Öteki İstanbul'un hikâyesi

ÖMER AYHAN 7 Ocak 2015, Çarşamba Orhan Pamuk’un yeni romanı Kafamda Bir Tuhaflık’ın Türk edebiyatına en büyük katkısı, bir tez ortaya koyma endişesi taşıyan, belli anlatım kalıplarının içinde sıkışmış ve insanı derinliğine işleyemeyen sosyal gerçekçi romanların yapamadığını yapabilmesi. zaman kitap eki

Öteki İstanbul'un hikâyesi
09 Ocak 2015 - 21:31

Orhan Pamuk’un romanları biçim yönünden incelendiğinde, genellikle modernist romanın imkânlarıyla postmodern teknikleri nasıl bir arada kullandığı üzerinde duruldu. Oysa Pamuk, klasik yahut geleneksel diyebileceğimiz 19. yüzyılın roman anlayışına da aynı tutkuyla bağlı bir yazar. Bugünden bakıldığında, onun romancılığında Kara Kitap’ın bir milat olduğu görülüyor. Salt öncesi ve sonrası olarak değil, Kara Kitap genellikle bir zirve olarak adlandırılıyor (buna bir itirazım yok) ve her yeni romanı için acaba yeni bir Kara Kitap mı beklentisi de az çok mevcut. Belki gereksiz bir beklenti bu, zira Pamuk her romanında, giriştiği zorlu ve farklı yöntem araştırmalarının sonuçlarını paylaşıyor bizimle. Yine de son altı romanını yazılış sırasıyla iki öbeğe ayırdığımızda Pamuk’un tercihlerinin seyri sanırım görülecektir. Kara Kitap-Yeni Hayat-Benim Adım Kırmızı: Bu kitaplarda yazarın son üç romanına göre daha komplike, postmodern anlatım biçimlerinin metnin gövdesinde yer yer kök saldığı bir çizgi söz konusuydu. Hatta Beyaz Kale’yi de bu üçlünün çok uzağında saymamalı. Sonrasında, Kar, Masumiyet Müzesi ve nihayet Kafamda Bir Tuhaflık. Özellikle son iki romanla Pamuk dozu gittikçe artırarak geleneksel roman anlayışını selamlıyor. Adeta gururla Pamuk’un romanlarını okuyamadığını söyleyen şaşkın bir kitleye, bu romanı da okuyamıyorsanız okumayı toptan bırakın serzenişini yapıştırabileceğimiz ölçüde zahmetsiz, ancak dikkatle okunması gereken bir roman bu.

Gerçekten farklı mı?

Pamuk’un yeni romanıyla ilgili söyleşilerini takip ediyorum. Yazar hem farklı kişileri konuşturduğunu hem de her şeyi bilen üçüncü tekil anlatıcıyı devreye soktuğunu, “farklı” bir şey yaptığını söylüyor. Acaba gerçekten öyle mi? Cevaplar romanın ilk iki paragrafında. Girişe bir bakalım: “Bu, boza satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi. Mevlut, Asya’nın en batısında bir yerde, puslu bir göle uzaktan bakan yoksul bir Orta Anadolu köyünde 1957’de doğdu.”     Şimdi bu girişi bir kez daha, ama 60’ların ve 70 başlarının yerli filmlerinde, oyuncular devreye girmeden önce eko verilmiş dış sesin hikâyeyi başlattığını hayal ederek okuyun. Bu nostaljik efekt, sanırım sizde de yerini bulacaktır.

    İkinci paragrafa geçebiliriz: “Okurlarım benim gibi Mevlut’la tanışsalardı, onu yakışıklı ve çocuksu bulan kadınlara hak verirler, hikâyemi renklendirmek için abartmadığımı teslim ederlerdi. Bu vesileyle, bütünüyle gerçek olaylara dayanan bu kitap boyunca hiç abartmayacağımı, zaten olup bitmiş bazı tuhaf olayları, okurlarımın daha iyi takip edip anlamasına yardım edecek bir şekilde sıralamakla yetineceğimi belirteyim.” Burada yazar okurlarıyla konuşuyor. Ama hangi yazar? Mesela Ahmet Mithat Efendi. Pamuk okura laf atmayı seven ve birkaç romanında “ey okur!” diye seslenmiş bir yazar. Ama bu paragraftaki kadar açık bir göndermesini hatırlamıyorum. Nasıl bir roman okuyacağımızın anahtarı bence bu iki paragrafta. O yüzden hem ben-anlatıcının hem de üçüncü tekil anlatıcının aynı andaki varlığı, romanda örnekleri olsa da olmasa da, farklı veya özgünmüş duygusu uyandırmıyor.

    Kimileyin, Pamuk’un kurduğu ilk cümle okurunu etkiler ve kulaktan kulağa yayılır. Yeni romanda da böyle bir cümle var ama kitabın orta yerinde: “‘Kafamda bir tuhaflık var,’ dedi Mevlut. ‘Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi.’”

    Mevlut’un ‘tuhaflığı’, bir ölçüde naifliğinden, hiç eksilmeyen merhamet duygusundan ileri geliyor. Amcasının oğlu Korkut’un üç kız kardeşten Vediha’yla düğününde Mevlut bir an göz göze geldiği Samiha’nın siyah gözlerine vurulur. Ona yıllarca aşk mektupları yazar ve diğer amcaoğlu Süleyman’ın kendisini ketenpereye getirişiyle, mektupları yanlışlıkla ortanca kardeşin adını kullanarak Rayiha’ya yazdığını çok geç fark eder. Aldatıldığına kızıp Rayiha’yı ortada bırakmaz, evlenir onunla.

    Orhan Pamuk, bir aile romanı yazmış. Bu defa bize köyden İstanbul’a göç eden ve bir süre sonra çoğunluğu oluşturan gecekondu kuşaklarını anlatıyor. Kitabın girişinde (Pamuk’un sözleriyle) okurun kafası karışmasın diye bir aile ağacı düzenlenmiş. Sırf bu ağacın altındaki tarihlerle veya sona eklenen kronojiyle bile kitabın dönüm noktalarını, sözgelimi Rayiha’nın öleceğini öğreniyoruz. Pamuk bize, bütün iyi yazarların yaptığı gibi, bir mesaj iletiyor sanki. Onu hayalen konuşturmayı göze alarak bağlayayım: “Olaylar bir tarafa, neyi nasıl anlatmışım, onun keyfini çıkarın.”

    Yerimiz dar, o yüzden Mevlut’un sergüzeşti, köyden kente göç eden ailenin romanda ele alınışı gibi temel unsurlara fazla sokulmadan Pamuk’un yazarlık naturasına dair, cımbızla seçip ayırdığım cümlelerle bir iki şey söylemek isterim. Mevlut elini sürmediği ve nikâha kadar dokunmayacağı Rayiha’yı Tarlabaşı’ndaki eve getirir ve çekindiğini görerek bir saatliğine evde yalnız bırakır. O bir saat geçmek bilmez, bir kahvede oturup çay içen Mevlut’un dikkatini çeken şey, ruh halini bize incelikle gösterir: “Vakit çok yavaş geçiyordu. Çay bardağının dibinde yapayalnız bir çay yaprağı gördü Mevlut.”

    Mevlut’un tuhaflığı, biraz da dikkatinden kaynaklanıyor. Boza doldurmak için çağrıldığı apartman dairelerinde gördüğü her şeye dikkat eder, bütün gün başka işlerde çalışıp yorulsa da, bozacılıktan kimi zaman zahmetine değecek parayı kazanamasa da, ki bu sırada yeğenleri sürekli kazanır, bu dünyadan vazgeçmez. Mevlut için, şehrin kalbinde ve sürekli genişleyen çeperlerinde dolaşan bir flâneur diyebiliriz.  “Ben kıyamete kadar boza satacağım” der, yazılarını okuyamadığı eski mezar taşları içini rikkatle doldurur, şehir onunla konuşur. Romanın sonunda Mevlut da bir cümleyle karşılık verir şehre, ki o cümle, boğazınıza dört başı mamur yumruyu bir güzel oturtacaktır.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum