşağı yer itibariyle, iktidarsız Selçuklulardan veyâ apayrı özelliklerin insanı ilhanlılardan uzaktır. Onun manevi beklentisi "Beğ"lerdendir ve bunun bir türden hazırlığını yapmaktadır.

 

 

Yunus Emre'nin "bir" olmayı hedefleyen şiirlerinde, şüphesiz Tanrı amacı kadar, beşerî gerçeklerin ayân-beyân ortada oluşu da gözden ırak tutulmalıdır. Onun birlik hedefini bilenler, okuyanlar hem Tanrı'yı, fakat aynı zamanda siyâsî ayrılıkları da düşünmemiş olamazlar.

 

 

XIV. yüzyıl başlarında, İlhanlı gücü, Gazan Han ve haleflerinde en önemli temsilcilerini bulmuştu. Bu güç, üst siyâsî kurumları kendi etkisine alıyordu; ancak geniş Türk kitleleri için önemli olan, kendinden olanların beyliği idi. Bu yoldaki fikir hazırlığında Yunus Emre'mizin payı çok büyük olabilirdi, nitekim de olmuştur.

 

Yunus Emre, Anadolu sahasındaki Ucların insanı gibi kabul edilebilir. Onun Eskişehir civarında veyâ Karaman yöresinde yaşıyormuş gösterilmesinin teli olumlu ve tutarlı açıklaması, bütün bu yerlerin Selçuklu uc mıntıkası olduğudur. Yunus Emre işte bu uçlardaki ortamın ve insanların çıkardığı bir şahsiyettir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Söylemek istediklerimizi kısaca özetleyelim:

 

 

 

1.  Rum  diyarının  1080'lerden  1241'e  kadar,  birbuçuk  yüzyıl  içinde  bir  Türk-Müslüman  diyarı olması, tarihin en büyük olaylarından birisidir. Bu oluşumda Anadolu'nun Bizans dönemindeki nüfus azlığı etkili olmuştur. Türkler yeni açılan bu diyara, göçeri, köylüsü, şehirlisi, çobanı, çiftçisi ve esnafı ile gelmişlerdir.

 

 

2. Bir yeni diyarda tutunmak çok büyük fedekârlık ister. Türkler de bir yüzyılı aşkın bir zaman, silahlarıyla birlikte uyudular diyebiliriz. Fakat sonunda kalelerde asıl dayanak noktalarına hâkim olarak, bu topraklarda yurt tuttular. Göçerler, kaleler dışındaki boş gibi olan mıntakaları doldurdu.

 

 

3. Ülkedeki dış güvenliğin sağlanması ile, yaylak-kışlak hayatında belirlilik başladı. Belirli yaylak ve belirli  kışlaklar, özellikle kışlaklar, devamlı yerleşmeyi etkiledi.  Zaten gelenler arasında yerleşiklerin ve ziraatçıların varlığı da önemli sayıda idi. Böylece köyler, kasabalar ortaya çıktı. Kalelerin surları dışındaki alanlara da yerleşmeler başladı.

 

 

4.  XIII.  yüzyılın  ilk  yarısında,  Alâeddin  Keykubad  dönemi  (1220-1237)  yerleşik  hayatın  tercih edildiği bir devir oldu. Göçerler, ziraatçılar ve şehirliler arasında ahenkli bir bütünlük oluştu. İç ticaretin gelişmesinin ardından, milletlerarası ticaretin de artması, ülkede yepyeni bir refah dönemini başlattı. Bunun sonucunda  kasabalar ve şehirler büyüdü, yenileri ortaya çıktı. Buralarda İran  sahasından gelenlerin de etkilediği yeni bir ilmî hareket görüldü. Yunus Emre böylesine bir ortamda doğmuş, belirli bir eğitimden geçmiştir.

 

 

5. 1243'ten sonra, önce belirsiz gibi görünen, fakat 1256'dan sonra daha açık olarak, Moğol etkisi görülmeye  başladı.  Hulagu'nun  gelişi  ile  İlhanlılar  Batı  Asya'ya  düzen  vermek  çabasına  girdiler.  Dış güvenliği de Selçuklu ordusu yerine İlhanlı ordusu sağlayınca Selçuklu ordusu dağıldı. Bu durum Selçuklu ordusunun en önemli unsuru olan Uc'lardaki Türkmenler, kendi küçük askerî birliklerini kurdular. Bunlar hem Bizans'a, hem de İlhanlı gücüne karşı gelmeye çalıştılar. Bizans'a karşı gazaları etkili olsa da, İlhanlılara

 

karşı isyanları kanla bastırıldı. Anadolu'da güvenlik geriledi; İlhanlı valilerinin olumsuz hareketleri ile ülke gittikçe fakirleşti.

 

 

6. Yunus Emre bu kargaşa döneminde bir tekkeye kapılandı. Onun Taptuk Emre'ye intisabının hikâyesi,  gerçek  sayılabilecek  unsurlarla  doludur.  Fakat  şehir  hayatının  gerilemeye  başlaması,  sosyal yankılar da uyandırdı. Yunus bu dönemde sükûneti tercih etti. Yunus Emre, ülkenin iç çekişmelerinde ve kavgalarında  hiçbir zaman  taraf olmadı; duygularını şiire döktü. Barış, sükûnet ve birlik özlemini dile getiren şiirleri, Türk halkı için de büyük bir ümid ve sakinleştirici unsur olmuştur.

 

 

7. XIV. yüzyıl başlarında, İlhanlı gücünün hem büyüklüğünün hem de çürümesinin görüldüğü zamanlarda,  Anadolu görünüşte birlik, fakat  içten içe dağınıklık yaşıyordu. Beğlerin ayrı dünyalarında yaşayan Türkler için birliğin ümidini Yunus Emre yaşatmıştır.

Yunus Emre, XIII. yüzyıldan XIV. yüzyıla akan zaman içinde, Selçuklu idaresinin çöktüğü, fakat yenisinin henüz belli olmadığı bir zamanda ölmüştür. Ama onun etkilediği Türkmenlerdeki 'birlik' fikri, siyasi birliğin de en kısa zamanda sağlanacağını gösteriyordu.

 

 

Yunus Emre, XIV. yüzyılın oluşumlarının başlangıcında bir şahsiyettir. Selçuklu idaresinden ilhanlılara, ondan da Beyliklere akıp giden bir tarihî çizginin üzerindedir. Bu tarihî akışta, siyâsî olaylardan çok, insan unsuru etkili olmuştur. Bu insan unsurunun temelini ise, XI. yüzyıldan başlayan, zaman içinde doğudan akıp gelen Türkmenler oluşturmuştur. Bunların aynı kültüre, aynı dünya görüşüne sahip olmaları, Yunus Emre'nin başarısını ve büyüklüğünü sağlamıştır. Çünkü, göçerler, köylüler ve şehirliler aynı Türkmenlerden idiler.

 

 

İlhanlıların  siyâsî  gücünü  kırmaya  çalışan  Türkmen  Beyleri,  Anadolu'da  bir  kargaşa  dönemine sebep olmuşlardı. Fakat zamanla İlhanlı gücü de kırılacak, beyler arasındaki çekişme artacaktır. Fakat dil, fikir ve kültür bütün'lüğü içindeki Anadolu'da, siyâsî birliği ve bütünlüğü de Osmanlılar, yâni Uc Türkmenleri  sağlıyacaktır.  Yunus Emre'nin Anadolu'nun  kuzeybatı ucunda yâni Eskişehir dolaylarında yaşağını kabul edersek, bu da olağan bir sonuçtur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum