SİYASİ TÜRKÇÜLÜK DEVRİ DÜŞÜNÜRLERİ VE İRAN TÜRKLÜĞÜ - BABEK ŞAHİT

SİYASİ TÜRKÇÜLÜK DEVRİ DÜŞÜNÜRLERİ VE İRAN TÜRKLÜĞÜ - BABEK ŞAHİT
01 Aralık 2019 - 13:31 - Güncelleme: 01 Aralık 2019 - 13:35

Özet- Yusuf Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” adlı eseri, Türkçülüğün düşünsel gelişimini kronolojik bir serüven içinde ele almaktadır. Türkçülüğün evrim sürecini beş ana evrede inceleyen bu eser Türklük uyanışının öncü isimlerini tarihsel sıralamayla ele alarak Türk Birliği mefkûresine yaklaşımlarının temellerini incelemektedir. Akçura’nın bu eserinde Türk milliyeti merkezli, yerli bir toplumsal birlik anlayışı oluşturma gereksiniminden doğup kültürel boyuttan siyasal boyuta ve ardından kurumsal evreye evrilen Türkçülük serüveni içinde Türkçü düşünürlerin Türk dünyası topluluklarını ele alış biçimleri de irdelenmektedir. Bu bağlamda bu çalışmada İran Türklüğü bu düşünürlerce nasıl ele alınmıştır? ve İran Türklüğünü, Türk dünyası ve Türkçü düşüncenin neresine konumlandırmışlar? soruları temel sorular olarak ele alınırken Yusuf Akçura’nın “Siyasi Türkçülük Devri” olarak nitelendirdiği “Dördüncü Faal Devre” düşünürlerinin İran Türklüğüne yönelik bakış açıları incelenmiştir.

Anahtar Sözcükler: İran Türklüğü, İran, Türk dünyası, Türk, Türkçülük.

Giriş

Türkçülük, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda entelektüel düzeyde başlayıp siyasal boyut kazandıktan sonra İttihat ve Terakki hükümetiyle iktidara taşınmıştır. Balkan Savaşları sonrasında, Hıristiyan milletlerin tamamen Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopmaları ve Arnavutlar ile Araplar içinde başlayan etno-milliyetçi hareketlerle Osmanlı kimliğindeki Türklük unsuruna vurguyu çoğaltarak bu düşünsel akımı geliştirmiştir. Osmanlı’da yaşanan toprak kayıpları Türk milliyeti merkezli, yerli bir toplumsal birlik ağını oluşturma gereksiniminden doğup kültürel boyuttan siyasal boyuta taşınmıştır. Türkçülüğün düşünsel temeli, 1912’de Türk Ocağı’nın kurulmasına kadar Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ali Bey Hüseyinzade (Turanî), İsmail Bey Gaspıralı, Hamdullah Suphi ve Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerle özdeşleşmektedir. Bu düşünürler dönemin iç ve dış koşullarını dikkate alarak ümmet birliğinden millet birliğine giden bir siyasal süreci desteklemişlerdir.

Sultan II. Abdülhamit döneminin başlarında kültürel düzeyde sınırlı kalan Türkçülük, İsmail Bey Gaspıralı’nın “Tercüman” gazetesi, Süleyman Hüsnü Paşa’nın “Tarih-i Âlem” adlı eseri, Ahmed Vefik Paşa, Şemseddin Sami ve Necip Asım’ın dilcilik alanındaki faaliyetleri neticesinde entelektüel çevreleri etkilemeyi başarmış ve siyasal evreye geçişinin altyapısını oluşturmuştur.

Bu bağlamda Yusuf Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” eseri Türkçülüğün gelişim sürecini anlatan eserler içinde önemini hâlâ korumaktadır ve Türkçülüğün tarihsel serüvenini ele alan eserler içinde referans alındığı kaynaklardan birdir. Bu eser, Türkçülüğün gelişimini ele alırken düşünsel oluşumuna etki eden faktörleri tarihsel süreç içinde incelemektedir. Bu çalışmada Akçura’nın sunduğu kronoloji bağlamında siyasi Türkçülük devri düşünürlerin İran Türklüğü’ne bakış açısı ve değerlendirme biçimleri ele alınmıştır.   

Siyasi Türkçülük Devri’ne Giden Süreçte İran Türklüğü

Yusuf Akçura, “Türkçülüğün Tarihi” eserinde “Siyasi Türkçülük Devri” öncesi evreyi üç faal döneme bölmektedir. Bu bağlamda Türkçülüğün ilk faal dönemi Tanzimat sonrası 1865-1870 yıllarını kapsayan ve bazı yazarların Türk dili üzerine yaptıkları çalışmalar (Akçura 2015: 46), ikinci faal dönemi 1876-1880 yılları arasını kapsayan ve dil ile birlikte tarih, eğitim ve siyaset alanlarında yapılan çalışmalar (Akçura 2015: 61) ve üçüncü faal dönem 1897 ile 1900 yılları arasını kapsayan ve Türk milliyetçiliği teriminin açıkça kullanılmaya başladığı dönemler olarak belirtilmektedir (Akçura 2015: 114).

1501’de Tebriz’i başkent yapan Şah İsmail’in kurduğu Safevi devletiyle Osmanlılar arasında, 1639’a kadar süren mücadelelerin kronikleşmesindeki asıl unsur, İstanbul’un Sünni İslam’ı ve Tebriz’in de Alevi İslam’ı temsil etmesiydi. 17. yüzyılın ilk yarısında Safevilerin Şiiliği kabul etmeleri bu unsur Sünnilik-Şiilik rekabetine çevirdi. Bu dönemde gerçekleşen savaşlar, ikili ilişkilerde daimi bir soğukluk mirası bırakmıştır (Akdevelioğlu 2015: 205). 1501’den 1914’e kadar Şii-Sünni rekabeti çerçevesinde süregelen İran-Osmanlı ilişkileri Nadir Şah Avşar döneminde kısa bir süre ciddi yakınlaşmaya şahit olmuştur. Bu doğrultuda Sultan II. Abdülhamid döneminde yaygınlaşmaya başlayan kültürel Türkçülük, İran Türklüğü’nü de etkilemek amacıyla bazı girişimlerde bulunarak bu tarihsel Şii-Sünni rekabetini hafifletmeğe çalışmıştır. Bu dönemde Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’nin Sultan II. Abdülhamid’in talimatıyla İran’ın Azerbaycan Türklerinin yaşadığı bölgelerde Türkçe okul açma teşebbüsü bu girişimlerin en bilinir örneğidir.

Yusuf Akçura, Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’nin Türkçülük akımındaki yerini şöyle izah etmektedir:

“Süleyman Efendi’nin bu yolda çalışmasını ortaya koyan belge, merhumun “Lugat-ı Çağatay ve Türkî-i Osmanî” isimli kitabıdır. Bu kitabın Osmanlı ve Çağatay lehçeleriyle nesir ve nazım halinde yazılan önsözlerinden yazarın düşüncelerini ve yaptığı bazı işleri öğreniyoruz. Şeyh Efendi, Çağataycayı dünyada bulunan ana dillerden biri ve Lisan-ı Türkî-i Osmanî’nin asıl kaynağı sayıyor… Lisan-ı Türkî-i Osmanî ile yazılan önsözündeki bu esas düşüncesini “Mukaddeme-i Çağatay”ında diğer ifadelerle tekrar ediyor: “Bugün Osmanlı ülkesinde kullanılan lisan-ı Osmaniye, lisan-ı Çağatayo’den, yani Maveraünnehir ülkesinde şimdi kullanılan şubelerdendir.”(Akçura 1978: 73.)

Türkçe kaynaklar Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’nin Sultan II. Abdülhamid’in İran’da Türkçe eğitim ile ilgili girişimden şöyle bahsetmektedir:

“II. Abdülhamid’in önemli özelliklerinden biri de Türklük şuuruna sahip olması idi ve İslâm cemaatleri içinde en güvendiği unsur da Türkler idi. Bu yüzden dış Türkler ile yakından ilgilendi. Daha saltanatının ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenlerle temas etmek üzere resmî vazife ile Orta Asya’ya gönderdi. Peşte’de toplanan Turan Kongresi’nde de padişahı yine Süleyman Efendi temsil etti. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağladı.” (Küçük 1988: 216).

Sultan II. Abdülhamid döneminde imparatorluğun korunması için İttihad-ı İslam adı altında yürütülen politikalar bağlamında Şiilerle ilişkilerin geliştirilmesinin de faydalı olacağı düşünülmüş, İslam dünyası ile ileri düzeyde dayanışma ve bunun gerçekleşmesi için çaba sarf edilmiştir. Bu doğrultuda mezhep farklılıklarının Müslümanların birlikte hareket etmelerine engel teşkil etmediği tezi üzerinde özellikle durulmuştur (Yücer, 2016, s.151). Sultan II. Abdülhamid’in İran Azerbaycan’ında Türkçe okulların açılmasını desteklemesi ve İran’ın kuzeybatısında buluna okullarda Azerbaycan Türkçesinin yasaklanmasına itiraz etmesi, İslam Birliği uğruna Şii-Sünni çekişmesine son verme çabasıyla birlikte oradaki Türklüğü dikkate aldığına işaret etmektedir.

Sultan II. Abdülhamid’in İran üzerindeki politikalarının önemli bir bölümü Cemaleddin Afganî üzerinden yapılmıştır ve Afganî’nin İstanbul’da bulunması ve faaliyetleri İran-Osmanlı ilişkilerini önemli ölçüde etkilemiştir. Cemaleddin Afganî’nin Farsça olarak kaleme aldığı ve dil esasında millî uyanışı savunduğu “Vahdet-i Cinsiye Felsefesi” ve “İttihad-ı Lisanın Mahiyet-i Hakikiyesi”(1) eseri bu vizyon doğrultusunda yazıldığı iddia edilebilir.

Cemaleddin Afganî bu eseri yazdığı dönemde Farsça, İran’da altın dönemini yaşamaktaydı ve Ari Farsça(2) yazma geleneği padişah sarayındaki Türk şehzadelere kadar yükselmişti. Mehmet Emin Resulzade tarafından Türkçeye tercüme edilen bu eserde özetle şu savlar paylaşılmaktadır:

“Cinsiyet (milliyet) dışında saadet yoktur. Lisansız milliyet olmaz. Bütün tabakaların ve sınıfların ifade ve istifadesini sağlayamayınca da lisan meydana gelmez… İnsanlar arasında kapsamı geniş olup birçok fertleri yekdiğerine bağlayan iki bağ vardır: Biri lisan birliği, yani milliyet birliği, ikincisi ise din. Dil birliğinin, yani milliyetin dünyada beka ve sebatı, hiç şüphe yoktur ki dinden daha devamlıdır. Çünkü az bir zamanda değişmez. Hâlbuki ikincisi böyle değildir. Tek bir lisan konuşan ırkı görürüz ki, bin yıllık bir süre içinde lisan birliğinden ibaret olan milliyette bir bozulma olmadan iki üç defa din değiştiriyor.” (Orkun 2000: 32).

Siyasi Türkçülük Devri öncesi düşünürlerinden ve Lehçe-i Osmanî sözlüğünün yazarı Ahmet Vefik Paşa, Türk unsurunu ve yaşadığı bölgeleri yeniden tanımladığı zaman Türk coğrafyasını sadece Batı Türkleri veya Osmanlı Türklerini sınırlandırmamış ve bütün Türkleri kapsayan bir zihniyeti Türk coğrafyasını ele almıştır. Ahmet Vefik Paşa, Türkçe konuşulanların tanımını yaparken İran Türkleri dâhil Osmanlı İmparatorluğu coğrafyası dışında kalan Türkçe konuşanları da Türk olarak sunmuştur. Bu bağlamda, Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî mukaddimesinde şu kanaatlere yer vermektedir:

“Elsine-i Türkîde en mukaddem münteşir olan Oğuz şu’besi Tataristin ve Türkistinı bir zamin Bahr-i Şarkîden Macaristan’a kadar kavrayıp hili Guz lisinı denir anın yenisi Türkmen (Türkmin) lisinı İrin ve Sûriye’yi kaplayıp Anadolu’ya inmiş mürûr-ı zamin ile lehce-i Osminîyi tevlîd etmişdir Fergina’dan Hind’e doğru yayılıp Halacî lisinı Afgan’a karışmışdır eski şu’belerden Kıpçak lisinı Hive’den Sibir ve Kırgız ve Kuman ve Bulgar gibi Kazan etrifını istîli etmişdir. Ve Uygur dili Çin taraflarından Kişgar’a doğru yayılıp andan yedi yüz tirîhlerinde Çingizyin akvimı Türk ve İslimiyyet’e duhûl eylediklerinde Çağatay lisinı mütevellid olup sekiz yüz a’vimında ziyide şüyû’ bulmuşdır. El-yevm Uygur ve Kıpçak ve Çağatay kitibları Mahbûbu’l-Kulûb te’lîfi gibi güzel eserleri ve husûsen altı yüzden sekiz yüze kadar meydina gelen Selicık’a Türkminî ve Osminlı kitibları kesretle tab’ olunup bunların tetebbu’uyla lisinımızın şu’belerinin ihtilifitı anlaşılmalıdır.”(Vural 2011: 8)

Böylece Orta Çağ döneminden itibaren Acem tabiriyle ele alınan İran Türklüğü Ahmet Vefik Paşa’nın yeni tanımlamasıyla Türk soyuna mensup bir kitle hâline gelmiştir. 

Sultan II. Abdülhamid döneminin ilk yılları Türkçülüğün ilk nüvelerinin atıldığı dönem olmuştur. Bu dönemdeki Türkçülerin özelliği, Türk kavramının tanımlaması ve coğrafi olarak Türkçe konuşanların dağılımını belirtmek olmuştur. Bu dönemde Buharalı Şeyh Süleyman Efendi ve Ahmet Vefik Paşa gibi Türkçüler, Türk sözcüğünün tanımını yaparken Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışına çıkmış ve İran Türklüğünü, Türk kavramı tanımı içine almışlar ve bu durum kimlik eksenli görüşlerin başlangıcı olmuştur.

Türkçü düşüncenin ileri bir seviyeye taşınmasında Kırım Türkü İsmail Bey Gaspıralı’nın çalışmaları özgün bir yer kapsamaktadır.  İsmail Bey Gaspıralı’nın faaliyetlerinin önemli bir bölümünü “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” şiarıyla “Tercüman” gazetesi bünyesinde özellikle de eğitim alanında yürütmüştür. Gsapıralı, 1901 yılında yayımlattığı Memalik-i İran(3) eserinde İran’ı Türklerin bolca yaşadığı ve o tarihlerde Türklerin idare ettiği bir coğrafya olarak tasvir etmektedir (Sarı 2016: 230).

Gaspıralı öncülüğünde yayımlanan “Tercüman” gazetesinin etki alanı sadece Rusya Türkleri ile sınırlı kalmamış ve Türk dünyasının çeşitli bölgelerinde Türk entelektüelliğini ve Türk kitlelerini etkilemiştir. Bu bağlamda Tercüman’ın İran Türkleri içinde de geniş bir kitle tarafından takip edildiği bilinmektedir. Örneğin “Ma’lûmât” dergisinin ilk sayısında Gaspıralı ile ilgili yazıda Tercüman’ın İran’da en çok okunan gazetelerden biri olduğu iddiasına şu cümlelerle yer verilmektedir:

“İbtidâ-yı zuhurunda üç yüz kadar abone ile birkaç seneler epeyce zahmet ve meşakkat çekildiği halde iş ilerlemeğe yüz tutup bugün binlerce abone cem’ine muvaffakiyet elvermiştir. Rusya’dan mâada, 1331’de İran’da, Buhâra’da ve sâir mahallerde en ziyâde okunan bir ceride olmuştur.”(4) 

Gaspıralı, “Refiklerime Açık Mektup” adlı yazısında birleşik görmek istediği Türk yurtlarını İran Türkleri dâhil şöyle kaleme almaktadır:

“Yirmi milyonu, yirmi isim ile yirmiye münkasim eden isimleri taşlayıp “Kazak Türkleri” “Kırım ve Kafkas Türkleri”, İran, Anadolu, Dala, Fergana, Sibirya, Kaşgar, Maveraünnehir, Hokan Türklerini nam-ı hakikisi ile söylemek ve yazmak âdet edilse olmaz mı?”(5)  

Gaspıralı’nın eğitim alanında başlattığı ceditçilik hareketi İran’ın eğitim sistemine de özgül etkileri olmuştur ve ilk kez İran’ın Tebriz kentinde Usul-i Cedit Mektepleri olarak bilinen yeni sisteme uygun okullar açılmıştır. Bu çerçevede Gaspıralı, Tebriz’e öğretmen göndermesi talibinde bulunan İran Türklerine olumlu yanıt vererek İran’a bu mekteplerde öğretmenlik yapmak için Türk öğretmenler ve Türkçe derslikler göndermiştir. 1894’te Mehdi Tebrizi tarafından Tebriz’de bir usul-i cedit mektebi açılmıştır (Özkaya 2013: 59).

Akçura’nın Türkçülüğün “İkinci Faal Devri” olarak ele aldığı ikinci dönem düşünürleri içinde İran Türklüğü bağlamında Hasan Bey Zerdabi’nin faaliyetleri öne çıkmaktadır. Zerdabi, Rusya Türklerinin ilk Türkçe gazetesi olan “Ekinci” gazetesinin sahibi ve başyazarı olmuştur. Azerbaycan Türkçesinde yayımlanan bu gazete eğitimde yenileşme, kadın hakları, din ve bilimde modernleşme gereksinimini dile getirirken Türk dünyasında dil birliği savunuculuğu yapmıştır. Hasan Bey Zerdabi’nin yayımladığı “Ekinci” gazetesi yalnız Rusya Türkleri için yeni bir başlangıcın ilk aşaması değil aksine İran’ın modernleşmesinde ilklere imza atan aydınların etkilendiği bir merci olmuştur.

İlk sayısı 22 Temmuz 1875 tarihinde yayımlanan “Ekinci” gazetesi, Azerbaycan’ın ilk millî gazetesi olma özelliğini taşımaktadır. Zerdabi, halkı gaflet uykusundan uyandırmanın, eğitim ve ilimle ilgili düşüncelerini geniş kitlelere anlatmanın yolunun, ana dilde bir gazete çıkarmaktan geçtiğini düşünmüştür (Yeşilot 2003: 73). Ekinci’nin İran Türklüğü’nün millî bilincinin uyanışındaki en önemli rolü dil birliği, eğitimde yenileşme ve dinde reform gereksiniminin dillendirmesidir. Zerdabi, Ekinci’nin 6. sayısında dil ve millet ilişkinse şu cümlelerle değinmektedir:

“Dil bir milletin diğer milletlerden farklı olan terennümü ve konuşmasıdır. Dil bir milletin ses dünyasıdır. Her millet kâinatı, duygu ve düşünceleri ayrı şekilde seslendirmiş, ayrı şekilde ifade etmiştir. Dil düşüncenin aynasıdır. Onun için dil bir milletin düşünce sistemini gösterir… Bir milleti ayakta tutan, bir milletin varlığını sağlayan ve devam ettiren, bir insan topluluğuna sarsılmaz bir birlik yaratan, milli mensubiyet duygusunun, bir millete sahip olma hissinin canlı ve fiili misalini teşkil eden, bir milletin insanlarını birbirine yaklaştıran ve bağlayan unsur olarak dilin oynadığı rol çok büyüktür.”(6) 

Zerdabi, Ekinci’nin 6. sayısında “Ders Kitaplarının Ana Diline Tercüme Olup Mekteplerde Tedris Vesaiti Gibi İstifade Edilmesinin Zaruriliğinden”(7) ve 19. sayısında “Yeni Tipli Mekteplerde Ana Dili Tedris Etmenin Vacipliği”(8) adlı makalelerinde Türklerin yaşadığı bölgelerde modern okulların açılması ve eğitim dilinin Türkçe olmasını savunurken “Ekinci” kapatıldıktan sonra “Hayat” gazetesinin 6. sayısında yazdığı “İttihad-ı Lisan”(9) adlı makalesinde dilin ölmemesi için okullarda eğitilmesi gerektiği ile ilgili düşüncesini sürdürmüş ve Farsça yazı yazan aydınları sert şekilde eleştirmiştir.  

Akuçura’nın “Üçüncü Faal Devre” olarak nitelendirdiği ve siyasal Türkçülüğünün üzerine inşa edildiği dönemin öncü isimlerinden Ahmet Cevdet Bey’in İran Trüklerinin Türklük uyanışının önemini Türk dünyası açısından şöyle özetlemektedir:

“Ahmet Cevdet Bey’in çıkardığı İkdam gazetesinin yayınları sansür edildi. Kamus-i Türkî, Seyahatname, Türk Tarihi gibi eserler de yasaklandı. Bu idari baskıya rağmen Türk aydınları bir yandan Osmanlı İmparatorluğunu yaşatmak, öte yandan çoğunlukla Rusya, kısmen de İran hâkimiyetinde olan Türkleri millî benliklerine kavuşturmak için mahdut mücadeleyi sürdürdüler.”(10)

Türkiye’de dilbilimin gelişip yerleşmesinin öncülerinden Necip Asım Yazıksız ise İran Türklerine değinmek isterken İran’da hüküm sürmüş Türklerin dil politikalarını eleştirerek Türk diline itinasız davranmaları üzerinde durmuştur. Yazıksız’a göre “Eski İran tarihinin, mit ve hurafelerinin her beytini Firdevsî Tûsi’ye bir altına yazdıran Mahmud-ı Sebüktigin olmasaydı Farsça belki bu kadar gelişemezdi. İran’ı elde eden Türk hanedanları Farsçayı korumasalardı belki Sâdiler, Câmiler yetişmezdi. Şairlerin hayatını anlatan eserlerde, Ali Şir Nevâi’nin Mecâlisü’n-Nefais’inde yüzden fazla Türkoğlu İran şairi vardır. Türkler yalnız İran dilini muhafaza, edebiyatını teşvik, maarifini yaymakla kalmamışlar, Araplara da tatbiketmişlerdir. İşte İslamiyetin o andaki en büyük şairi olan Mütenebbî de Yemînüd Devle’nin atıfet ve himayesine mazhar olmuştu. Bunu da hatırlatalım.” (Sarıay, 2012, s.63).

Kısacası “Siyasi Türkçülük Devri” öncesi düşünürlerin İran Türklüğü ile ilgili çalışma ve bakış açıları, kültürel boyuttan siyasal boyuta taşına bilecek bir serüvenle ilerlemektedir. İran Türkleri, Türkçü düşünürlerce ilk etapta II. Abdülhamid döneminde İttihad-ı İslam politikaları bağlamında Şii-Sünni birliği açısından önem arz etmeye başlamıştır ve İran Türklerinin önemi ciddi şekilde hissedilmiştir. Bu doğrultuda Türkçü düşünürler Türk kavramını yeniden tanımlamaya çalışırken yeni Türk kavramında Türklük, Osmanlı sınırları dışına çıkıp İran Türkleri, Türk dünyası coğrafyasında yer almıştır. Ayrıca Türk dünyasında eğitim alanında başlayan yenilikçi hareketler İran Türkleri üzerinde de belli başlı etkiler bırakmış ve İran’ın Türk bölgelerinde yeni usullerle idare olunan Türkçe okullar açılmıştır.

Siyasi Türkçülük Devri Düşünürleri ve İran Türklüğü

Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” eserinde “Siyasi Türkçülük Devri”, dördüncü faal devre olarak ele alınmaktadır. Bu dönem düşünürleri içinde en çok Ali Bey Hüseyinzade (Turanî) ve Ahmet Ağaoğlu, İran Türklüğü üzerine yoğunlaşmıştır.

Ali Bey Hüseyinzade’nin İran ve İran Türkleri hakkında kaleme aldığı birçok yazısının ana konusu, İran Meşrutiyet Hareketi, Kaçar-Osmanlı ittifakı gereksinimin dillendirmesi ve Türk kimliği merkezli Şii-Sünni rekabetine son verme çabası ile ilgili olmuştur. Ali Bey Hüseyinzade’nin yazılarından İran’da hâkim olan Kaçar Hanedanı’nın Türk soyundan geldiğine oldukça önem vermiş ve İran’ın Batılı güçlerin bölgeye yönelik politikalarında önemli engelleyici rol oynayabileceğine inanmıştır.

Hüzeyinzade 1904’de yayımlanan “Mektup-i Mahsus” başlıklı yazısında Türk birliği ve mezhep ilişkisi ile ilgili düşüncelerini şu cümlelerle aktarmaktadır:

“Müslümanlar ve bilhassa Türkler, her nerede olursa olsun, ister Osmanlıda, ister Türkistan’da ister Baykal Gölü’nün etrafında ya Karakum civarında olsun, yekdiğerlerini tanıyacak, sevecek, Sünnilik, Şiilik ve daha bilmem nelik anlamlarıyla taassup-i mezhebi azaltıp Kuran-ı Kerimi anlamağa gayret edecek olurlarsa elvermez mi?” (Hüseyinzade 2007: 30-32)(11)

Hüseyinzade 1906 yılında “Hayat” gazetesinin 173. sayısında Hürriyet ve Vatan-ı Ferdevsi başlıklı yazısıyla Kaçar Padişah’ı Muzafferettin Şah’ı şu övgü dolu sözlerle ele almaktadır:

“Revzey-i münevver-i İran, adı istibdat ve mutlakıyet olan o taşın zulmetinden, tazyikinden aza ve cefasından hilas ediliyor! Türk neslinden olan yeni bir hükümdarın, Teymurun bütün zaferlerine bedel büyük bir muzafferiyete nail olur! Yaşa Muzafferettin, yaşa! Şaha, şehenşaha, Hısrov’a, Keyhısrov’a! Çok yaşa! Şimdi senin tacında parlayan yakutlar, zümrütleri, elmasları kopar at! O taşlar neye lazımdır! Hak ve adalet, insaniyet, müsavat ve hürriyet kadar parlak, rengârenk, pertivefza, şe’şe’epaş, cevahir m olu! Koy bu cevahir senin tacında berk vursun!”  (Hüseyinzade 2007: 145-147)(12)

“Füyuzat” gazetesinin ilk sayısında İcmal adlı yazısında İran ve Osmanlı’daki reform hareketlerine değinen Hüseyinzade, bu iki ülkenin kader birliğiyle ilgili şu düşünceyi ileri sürmektedir:

“Diğer taraftan Osmanlı maarif-perverleri, Türk hürriyet mücahitleri sayi-yi Hamid’de merhum Mithat Paşa kanuni esasinin hasretini çekip durmakta iken, İran memalikinde Muzafferettin Şah gibi necip ve vatan-perver bir hükümdarın himmeti alem-pesendide-si ile mühim-mühim ıslahat icra olunarak kanuni esasi kusurlu, kusursuz yavaş-yavaş meydana çıkıyor. Biz “Hayat” sütunlarında derç olunan “Vatan-ı Ferdevsi ve Hürriyet” serlevhalı makalemizle bu ıslahatı alkışladık, yine de alkışlarız… İran’ın Osmanlı’nın başı bu suratla karmaşıkta iken Avrupa devletleri Şark’ın ahvalini nazarı dikkatle tarassuttan bir an geri durmayıp müşahidatlarından yeni bir tarzda istifade yollarını arıyor. Rusya’nın ahvali hazırından naşi Avrupa muvazine-yi siyasi rihnedar olduğu için devletler yeni-yeni ittifaklar teşkiline kalkışıyorlar. Teşebbüs olunan bu yeni ittifaklarda esas madde çok kere İslam memleketlerinin umur-i dâhiliyesine ticaret ve iktisat y nüfuz-i siyasi bahaneleriyle müdahile, İran’da, Osmanlı’da, Fas’ta ya Afganistan’da serzede-yi zuhur olan ya olacak bulunan ahvali cedidiye-ye karşı ne suretle hareket etmek meselelerindendir.”  (Hüseyinzade, 2007, s.155-158)(13)

Ali Bey Hüseyinzade, “Füyuzat” gazetesinin ikinci sayısında “Vakayı Âleme Bir Nazar” yazısında Mısır’da yayımlanan “Türk” gazetesinin İran’daki anayasacı harekete yaklaşım biçimini ve İran Meşrutiyet Hareketini İngiltere’ye bağlamasını eleştirmiş ve Türkiye’nin İran’daki değişimi desteklemesi gerektiğini savunmuştur. Bu doğrultuda Ali Bey’in üzerinde durduğu gerekçeler ve nedenlerden biri de İran’ın kuzeybatısında yaşayan Azerbaycan Türklerinin önemi olmuştur. Ali Bey bu düşüncesini şu şekilde açıklamaktadır:

“Bu numaramız İran’da vaki hareketi inkılabın silsileyi vukuatından bir vakıayı mühimi ıraya eden bir levha ile müzeyyen ve musavverdir. Tahran uleması ile ahaliden büyük bir fırka İngiliz sefarethanesine müracaat ediyor… Mısır’da çıkan “Türk” gazetesi bu hususta bazı mütalaatta bulunuyor. Lakin mütalaat yanlıştır. Bu yanlışlıklar nereden ileri geliyor? Eski Türklerin yanlışlıklarının menbeyi müteatditdir. Bizim bunlara işimiz yoktur. Bizim için yeni Türklerden bazı fırkaların menbeyi zelaleti daha mühimdir. Bunların zelaleti, sehiv ve hataları nereden neşet ediyor? Bunlar her vakit yanıltan üç meseledir: Meselelerin birisi Sünniliyi, Şiiliye ayrı-ayrı bir şey hesap edip İslamiyet’i hakkıyla anlamamalarıdır, ikincisi hilafet bahsini İslamiyet’le karıştırıp alemi İslam’a menafi-i hilafet noktayı nazarından bakmalarıdır, üçüncü mesele ise sülale bahsi olup Türklüğü Osmanlılıktan, yani Hanedanı Ali Osman’a merbut bilmekten ibarettir… Bizim ise Âlemi İslam’da ya Âlemi Etrak’ta ehemmiyet verdiğimiz, raptı kalp ettiğimiz, meyil-ü muhabbet bağladığımız şey ne mezheptir, ne hilafettir ve ne de filan, ya filan sülaleyi hükümdardır. “Türk” zannediyor ki İran’da vaki hareketi İnkılâp-iye İngiliz teşvikatının eseridir. Bir ferdin sinni buluğa yetişmesi etrafında olan insanlardan kimsenin eseri teşviki olmayacağı gibi İranlılarında davayı hürriyet ederek bu yolda asarı buluğ göstermeleri İngiliz eseri olamaz. İngilizlerin âlemi siyasette en büyük hünerleri hadiseler türetmekte olmayıp belki binefsa husule gelen hadiselerden istifade eylemeleridir. İran hadisatından İngilizler ne yolda istifade ediyorlar ve edecekler o bahsi ahır lakin her halde hadisatı mezkûra İngilizlerin keyfi ile hâsıl olmamıştır… İran ahalinin mücahitet-i hürriyetperveranesinde İngiliz parmağı görmek ve hususi İngilizlerin hilafet ve ittihadı İslam korkusu ile Hindistan’ı müdafie etmek tedbirlerinin mahsulü kimi telakki etmek hatadır. Bizim itikadımızca İran’daki ahval bir taraftan İranlıların haddi buluğ-i içtimaiye yetişmeleri ile diğer taraftan Rusya inkılabının aksi sedasının neticesidir… Kavmiyet bahsine gelince malumudur ki Rusya ahalisinin bir kısmı Türklerden ibaret olduğu gibi İran’ın da bütün ciheti şimali bilhassa Azerbaycan kıtası Türk’tür. İran’ın eyaleti cenubiye gelince burada sakin olan Farsların adet, ahlak ve hatta lisanca Türklerden o kadar farkı yoktur, hatta lisanca diyoruz çünkü her iki dil Müslümanlaştığı için birbirlerine o kadar takarrüp etmiştir ki cüzi bir himmetle Fars, Türk’ün, Türk Fars’ın lisanını anlayabilir, çünkü fark lügatlerde olmayıp ancak kaidelerdedir… İran Farsları’nın kanı Türk ve Fars kanlarından ibaret olduğu gibi İran Türkleri’nin de kanı aynı enasirden mürekkeptir. Hal ve keyfiyet bu merkezde iken İran’daki hareketi hürriyet keranenin sebebini İngiliz hükümeti parmağının ucunda değil, Rusya cemaatinin kalbinden feveran eden ateşi hürriyetin İran’a düşmüş şerarelerinde aramalıdır.”  (Hüseyinzade, 2007, s.158-164)(14)

Ali Bey Hüseyinzade çok sevdiği Kaçar Hanedanı Padişah’ı Muzafferettin Şah’ın vefatı üzerine Füyuzat’ın 7. sayısında Muzafferettin başlığıyla kaleme aldığı yazıda Osmanlı Türkleri ve İran Türkleri arasında oluşan birlik havasından şöyle bahsetmektedir:

“Muzafferettin Şah vefat etti… Lakin öyle bir kipte-bahşa bir surette vefat etti ki hiçbir şairin hatır ve hayaline o yolda bir vefat gelmemiştir. Muzafferettin Şah’ın vefatı şairin arzu ve tasavvur ettiği mevtin mafevkindedir… Muzafferettin Şah devrinde yaşamış olduğuma fahrediyorum. Merhum müşarileyhi bende görmüş idim. Fakat alelumum bir cemaatin bir hükümdarı görebileceği surette görmüş idim. Bu nailiyyeti- didar ancak birkaç saniyeden ibaret olsa da onu tarif ve hikâye etmek isterim. Çünkü o an zarfında hasıl ettiğim hissiyat ve efkarım bütün mesumatıma değer. Bört beş sene akdem ben İstanbul’da idim. Muzafferettin Şah da o zaman Avrupa’ya sefer ederken İstanbul’u dahi ziyaret edip Sultan Hamid hazretlerine birkaç gün misafir oldu. Bütün İstanbul cemaati Şah’ı görmeğe fevkalade heves ediyor idiler… İstanbul’da seyahati ittihadı İslam’a büyük bir çığır hazırlıyordu… İşte böyle bir Şah’ın didarına müştak olan İstanbul halkı müşarileyhin güzergahlarına akın-akın, fevç-fevç yığılıp anı çar-çeşm ile gözlüyor idiler. Bir gün Muzafferettin Şah “Yıldız” sarayından kalkıp İstanbul’daki İran sefarethanesini teşrif ve o vakit sefir bulunan Ela-ül-Mülk Mirza Mahmut Han’ı bahtiyar etti. Bu münasebetle güzergahı İstanbul’un en muteber sokaklarından olan Babi-Ali caddesine geldi. Şah’ın aynı tarik ile saray avdet edeceğini haber aldığımızdan bizde birkaç yoldaşla oraya gittik. Mezkur caddede öyle bir insan kalabalığı var idi ki orada en cüzi bir hareket dahi esir idi. Kalabalıktan caddenin ortasında Şah’ın böyle gerdünesi çetinlikle geçebilecek ancak dar bir yol kalmış idi. Cemaatin kısmı azimini Osmanlılar ile İran Türkleri teşkil ediyordu…

Kolalı bir gömlek üzerine siyah bir sitre giyinmiş Avrupa kıyafetiyle bir Osmanlı yanında bulunan uzun elbiseli bir İranlı’ya diyordu ki:

– Efendim, Şah’ınız iyi bir adama benziyor. İran mesut ve bahtiyar bir memleket olacaksa bunun devrinde olacaktır…

İranlı ise Osmanlı’ya diyordu ki:

– Efendim, İran’la Osmanlı’ya her şeyden akdem ittihat ve ittifak lazımdır. Bu iki devlet arasında kavi bir ittihat olursa, İran’da, Osmanlı’da ve bütün âlemi İslam da terakki eder. Yoksa Avrupalılar terakkimize mani olabilirler. Şahımızdan biz razıyız, çünkü buraya ittihat niyetiyle gelmiştir.

Osmanlı:

– Şüphesiz efendim, şüphesiz! Bize her şeyden akdem ittihat lazımdır. Çünkü cümlemiz İslam’ız, İslam kardeşiyiz…

İşte İstanbul’da Babi-Ali caddesinde Muzafferettin Şah’ın güzergâhına yığılan cemaatin efkârı tahminen bu müzakerede idi.” (Hüseyinzade, 2007, s.200-208)(15) 

Ali Bey, İran Meşrutiyet Devrimi’nin katı bir savunucusu olmasına rağmen Füyuzat’ın 19. sayısında çağdaş değerlerle sonuçlanan dünyadaki devrimleri “Ahvali Âlem” ve “Diri Müstehaseler” başlıklı yazıyla ele alırken İran Meşrutiyet Hareketi’nin bazı odaklar tarafından yolundan saptırıldığını sert dille şöyle eleştirmiştir:

“İran hakkında, İran inkılabatı hakkında da bir fikir edinmek isterdik. İran inkılabı tezelzüldür dedik. Bu tezelzülün neticesi ise İran’ın bu an bir kaos bir heyula haline girmesidir… ikide birde şehirlerde ihtilallar, gürültüler, patırtılari tatiller oluyor, dükkan-pazar bağlanıyor. Halk postahanelere, telegraf başlarına koşuyor, sabırsızlıkla Tahran’dan bir haber gözlüyor. Sonra bir telgraf geliyor ki, Şah “Kanuni Esasi”yi imzaladı. Anlamıyoruz ki, bu kanuni esasi kaç defa daha imzalanacaktır!… Hükümet bir gün meşruta bir gün meşrua oluyor, daha sonra ne meşruta ne meşrua oluyor… Bütün bu ahvalden İran müstehaselerinin henüz canlı bulunarak İran ülkesini anarşiye tarikiyle mehv ve inkıraz uçurumlarına sürükledikleri anlaşıyor, lakin aynı zamanda da her taraftan bir “Ya Sahip-ül Zaman!” feryadıdır kopuyor.”  (Hüseyinzade, 2007, s.247-249)(16)

Siyasi Türkçülük Devri’nin diğer önemli siması olan Ahmet Ağaoğlu dönemin diğer Türkçü düşünürlerine kıyasla İran üzerine yoğunlaşan bir başka düşünürdür. Ali Bey Hüseyinzade ile mücadele arkadaşı olmasına rağmen İran ve İran Türklüğüne bakış açısı Ali Bey’den önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Ali Bey Hüseyinzade, İran’ın Şii kimliğini dikkat odağına alırken İran’ın bölgedeki oyun bozucu potansiyeline vurgu yaparak Osmanlı-Kaçar ittifakını savunmaktadır. Oysa Ahmet Ağaoğlu İran ve İnkılâbı, Şii Dini’ndeki Mezdeki İnançlar, İslam ve Ahund ve İran’ın Mazi Haline Bir Nazar gibi eserleriyle İran Türklüğüne eleştirel bir açıdan yaklaşmaktadır.

Ahmet Ağaoğlu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce İran ile ilgili kaleme aldığı İran ve İnkılâbı, Şii Dini’ndeki Mezdeki İnançlar (Fransızca), İslam ve Ahund ve İran Mazi Haline Bir Nazar eserleriyle birlikte Fransa’nın Nouvelle Revue Française dergisinde İran’la ilgili çeşitli yazılar yayımlatmıştır(17).

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ise “Cumhuriyet” gazetesinde kaleme aldığı yazılarında şu başlıklarla İran ve İran Türklüğüne değinmiştir: “Yeni Türkiye, Yeni İran, Cumhuriyet, no: 3630, 15 Haziran 1934.”, “İnkılâptan Evvel, Cumhuriyet, no: 3631, 16 Haziran 1934.”, “Nasıreddin Devri, Cumhuriyet, no: 3632, 17 Haziran 1934.”, “İran’da Fikir İnkılâbı, Cumhuriyet, no: 3633, 18 Haziran 1934.”, “İran Nasıl Uyandı?, Cumhuriyet, no: 3634, 19 Haziran 1934.”, “İnkılabın Tarihçesi, Cumhuriyet, no: 3635, 20 Haziran 1934.”, “Muzaffereddin Şahın Vaziyeti, Cumhuriyet, no: 3637, 22 Haziran 1934.”, “Mehmet Ali Devri, Cumhuriyet, no: 3638, 23 Haziran 1934.”, “Meşrutiyetin İlanı, Cumhuriyet, no: 3639, 24 Haziran1934.”(Süleymanlı 2007: 7)

Ağaoğlu’nun İran ile ilgili düşünceleri iki döneme ayrılmaktadır. Fransa’da öğrenciyken İran milliyetçisi gibi çıkış eden Ağaoğlu, İttihat ve Terakki üyeleri ile tanıştıktan sonra Türkçü çizgiye yönelmiş ve ömrünün sonuna dek bu çizgide devam etmiştir.

Ağaoğlu, Türkçü kimliğiyle İran Türklüğü ile ilgili kaleme aldığı yazılarında İran Türklerini kendi etnik kimliklerine itinasız kalmak ve daha çok Fars kültürü hizmet etmekle eleştirmektedir.

Ağaoğlu, Şiilik ile Fars kültürünü karşılıklı ilişki içinde nasıl geliştiğini 1892’de Londra’da katıldığı “Dokuzuncu Oryantalist Kongresi’nde”(18) sunduğu tebliğde şu cümlelerle aktarmaktadır:

“Bir insan eğer İran’da aydınlığın, ilmin, saflığın ülkesi olma özelliğini görmüyorsa, eğer İran’ı dünyanın, hatta evrenin kaderinin bağlı olduğu merkez olarak görmüyorsa Şii değildir. Bir kelimeyle söylersek Şii olmak; İranlı olmak, onun geçmişini bir bütün olarak kabul etmek, kendisini oraya bırakmak, onun zaferinden gururlanmak, onun üzüntülerinden hüzünlenmek ve onun ümitleriyle ümitlenmektir. Bilin ki Şiilik kelimenin gerçek anlamıyla bir din değildir, bir siyasi parti özlemi de değildir. Ama Şiilik İran’ın milli ruhuyla doludur ki bu ruh geçmişle bugünün, Mazdekçilikle İslamiyet arasındaki bir uzlaşmanın asırlar boyunca almış olduğu bir özdür. İran milli ruhunun bir sentezidir.” (Süleymanlı, 2007, s.88)(19)

Ahmet Ağaoğlu’nun İran Türklüğü ile ilgili genel kanaatini “Sebilürreşad” dergisinde “İran’ın Mazi Haline Bir Nazar” başlığıyla kaleme aldığı seri yazılarının 105. sayısındaki şu paragrafıyla özetlemek mümkündür:

“Zaten her yerde olduğu gibi İran’da da Türkler hükümet ve temellük-i zahiri ile iktifa ederek bütün şuunat-ı hayatiyeyi yerli ahaliye bırakmışlar! Türkler yalnız askerlik ve me’muriyet vazifelerini ‘uhdelerine alarak intizam ve hıfz-ı memleketle uğraştıkları halde erkân-ı hayatı teşkil iden ticaret, iktisadiyat, edebiyat, ‘ulum u fünun gibi umur-ı mühimmeyi yerlilere bırakmışlardır. İşte Türklüğün en za’if tarafı! Bu kavim bütün tarihinde kat’iyen hiss-i kavmiyet ne olduğunu düşünmemiş: bunlar nereye varmışlarsa oralı olmuşlardır. Oranın ruhu ile ruhlanmışlardır, rengi renklenmişlerdir! İstanbul’da Bizans ‘adatını almışlar, Asya’nın garbında Arablaşmışlar; vüstasında Farisileşmişler, Hindistan’da Hindleşmişler, Türkistan-ı Şarkide de Çinleşmişlerdir!” (Gündoğdu 2007: 122)

Akçura’nın sunduğu kronolojide ismi geçmeyip ama Siyasi Türkçülük Devri’nin düşünürleri kadar İran üzerine yoğunlaşan ve bu düşünürlerle birlikte mücadele eden önemli isimlerden biri Mehmet Emin Resulzade’dir.  Azerbaycan ve İran tarihindeki oynadığı rol ve bıraktığı etki itibariyle çağdaş Azerbaycan ve İran tarihinin önemli figürlerinden biri olan Resulzade, Ağaoğlu ve Hüseyinzade ile “Hayat”, “İrşad”, “Terakki” ve başka gazetelerde birlikte çalışmıştır.

Mehmet Emin Resulzade’nin İran ile ilgili çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan birçok yazısı bulunmaktadır. Ancak bu yazılar içinde en dikkat çeken yazısı “Türk Yurdu” dergisinde İran Türkleri başlığıyla yayınlanan ve daha sonra kitaplaştırılan eseridir. Mehmet Emin bu eserinde İran Türklerinin tarih, edebiyat ve siyasi durumlarıyla ilgili düşüncelerini paylaştıktan sonra şu genel kanaatini ortaya koymaktadır:

“Elde tahkiki bir istatistik olmadığından İran’ın nüfus adedi muhtelif olarak rivayet ediliyor. İranilerin kendi aralarında pek münteşir bir telakkiye bakılacak olursa, ahali 30 kürur (15 milyon)a baliğ olmak lazım gelir… İran Türkleri başlıca Azerbaycan’da sakin oluyorlar. İran Azerbaycan’ı İran’ın şimal tarafında vakidir. Ve İran’da mevcut sekiz eyaletin en mühimidir… İran Türkleri ve İran Türklüğü denildiği vakit hatıra ale’l-ekser Azerbaycan gelir. Hâlbuki 3 milyon Türk’ten takriben iki buçuk milyonunu ihtiva eden şu kıt’adan başka İran’ın sair yerlerinde, hatta İran-ı kadimin merkezi olan Şiraz etrafında bile Türkler vardır. Bunlar, adedleri 350 bini tecavüz eden Kaşkailerdir… İran’ın şimalinde Esterabad ve Gümüştepe havalisinde, Rus Türkistanı ve Mavera-yı Hazar ile hemhudud olan Türkmen kabileleri de göçebe ve aşiret halinde yaşayan Türklerdir. Bugün İran şahlığına hâkim Kacar sülalesi bu Türkmen kabilelerinden birine mensubdur… Tahran havalisinden Zerend, Kerec, Har ve Veramin dahi kısmen Farslarla karışık yaşayan Türk köyleri ve kabileleri olduğu gibi Kazvin ve Hemedan şehir ve vilayetlerinin bir kısım sekenesini de Türkler teşkil ederler…  İran’da Türkler, ne Rusya’da olduğu gibi mahkum ve ne de Türkiye’de olduğu gibi hakim bir millet değildirler. İran Türkleri, asıl İranlı olan Farslarla hukukta müsavi vatandaş halinde bulunuyorlar: Aynı hakları, aynı imtiyazları haizdirler; ögeylik çekmezler. Beş yüz seneden beri İran’da hükümran olan padişahlar hep Türk ırkından geldiler; bugün icra-yı saltanat eden Kaçar sülalesi de Türkmen kabilelerinden bir kabileye mensuptur. Fakat İran hükümdarlarının Türk olması Türklere hususi bir imtiyaz bahşetmediği gibi, Fars milletinin tazyikine de sebep olmamıştır. Hükümdarların Türklüğüne rağmen memleketin lisan-ı resmisi Farisi kalmış ve merasim ve teşrifatta hep Farisi an’anatı muhafaza olunmuştur… Şiilik İran Türklerini o kadar farslaştırmıştır ki, şimdi onlar kendilerini Türkleşmiş Fars, yani aslen İranlı telakki ederler!… İran Türkleri inkılabın yalnız maddiyatını değil, maneviyatını da idare etmişlerdir. Tebriz adeta İran efkar-ı ahraranesinin bir nazım-ı mutlakı olmuştur, meşrutiyetin bır derece istikrarından ve Meclis-i Milli’nin küşadından sonra da Türklerin hayat-ı siyasiyyede ehemmiyetleri artmış ve adedlerinin nisbetinden fazla faaliyetleri görülmüştür… Türk inkılabçıları, Türk mebusları, Türk encümenleri dediğimizde bunların mahz Türklük namına hareket ettikleri düşünülmesin. İran Türk meşrutiyyet-perverleri Türklüklerini düşünmediler; bütün fedakarlığı ancak İranlılık ve vatan-ı müşterek namına icra etmişlerdir… Azerbaycan’da lisan-ı resmi ve ilminin Farisi olduğunu evvelki makalelerimizde yazdı idik. Lisan-ı tahririn de Farisi olduğunu beyan edersek, artık İran Türk edebiyatının nasıl gayr-i müsa’id muhitte doğup yaşadığı anlaşılır. Bütün İran’da tedrisat hep Farisidir; yazıp okumak Farisi öğrenmeden ibaret; okuyup yazabilen Türkçe’yi müşkülatla okur… Arapça nasıl bir lisan-ı dini ise Farisice de o derece bir selahiyet ve nüfuzu haiz lisan-ı tahrirdir. Türkçe konuşulur, Türkçe nutuk edilir, Türkçe vaazlar söylenir. Fakat yazıya gelince hep Farisi kesilir. Lisan-ı Farisi’nin bu derece maddi ve ma’nevi ta’ammümü İran Türk üdeba ve şuarasının bir Farisi edib ve şairi olmalarına ve eserlerini Farisice yazmalarına sebep olmuştur… İlanı meşrutiyyetten sonra İran-Türk edebiyatında ufacık bir eser-i teceddüd ve terakki görüldü. İntişara başlayan birçok asar-ı mevkute meyanında Türkçe gazete neşri de tecrübe edildi. Bu gazetelerden biri Tebriz’de diğeri de Urmiye’de neşr ediliyordu… Azerbaycan Türkleri, Kafkasya’da Azerbaycan şivesinde neşredilen Türk gazeteleriyle Osmanlı matbu’atını da biraz okurlar, hele Tiflis’te çıkan meşhur müdhike gazetesi Molla Nasreddin Azerbaycan’ın her tarafında intişar ettiği gibi, Azerbaycan’dan mezkûr gazeteye yazı gönderen yerli muhabirler de vardır. Azerbaycan’da meşhur İstanbul gazetelerinin daimi abonmanları vardır; İstanbul’da neşrolunan kitaplar orada az çok okunur… İran-ı kadimin merkezinde Sa’dilerin Hafızların maskat-ı re’si olan Şiraz’ın etrafında, Fars memleketinin ta göbeğinde milli hayatlarını hiç değiştirmeksizin yaşayan bir Türk ilivardır ki, İranilerin bile birçoğu onların Türk olduğunu ve yahud oralarda küçük bir “Türkistan” bulunduğunu bilmiyorlar… Kaşkai, yazın yaylaklarda, kışın kışlaklarda göçebe hayatıyla yaşar, 350 bin nüfusa malik büyük bir Türk ilidir… Kaşkailer pek eski zamandan beri cenubi İran’ın diğer mühim bir ilini teşkil eden Bahtiyarilerle rekabette bulunmuşlardır…”(Resulzade 1993: 7-32)

Akçura’nın “Türkçülüğün Tarihi” eserinde sunduğu kronoloji bağlamında Siyasi Türkçülük Devri düşünürlerinin İran Türklüğünü kavrayış biçimleri ve düşüncelerinin ana hatlarını İran Türklerinin kendi etnik kimliklerine yönelik duyarsızlıklarını eleştirmek ve Şii mezhebinin Fars milliyetçiliğiyle özdeşliği ve bölgesel tarihin Şii-Sünni rekabeti çerçevesinde süregelerek Türk tarihinde yol açtığı olumsuzluklar yönünde olmuştur. Buna rağmen bu düşünürler İran Türklerinin Türk Birliği çerçevesinde oynayabileceği kilit role de değinmektedirler. Nitekim İngiltereli akademisyen ve istihbaratçı Edward Denison Ross’un İstanbul’dan Büyük Britanya Deniz Kuvvetleri İstihbaratı’na yazdığı bir raporda bu kilit rol ve İran Türklerinin önemi şu cümlelerle aktarılmaktadır:

“Tekmil Turan kavimlerinin Türk, Moğol, Fin, Oğuz kavimlerinin ittihadı manasıyla Panturanizm boş bir laftan ibarettir. Ne coğrafi ve ne de içtimai şartlar buna müsaittir. Türkiye, Kafkasya, Türkistan ve Edil sahalarındaki Müslüman Türklerin birleşmesi de, millî şuur itibariyle geri kalmış, siyasetten gafil ve zevksiz olduğundan, en faal zümrelerinden olan Anadolu Türkleri de gittikçe azaldığından, bir tehlike teşkil etmez. Fakat bu hareket bugün Kafkasya’da olduğu gibi Almanların eliyle teşvik edilecek olursa, keza Türk kavimlerinin beşte birini teşkil eden cesur ve cengâver İran Türkleri kendilerinin Kafkasya’daki kardeşleriyle birleşir ve propaganda sayesinde Osmanlılarla da sıkı münasebet tesis edebilirlerse, Türklerin böyle bir birliği Hindistan’da İngiliz hâkimiyeti için tehlike teşkil edebilir.” (Togan 1981: 562-563).  

Sonuç

Yusuf Akçura, “Türkçülüğün Tarihi” eserinde Türkçülüğün entelektüel gelişimini beş ana evrede ele almaktadır. Bu beş evrenin dördüncü evresini oluşturan Siyasal Türkçülük Devri, Türkçülüğün bireysel ve düşünsel faaliyetlerinin zirveye ulaştığı dönemdir. Bu dönemde çoğu dış Türklerden oluşan Ali Bey Hüseyinzade (Turanî) ve Ahmet Ağaoğlu gibi düşünürlerin entelektüel çabaları ve eserleri ümmet birliğinden millet birliğine doğru evrilmekte olan Türk düşünce tarihini, Türk Birliği ekseninde derinden etkilemiştir. Türkçü entelektüelliğinin altın devrini oluşturan bu dönemde Türk düşünce hayatı çağın gereksinimlerini dikkate alarak Türk kimliğinin yeniden tanımlanmasına yeni yaklaşımlar kazandırmayı ve Türklüğü modern temellere dayandırarak yeniden ihyasını amaçlamıştır. Bu doğrultuda Türk dünyası özellikle de Batı Türklüğünün önemli bir parçasını oluşturan İran Türklüğü, bu düşünürlerin dikkate aldığı alanlardan biri olmuştur ve bu düşünürlerin her biri İran Türklüğünü farklı yönlerden ele almışlardır. Buna rağmen bazı konularda ortak kanılara da sahip oldukları söylenebilir. Bu ortak kanıların ana hatlarını İran Türklüğünün tarih boyunca kendi etnik kimliğine duyarsız kalmasının eleştirilmesi ve bölge tarihinde birçok olumsuzluğa yol açan Şii-Sünni rekabetinin giderilebilmesinde, İran Türklüğünün oynayabileceği kilit role değinmeleri olmuştur.

Dip Notlar

(1) Bu eser daha sonra Mehmet Emin Resulzade tarafından  “Vahdeti Milliye Felsefesi” adıyla Türkçeye tercüme edilerek Türkiye’de yayımlanmıştır.

(2) Öz Farsça yazım taraftarları Farsçada yabancı kelimelerin dilden temizlemesini istemişlerdir. Bu akım Ari Farsça taraftarları olarak bilinmektedir.

(3) Bu eser İsmail Gaspıralı ile ilgili biyografi çalışmalarda “İran. Resimli Mecmua” olarak bilinmektedir.

(4) İsmail Gasprenski Beğ, Ma’lûmât, c. I, S. 12, s. 242-243, 13 Ağustos 1311/25 Ağustos 1895.

(5) Refiklerime Açık Mektup”, Tercüman, 25 May [Mayıs], 1907, Sayı: 42.

(6) Ekinci, No: 16, 11 Temmuz 1876, s.2-3 (Yeşilot 2012: 117).

(7) Ekinci, No: 6, 29 Mart, 1876, s.1-2.

(8) Ekinci, No: 19, 8 Ekim 1876, s.1-2.

(9) Zerdabi, İttihad-ı Lisan, Hayat, No: 9, 11 Ocak 1906, s.1.

(10) Türk Ansiklopedisi (1983), c. 32, s.3, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.

(11) Turanî, Ali, “Türk” Gazetesi, Sayı: 56, 24 Taşrini-Sani 1904.

(12) H.A, “Hayat” Gazetesi, Sayı: 173, Yıl: 1906.

(13) H, A, “Füyuzat”, Sayı:1, Yıl: 1906.

(14) Hüseyinzade, A, “Vakayı Âleme Bir Nazar”, “Füyuzat”, Sayı:2, Yıl: 1906.

(15) Hüseyinzade, A, “Muzafferettin”, “Füyuzat”, Sayı:7, Yıl:1906.

(16) H,A, “Ahvali Âlem ve Diri Müstehaseler”, “Füyuzat”, Sayı:19, Yıl:1907.

(17) Ahmet Ağaoğlu’nun bu dönemde İran ile ilgili Nouvelle Revue Française dergisinde kaleme aldığı bazı yazılarının başlığı: “La societe Persane: la femme Persane, La Nouvelle Revue, 69, mars-avr. 1891.”, “La societe Persane: le clerge, La Nouvelle Revue, 70.mai-juin 1891.”, “La societe Persane: la religion et les sects religieuses, LaNouvelle Revue, 73, nov.-dec. 1891.”, “La societe Persane: le theatre et ses fetes, La Nouvelle Revue, 77, juil-aout. 1892.”, “La societe Persane: linstruction publique et la litterature, La Nouvelle Revue, 79, nov.-dec. 1892.”, “Le monde musulman, a propos dun livre recent, Revue Politique et Litteraire, L, 10, sept. 1892.”, “La Perse et les Anglais”, Revue Politique et Litteraire, LI, 6, fev. 1893.”, “La societe Persane: le gouvernement de la Perse et letat desprit des Persans”, La Nouvelle Revue, 84, sept.-oct. 1893.”, “La societe Persane: les Europeens en Perse”, La Nouvelle Revue, 84, sept.-oct. 1893.”, “La Perse economique, financiere et commerciale, Journal des economists, 5e serie, 13, 1893.”(Süleymanlı 2007: 6).

(18) Transactions of the Ninth Congress of Orientalists – London, 1892 , Vol. II, Kraus Print, 1968, s. 505-14.

(19) Ahmet Ağaoğlu’nun bu tebliği Türkiye’de Prof. Dr. Ümit Meriç tarafından Fransızcadan Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmıştır.

Kaynakça

Akçura, Yusuf. (1978). Türkçülüğün Tarihî Gelişimi, İstanbul: Türk Kültür Yayını.

Akçura, Yusuf. (2015). Türkçülüğün Tarihi, İstanbul: Ötüken Yayınevi.

Akın, Rıdvan. (2002). Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi 1908 – 1918. İstanbul: Der Yayınevi.

Avcı, Cemal. (1997). Yusuf Akçura Hayatı ve Etkileri. Uluslararası IV. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri. Ankara.

Bayat, Ali Haydar. (1988). Hüseyinzade Ali Bey. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını.

Bayat, Hayder. İsmail Bey Gaspıralı. Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi. Şubat 2001, S. 23.

Bosnalı, Sonel. (2007). İran Azerbaycan Türkçesi- Toplumdilbilimsel Bir İnceleme. İstanbul: Kebikeç Yayınları.

Çandır, Muzaffar. Gaspıralı’nın İstanbul’daki Konferansı. Kardaş Edebiyatlar. Ekim-Aralık, 1995, Sayı: 33, s. 12-22.

Genelkurmay Başkanlığı, Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi Kafkas Cephesi, m. Ordu Harekâtı. Ankara-1993, s.582.

Gündoğdu. Abdullah. (2007). Ümmetten Millete. İstanbul: İQ Kültür Sanat Yayıncılık. 

Hüseyinzade, Ali. (2007). Seçilmiş Eserleri. Bakü: Şark-Garp Yayınları.

Karpat, H. Kemal. (2008). Türk Demokrasi Tarihi: Sosyal Kültürel Ekonomik Temeller, Ankara: İmge Kitapevi.

Küçük, Cevdet. (1988). Abdülhamid, İslam Ansiklopedisi, C.1.  İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.

Memmedov, Neriman. (1987). Mirza Fetali Ahundov’un Hayatı ve Bedii Yaratıcılığı. Bakü: Elm Yayınevi.

Orkun. (2000). Milliyet Dışında Saadet Yoktur. Orkun Dergisi, Sayı:28, İstanbul, s.-32-36.

Öğün, Süleyman. (2000). Mukayeseli Sosyal Teori ve Tarih Bağlamında Milliyetçilik. İstanbul: Alfa Yayınları.

Önal, Selçuk. (2008). 28 Mayıs 1918 Olgusu Millileşme Yolunda Azerbaycan’ın Varoluş Tapusudur. Azerbaycan Türk Kültür Dergisi. Yıl: 56, Sayı: 374, Temmuz 2008, s.-42-50.

Özkaya, Yılmaz. (2013). Tercüman Gazetesinde Azerbaycan Edebi ve Fikri Muhiti. İzmir: Yayınlanmamış Ege Üniversitesi Doktora Tezi.

Resulzade, Mehmet Emin. (1993). İran Türkleri, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.

Sarı, İbrahim. (2016). Türk Dünyası ve İsmail Gaspıralı, Antalya: Net Medya Yayıncılık.

Sarıay, Erciment. (2012). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş Sürecinde Bir Mütefekkir Olarak Necip Asım:Hayatı ve Eserleri, Nevşehir Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Sarısaman, Sadık. (2014). Ömer Naci Bey Müfrezesi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sayı:4, s.16.

Süleymanlı Mübariz. (2007). Ahmet Ağaoğlu’nun İlk İlmi Eseri Şii Dininde Mezdeki İnançlar. Bakü: Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Yayınları.

Togan, Zeki Velidi. (1981). Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, İstanbul: Enderun Kitapevi.

Uca, Alaattin. (1997). Ziya Gökalp ve Ona Türkçülüğü Aşılayan Adam: Hüseyinzade Ali Bey. A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enst. Dergisi, S.8, Erzurum 1997, s.167-174.

Vural, Hanife, Böler, Tuncay. (2011). Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları. A.Ü.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Erzurum, ss.1-24. 

Yakuplu, Nesiman. (2015). Resulzade Ansklopedisi, Ankara: Azerbaycan Kültür Derneği Yayınları.

Yeşilot, Okan. (2012). Hasan Melikzade Zerdabi ve Ekinci Gazetesi. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.

Babek ŞAHİT- Tebriz Araştırmaları Enstitüsü Uzmanı

Not: Bu makale ilk defa TÜDEV Denge (ISSN: 2667-8926) dergisinin 2019/6 sayısında (ss.190-215) yayınlanmıştır.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum