Orhan Şaik Gökyay'ın 3 Mayıs savunması

Orhan Şaik Gökyay'ın 3 Mayıs savunması
03 Mayıs 2020 - 01:46

Orhan Şaik Gökyay’ın 3 Mayıs savunması

“DARAĞACINA DA ÇEKSEN SANCAK YİNE SANCAKTIR”

BEN; vatanın dört bir bucağında, onyedi yıldır alnının akıyla Türk Milleti’nin hizmetinde şerefli bir öğretmen olarak çalışan ben; onyedi yıldır ne kendi şerefine, ne vatanın ve milletin şerefine kendi aczi dâhilinde leke sürdürmeyen ben; şerefi, haysîyeti, adı aylardır darağacında sallandırılan ben; yâni bugün artık her iki mânâda adı çıkmış ve çıkarılmış olan Orhan Şâik Gökyay karşınızda, yeryüzünde işlenebilecek olan suçların en zelîli[1], en iğrenci, en şerefsizi ile vasıflandırılmış olarak, vatan hâini ithâmı altında bulunuyorum. Bir madalya takar gibi, bir sadaka verir gibi vicdanımız ürpermeden bana yakıştırılan bu kirli ve çirkin emâneti daha lâyıkına verilmek üzere verenlere iâde ediyorum.

Karşınıza, makalelerin, resmî tebliğlerin, nutukların geceleri /45/içinden; her biri bir türlü saldıran kalemlerin teşhirleri arasından; kısacası hür vatandaşlar diyârından geldim.(1) Fakat bir köle gibi geldim.

Ne elimde kendimi müdâfaa edecek bir kalem, ne dilimde fânî kulaklara ulaştırılması mümkin bir söz kudreti vardır. Yalnız sırtımda, efkâr-ı umûmiyeyi[2] dile getirmeye yeltenen bâzı gazete kağıtlarından bir mahkûm gömleği.. Hem bu benim sırtımdaki, belki de ne kumaş olduğu milletçe ma’lûm olan ve millete îlân edilen bir gazetenin kağıdındandır ve belki de müseccel[3] vatan hâinlerinin çuvaldızıyla dikilmiş âdînin bayağısı bir gömlektir.

Hür vatandaşlar diyârından bu adâlet sığınağına varabilmek için uzun, ızdıraplı, karanlık yollar yürüdüm. Bu zehri içmiş olan bir insanın kendini müdâfaada kullanacağı dil tatlı olamazsa mâzurdur. O insan, Türk Milleti’ne, yalnız tâbiiyetiyle, yalnız şahsî menfaatleriyle, yalnız sandalyesiyle bağlı değil; kanıyla, târihiyle, mensûbiyetinden kendine düşen şeref payıyla, duygusuyla, taşımaya ve kendini bildi bileli edinmeye, içine sindirmeye çalıştığı yalnız Türk olana has gurur ve karakteriyle ondandır, o millettendir; o büyük ummandan[4] bir katredir[5]. Onun için bu yersiz ve çürük ithamlar, benim adımın üzerinde o engin denizdeki çer çöp /46/gibidir. Çünkü darağacına da çeksen sancak yine sancaktır.

Hürriyetim alınmış, şerefim ve vicdânım bende kalmıştır.

Bu bir müdâfaa değil, elinden en kıymetli varlığı alınmak istenen bir insanın çırpınmasıdır. Bu, her Türk’ün alnında taşıdığı şeref çelenginin kurtarılması için, bütün feryat ta’kâtini ortaya koyan bir insanın meçhûlden istimdâdıdır[6]. Bu, o çelenkten mahrum edilmiş bir Türkün, alnından koparılan çelengin açtığı yaraları, şimdi artık kendisince çok daha şerefli bir çelenk olan yaraları, göstermek için, aylardır hasretini çektiği bu güne, o yaraların küşât resmi[7] olan bu güne sizi dâvettir.

Beni ve benim hâlimden benden fazla acı duyan sevdiklerimi bu Gayya’ya[8] atan kazanın mahiyetini anlatmağa, rabbânî[9] kudreti tefsir[10] ve izaha, ve takdiri, hiç olmazsa yarı yoldan, geri çevirmey e çalışacağım. Haksızlığa uğradığına inanan, suçsuzluğunu ilk gününden bugüne kadar bilen, açıkçası bir kasda kurban gittiğine -imandan ötesi varsa- işte o şekilde kani bulunan bir kimse haysiyetiyle ve onun korkusuzluğu ile konuşmak istiyorum. Bu müdâfaanın -varsa- celâdeti[11] bundandır. Bir mahkemenin /47/burcuna[12] sığınıp, ben de bir defa, üzerimden pervasız akıp giden düşnamlara[13], tahkirlere[14], resmî ve hususî tezlillere[15], ithamlara karşı hür vatandaşların diyârına seslenmek istiyorum. Ondan öte târih varsın beğendiği dille konuşsun.

Onun, bizi, mütearifeleri[16] isbât zorunda bırakan, dünyaca revaçta bir ilim olduğunu bildiğim hâlde, siyasetin her türlüsüne karşı nefretim bu gün eskisine göre daha artmış ve cehâletim bir mürekkep gibi daha da koyulaşmıştır. Onun için, iddiânâmenin “medh ü istihsanında”[17] bulunduğumu kekelediği ırkçılık ve Turancılığın müdâfaasını yapacak değilim. Zîrâ benim suçum bu değildir. Ben, dilimin döndüğü ve aczimin elverdiği kadar, hür vatandaşlar diyârı olarak tavsif[18] edilen, eşit adaletin yürüdüğü, müstakil Türkiye Cumhuriyeti’nde, on sekiz yıllık bir mektep arkadaşını iki gece misafir etmenin basit bir muaşeret[19] icabı olduğunu ve bunun bir suç olamayacağını, dünyanın hiçbir yerinde, târihin hiç bir devrinde suç sayılmadığını müdâfaa ve isbâta çalışacağım.(2)

Gerçi târih, böyle bir hareketin müdâfaasına lüzum hasıl olduğuna hayret edecektir. Fakat ne yapalım, yirmi yıla sığdırdığımız /48/yirmi asırlık inkilâplardan dolayı hayrette kalan târih varsın biraz da buna şaşsın.

Dünyanın döndüğünü isbât için bile, insanlığın asırlar harcadığını ve asırlarca canlar harcadığını düşündüğüm zaman, benim şahsıma taallûk eden bu küçük hakikatin üzerine adalet güneşinin doğması için beklemek mecburiyetinde olduğum zamanı uzun görmüyorum. Fakat târihin misâllerine rağmen, insan nedense bu güneşin doğuşunu; kendisi ve onu sevenlerle birlikte, gönülleri en candan, en lekesiz bir sadakat ve sevgi ile dopdolu, gözleri bu ufka dikilmiş onlarla birlikte seyretmek ümidiyle titreyecek kadar hodbin[20] olmaktan geri kalmıyor, bu zevki târihe bırakmak feragatine bir türlü yanaşmıyor. Bu gözler hâlâ bir yıldız masumluğu ve sabrı ile o ufukta asılıdır. İçimi bir cam kırığı gibi yırtıp gelen bir sesle, kendi kendime de olsa diyorum ki; hür vatandaşlar diyârında adalet güneşi hiç batmamalıydı. Çünkü onu bizim gözlerimizden saklayan şey, bir bakımdan, o kadar zayıf, o kadar basit, öyle hiçten ki… Ankara valisine her nasılsa unutulup gönderilmeyen, fakat bundaki unutkanlık bana ait olmayan bir davetiye ve kendisinden bütün hayatımda üç mektup ya aldığım ya almadığım /49/Necdet Sançar’ın iki üç satırlık bir tekerlemesi. Birincisi yüzünden vali üç yıl bana dargın durmuştur; ikincisinin bana daha nelere mâl olacağını kestirmek güçtür. Çünkü mevkufluya[21], ve savcı Kâzım Alöç’ün bize açıkça söylediğine göre hatta masumluya taallûk[22] eden bu davanın, hürriyetinden mahrum her insana uzun görünen seyri, bende tahmine değil, intizara[23] bile mecâl bırakmamıştır.

İşte yüzüne, şairane akşamların hafif, tül bulutları bile yakışmayan adalet güneşinin üzerine bir mezardan daha dar olan bir hücrenin, bir zindanın zifîrî karanlıklarını yığan bu iki küçük kâğıt parçasıdır.

Cumhurbaşkanının konsere geleceğini ve konservatuvara herhangi bir nümâyişten benim tek başıma mes’ul[24] olduğumu söylemek için beni çağıran vali Nevzat Tandoğan’ın o zaman “vatanperverliğin bana kalmadığını, isterse beni kazıklayacağını” iddia etmesinden hiçbir mana çıkaramamıştım. Çünkü bence “kazıklamak”, ticaret argosunda bugün herkesin öğrendiği gibi ihtikâr[25] ve vurgunculuk” demekti. Halbuki vali ticaretle meşgul değildi. Fakat bunun, ondan beter bir “hürriyet ihtikârı” demek olduğunu işte anlamış bulunuyorum. /50/Çünkü bunun bedelini on aydır hürriyetimle ödemeğe çalışıyorum ve bir türlü hesabımı kapatamıyorum.

Necdet Sançar’ın, her neşeli insanda tabii görülen tekerlemesine gelince bunu biraz şaka ve mizah tarafı olan makul bir insanın anlaması için insanca olmayan tarafının galip bulunması icap eder. Bunu bir şifre sayan ve izaha kalkıştıkça kendisi hakkında reva gördüğü ve tekrarından edeplendiğim sıfat karşısında bir tesbih sayısınca beni “estağfirullah” demeğe mecbur kılan valinin bu ısrarı ya bir vehme dayanır, “o zaman yakın târihimizin, istibdadın[26] dillere destan olan vehimlerinin yüzünü kızartacak bir yeni örneğini vermiş oluruz.” yahut, daha fenası bu bir kasıttır ki bundan duyulacak hicâbın[27] rengini dünyanın bütün kırmızı boyaları ifade edemez. Emniyet umum müdürü Osman Sabri Adal’ın yanında vali, bu birkaç satır tekerlemenin şifre olduğunu su göstermez bir hakikat olarak kabul ve örfî idare komutanlığının emriyle beni ihtilâttan[28] men edilmek kaydıyla tevkif ettiğini söyledi. Bana eziyet edeceğini ilâveyi de unutmadı. O zaman şikârını[29] yakalamış olanların vahşi sevinciyle parlayan gözlerini gördüm. Ve orada, benim /51/hafızamdan çoktan silinmiş bir davetiyenin hâlâ taze, hâlâ kurumamış siyah mürekkebini seyrettim. Ve diyorum ki: Bu bir kasıttır. Yoksa, İstanbul’daki örfî idare komutanlığı beni nereden tanısın? Hiç tanısaydı, bugün bile hâlâ dâvanın neticesi alınmadığına göre, daha o zamandan “millî ve vatanî hıyanetleri sabit olan” diye beni efkâr-ı umumiyeye arz ve ilan edebilir miydi?

Beni on aydır hürriyetten mahrum yaşatan, bir ümidin kıyısından alıp bir ye’sin[30] kayalarına çarpan işte bu vehimdir. Benim küçük hayatımın on yedi yılını dolduran, Giresun’da bir nahiyeden başlayarak Samsun, Balıkesir, Kastamonu, Malatya, Edirne, Ankara, Eskişehir, Bursa ve tekrar Ankara’da yaptığım, bana vatan hizmetinden duyulan derin zevki veren, benim için hayatın tek mânâsı haline gelen çok sevdiğim mesleğimi, öğretmenliği elimden alan işte bu tekerlemedir.

Şimdi artık ömrüm boyunca akıp gelen güzel hâtıraların köprüsü yıkılmış olan Ankara’da, başkentte, son beş yıllık vazifem sırasında, murakabelerin[31] en yükseğine, hem de sık sık mazhar[32] /52/olarak elde ettiğim, daima artan bir gayretle ve sadakatla lâyık olmağa çalıştığım teveccüh ve itimadı, her faninin erişmekle hayatın nadir iftihar ve sevinçlerinden birini duyacağı teveccüh[33] ve itimadı benden gasp eden işte bu birkaç satır tekerlemedir.

Bu tekerleme yüzündendir ki bir dişi kuşun tek başına beklediği yuvası, ertesi gün onun başına yıkılıncaya kadar bir eşkiyâ ini gibi sarılmıştır.

Hem de, beni bir ferahın cennetinden, bir zindanın gayyâsına indirirken kullanılan zincir, bir suikast isnadının[34] zinciridir. Telâffuzu bunu yapanlara ne kadar tatlı gelirse gelsin, benim dilim de, gönlüm de, vatanın değil, evcek de kendi aile büyüğümüz saydığımız, öyle sevdiğimiz, öyle alıştığımız bir insana karşı, hakkımda reva görülen bu çirkin şüphenin -ister vehim, ister kasıt olsun- zehriyle ömrüm oldukça acılansa çok görülmez.

Ve yine, bu kadar büyük, çirkin, âdi bir mâna verildiği hâlde, hazırlık tahkikatı esnasında ne bana, ne de bunu yazan Necdet Sançar’a bir kerecik bile sorulmayan, son tahkikat kararında sözü geçmeyen; duruşma sırasında yazılı delillerin arasında okunacak /53/kadar da bir haysiyet izafe[35] edilmeyen işte bu şifredir.

“VATANDAŞLAR KANUNA ELEKTRİKLE ISINDIRILIYOR”

ŞÜPHE yalnız sandalyeye has bir kusur değildir, ben de şüpheleniyorum.

Her ne kadar bunun bir şifre olmadığı anlaşılmışsa da, valinin, bana eziyet edeceği hakkındaki vaadi, emniyet umum müdür muavini Kâmuran -soyadı bence malûm değildir- tarafından yerine getirilmiştir. Haziran’ın en sıcak bir öğle sonunda, kendisi tarafından mu’tena[36] hücre ve ziyaretçilerince tabutluk diye adlandırılan işkence odasında, bu, elektrik lambaları altında ışıl ışıl yanan odada, ayakta beş saat bir şehrâyîn[37] seyrettim. Buradan bir adım ilerisi değil, fakat on dört asır gerisi görünüyordu: Arabistan çölünde efendileri tarafından kızgın güneş altında kayalara çakılmış çıplak köleler..

Tabii “yirminci asr-ı medeniyette” ham bir tabiat unsuru olan güneş yerine, onun göz kamaştıran ve kör eden icatlarından biri, elektrik vardı. İşte, İstiklâl mücadelesi kazanıldığı ilk yıldan başlayarak 11 Mayıs 1944 târihine kadar, mesleğin çeşitli kademelerinden, en geniş teftiş ve murakabeler görerek Devlet Konservatuvarı Müdürlüğü’ne, kayrılarak değil, /54/lâyık olarak getirilmiş bir öğretmene reva görülen tahkir budur.

Vazife hayatı, cumhuriyetle yaşıt ve vatan hizmetinde yorulmuş sayılan bir vatandaşın mükâfatı budur; bu elektrikler altında verilen siyasî terbiye metodunu, bütün kültürü kötü zabıta romanlarından ibaret olan bu adam, bu sözde Mülkiye mezunu, Siyasal Bilgiler Okulunda öğrenmiş olmasa gerek. Münevver[38] vatandaşların Türk kanunlarına bu teshin[39] vasıtalarıyla ısındırıldığından, anayasanın hâlâ yürürlükte bulunan 73üncü maddesinin bu ışıklar altında okutulduğundan, ve ömrünü vatan çocuklarını aydınlatmağa vakfetmiş bir öğretmenin bu yolda tenvir[40] edildiğinden ben, nefsimde tecrübe ile yeni haberdar oldum.(3) Bir hukukçu olması icap eden savcının bunu bileceği ve kitapta yerini bulacağı da pek tabiîdir. Çünkü kendisi de 29 Eylül 1944 Cuma günü yapılan alenî bir duruşmada bize “her türlü zulmü caiz” gören acayip bir mütâlaada bulundu. Fakat, hikmet-i vücudu[41] -Türk Irkı’ndan olanlar da dahil- her vatandaşın kanunca korunmuş olan hakkını belirtmekten ve ancak kanunu temsilden ibaret olan iddia makamı çürük hitabet /55/temrinleri[42] için icat edilmiş değildir.

Benim maruz kaldığım muamelenin adı istibdat devrinde zulümdü, cumhuriyetin 21inci yılında da zulümdür. Bunun adı Anayasanın 73üncü maddesinde işkence, Türk Ceza Kanununun 243üncü maddesinde yine işkencedir. Yalnız bunun bana tatbikinde kanunda yeri olmayan tarafı, herhangi bir suçu söyletmek için değil de, sadece keyf için yapılmış olmasındadır. Anayasada 73üncü madde, sırada, 88inci maddeden öncedir ve ona gelinceye kadar daha birçok maddeleri okumuş olmak mantıkîdir.

İşte bu söylediklerimle, efkâr-ı umumiye karşısında benim açtığım bu davaya da bu memlekette el koyacak elbette bir salâhiyetli adlî merci[43] vardır. Yoksa, malımızı, canımızı, ırzımızı, namusumuzu emanet ettiğimiz “Emniyet Umum Müdürlüğü” ismi ile bu makamda muavinliği işgal eden bir adamın hareketleri arasındaki tezat ve tenakuzu[44] bana hiç kimse izah edemez. Ve ben, mahalle çocukları oynasın diye çamurdan halk edilmedim. Ben bu vatanın toprağından yoğruldum. Şerefim ondandır ve yarın, içlerinde /56/bana bu hareketi yapan Kâmuran’ın da bulunduğu vatandaşların şerefini, hudutlarda, ateş altında koruyacak olan kan, damarlarımda, nöbet yerinde bir asker gibi, akmağa hazır dolaşmaktadır.

Savcı Kâzım Alöç’ün gerek son tahkikat kararında, gerek esas hakkındaki mütalaâsında[45], pek lüzum olmamakla beraber, kendime karşı vazifemi yapmış olmak için, ileri sürülen birkaç acayip noktaya da ilişeceğim. Lüzum yoktur, çünkü duruşma zabıtları ve yazılı deliller dava dosyasında mevcuttur. Yoksa Savcı Kâzım Alöç’ün geniş karihasından[46] daha ne gibi suç delilleri ortaya koyabileceğini kestirmek güçtür. Ve adliye târihimizde bu tarz delillerin zannımca ihtira beratı[47] kendisinde olmak gerektir.

Ben fazla münakaşa etmeden bunları tekrarlamakla yetineceğim.

İşte son tahkikat kararında suç bulmuş insanların mağrur edasına göre: “1902 senesinde İnebolu’da doğan bu adam…” demek ki ben, haberim olmadan mükerrer[48] bir suç işlemişim. 1902 yılında doğduğum yetmiyormuş gibi bir de üstelik İnebolu’da doğmuşum.

/57/Esas hakkındaki mütâlaasında da: “… Esasen Nihâl Atsız’ın eski bir arkadaşı bulunduğu, birlikte Malatya ve Edirne’de öğretmenlik yaptıklarını itiraf eden maznun” diyor.

Kendisine duruşma esnasında itiraf ettiğim, nedense burada yer verilmemiş bir kaç suçumu daha söyleyim; ben, Atsız’la, Yüksek Muallim Mektebinden beri arkadaşım: Leylî[49] olduğumuz için aynı koğuşta yattık, aynı masada yemek yedik, ikimiz de Edebiyat şubesinde olduğumuz için aynı sınıfta, aynı dersleri aynı hocalardan okuduk ve sonra da ailece gider gelir, birbirimizde misafir kalır olduk.

Son tahkikat kararında, benim mektuplarımdan birindeki; “en yakın hâdiseler Türk’e Türk’ten gayrısının dost olmadığını gösteriyor” cümlesini “en yakın hâdiseler Türkiye’de Türk’ten gayrısının dost olmadığını gösteriyor” şeklinde tashih etmek suretiyle okuduğunu anlar ve yazdığını bilir geçinen, kendine güvenilir bunca yıllık bir edebiyat öğretmeninin hatasını herkesin içinde yüzüne vurmuştur. Her ne kadar hâlâ kendi cümlemin bu düzeltilmiş bozuk /58/şeklinden bir mâna çıkaramadıysam da, asıl, halli ondan daha müşkül bir ukde[50] olarak bunun sebebini kavrayamadığım için, esas hakkındaki mütâlaada benim mektuplarımdan alınmış ibarelere[51], aslında olmadığı hâlde serpiştirilmiş olan istifham[52] işaretlerinden kafamı kurtaramıyorum.

Adı şaire çıkmış olan bir edebiyat öğretmeninin mektuplarını düzelten savcının, kendi mesleğindeki vukufundan[53] nasıl şüphe edilir, bunların elbette hukukî bir tarafı olduğunu bilmemesine nasıl ihtimal verilir. Haddini bilmeğe çalışan bir kimse haysiyetiyle bana bu babda aczimi itiraftan başka yapacak bir şey kalmıyor.

Orhun mecmuasının imtiyazını almağa tavassut[54] etmeyi bir suç sayınca, bu imtiyazı verip vermemek iktidar ve salahiyetini doğrudan haiz olan bakanlar kurulunun -ki içlerinde maarif vekilinden başkasını tanımam- bu kapanma kararını kaldırması hususunda savcının ne diyeceğini merak etmekle beraber onu biriyle bir kıyas ve içtihat[55] muammasına düşürmek istemem.

Yazıların kontrolörlüğü meselesi de duruşma sırasında yeter derecede açıklanmıştır. Duruşma zabıtlarıyla, 26.6.1943 /59/târihli, dava dosyasında saklı mektubu bir defa daha; bilgisini tazelemek için okumasını tavsiye ederim.

Duruşma sırasında acayip ifadelerle Atsız’ın müdâfaasını yaptığım iddiasına gelince: Ben Türkçe’yi ancak bir türlü konuşabiliyorum, o da doğru konuşmaktır. Belki acayip görünen de budur. Çünkü, benim için, bir iddianın ne kadar yerinde olduğunu duruşma zabıtlarından araştırmak imkânı mahkemenin kararı dolayısıyla mevcut olmamakla beraber, bu ifadeler zapta benim ağzımdan çıktığı gibi geçtiği için de bir acayiplik varit[56] değildir. Müdâfaa babında ise Atsız’ın bana ihtiyacı yoktur. Yalnız ben şuna işaret edeyim ki, ister Atsız gibi aksa-yı şarkta[57] oturur müfrit[58] bir milliyetçi, isterse Pertev Boratav(4) gibi aksa-yı şimalde[59] hayal kuran bir beynelmilelci[60] ve insaniyetçi olsun, insanın manevî servetini teşkil eden hatıraları tâ mektep sıralarından beri samimiyet yolunda haşirneşir olmuş arkadaşlarımı satmak ve inandığı ahlâk prensiplerini, vicdanını, ne tarafından bakılsa bir tahta parçasından ibaret olan bir dünya sandalyesiyle değişmek gibi ilk bakışta kârlı görünür bir ticaret zihniyeti bende yoktur.

Cemal Oğuz’u evime davet edip etmediğim duruşma sırasında /60/ne bana, ne de Atsız’a sorulmadığı ve benim böyle bir daveti yapmayacağım 23 Nisan 1944 târihli, dava dosyasında mevcut mektuptan ve ilk tahkikat ifademde sarahatle[61] beyan edilmiş olmasından ve bunun yazıya geçmesinden savcının malûmu olduğu hâlde onu burada, bunun bir suç olmaması bir tarafa, öne sürmesi de bana hem acayip hem garip geliyor.

Sabahaddin Ali’nin vekâlet emrine alındığının doğru olmadığını söylemek de neden suç olsun? Bir arkadaşa bu kadar basit ve herkesin bildiği vakıanın doğru değil de yalan olarak bildirilmesi icap ettiğini ve bundaki hikmeti kavrayamadım. Bunun bir gün, bir iddia makamından, bir esas mütalâa olarak ileri sürüleceğine ben değil, Eflatun olsa ihtimal veremezdi.

Davanın tahrik mi, hem tahrik hem de bir nevi emir mi olduğu meselesini üstelemiyorum. Sabahaddin Ali hakkında üst makama niçin bir rapor vermediğim sualini anlayamadım. Nasıl bir rapor olacaktı bu?

Kâzım Alöç beni birine benzetti sanırım. Ben o değilim, benim adım Orhan Şaik Gökyay’dır. Benim, vazifemi ve mevkiimi hususî fikir ve /61/maksatlarıma alet ettiğimi veya edeceğimi zannedenler mi olmuştur? Hiç olmazsa son beş yıllık konservatuvar müdürlüğüm sırasında eriştiğim ve kıymetini herkesin ölçemeyeceği takdirler yerine, bana vazifemde nefret veya muhabbetlerimin, yahut da menfaatlerimin rehberlik ettiği rivayeti mi çıktı? Anlayamadım. (Devamı var)

DİPNOTLARI

(1) Orhan Şaik Gökyay, bu ifadesiyle, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1944’teki, Türkçüleri vatan hainliği ile suçlayan nutkunu; sıkıyönetim komutanlıklarının yayınladığı bildirileri ve iktidarın denetimindeki gazetelerde Türkçüler aleyhinde yayınlanan yazıları kasdediyor.

(2) Atsız, Sabahattin Ali’nin aleyhine açtığı dâvanın duruşmasında bulunmak üzere Ankara’ya gittiğinde eski arkadaşı Gökyay’ın evinde iki gece kalmıştı.

(3) Orhan Şaik Gökyay, tabutluk denilen işkence âletinde kendisine nasıl işkence yapıldığını edebî bir dille açıklıyor. Tabutluğun tepesine konulan ve işkenceye tabi tutulan kimsenin tam başının üzerinde bulunan 500 mumluk ampulün aydınlatma ve ısıtma işlevleriyle mânen aydınlatma ve kanunlara yakınlık duyma, ısındırma anlamlarına (tenvir ve teshin) işaret ediyor.

(4) Pertev Nailî Boratav: Atsız ve Orhan Şaik Gökyay’la Edebiyat Fakültesinden sınıf arkadaşı. Başta, onlar gibi milliyetçi iken daha sonra sol kampa katılmış, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Behice Bozan, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu gibi diğer solcu hocalarla bir grup oluşturmuş ve onların çıkardığı Yurt ve Dünya gibi dergilerde yazılar yazmıştır. Bu faaliyetleri yüzünden fakülteyle ilişkisi kesilmiş, ondan sonra yıllarca yurt dışında çalışmıştır. Halk edebiyatı alanının tanınmış bir uzmanıdır.

SÖZLÜK

[1] zelîl: hor, hakir, aşağılık, küçük görülen veya tutulan

[2] efkâr-ı umûmiye: halkın düşüncesi, kamuoyu

[3] müseccel: sicilli

[4] umman: okyanus

[5] katre: damla

[6] istimdad: yardım isteme

[7] küşât resmi: açılış töreni

[8] Gayyâ: Cehennem’deki bir kuyunun veya bir derenin adı

[9] rabbanî: Allah’a ait, Allah’tan gelen

[10] tefsir: yorum

[11] celâdet: yiğitlik, kahramanlık

[12] burc: (burada) hisar çıkıntısı, hisar kulesi

[13] düşnâm: sövme, küfretme

[14] tahkir: hakaret etme, hor ve küçük görme

[15] tezlil: hor, hakir, aşağılık, küçük görme

[16] mütearife: ispatı gerekmeyen söz veya hareket

[17] istihsan: güzel bulma, beğenme, övme

[18] tavsif: niteleme

[19] muaşeret: iyi geçinerek birlikte yaşamak

[20] hodbin: bencil, kendini beğenmiş

[21] mevkuflu: alıkonulmuş, tutuklanmış

[22] taallûk: asılı olma, ilişiği olma

[23] intizar: bekleme

[24] mes’ul: sorumlu

[25] ihtikâr: vurgunculuk

[26] istibdad: keyfî idare, idarede baskı uygulama

[27] hicâb: utanma, sıkılma

[28] ihtilât: karışıp görüşme, ilişkide bulunmak

[29] şikâr: av

[30] ye’s: ümitsizlik

[31] murakabe: denetim

[32] mazhar: erişmiş, kavuşmuş

[33] teveccüh: çevrilme, yönelme

[34] isnad: bir suçu başkasına yükleme

[35] izafe: yakıştırma, bağlama

[36] mu’tena: itinalı, özenilmiş

[37] şehrâyîn: şenlik, donanma

[38] münevver: aydın, aydınlatılmış

[39] teshin: ısıtma

[40] tenvir: aydınlatma, bilgilendirme

[41] hikmet-I vücudu: varlık sebebi

[42] temrin: tekrar sonucu alıştırma

[43] merci: başvurulacak yer

[44] tenakuz: çelişme

[45] mütâlaa: okuma, inceleme, düşünce

[46] kariha: insanın kendi kendine ürettiği dayanaksız fikir ve niyet

[47] ihtira beratı: patent

[48] mükerrer: tekrarlanmış

[49] leylî: yatılı

[50] ukde: çık istenildiği hâlde elde edilemediği için içte kalan dert

[51] ibare: bir fikri ifade eden söz grubu

[52] istifham: zihni işgal eden soru

[53] vukuf: anlama, bilme, haberli olma

[54] tavassut: aracı olma

[55] içtihat: şahsî yorum, şahsî fikir

[56] varit: gelen, erişen

[57] aksa-yı şark: uzak doğu

[58] müfrit: aşırı

[59] aksa-yı şimal: uzak kuzey

[60] beynelmilelci: insancıl, hümanist

[61] sarahat: ifâdede açıklık

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum