Nazlı Eray: Ölüme karşı durmak için yazıyorum

“Ben yazarken hiç oto sansür kullanmıyorum. Bütün duygularımı yerlere serpe serpe saça saça koşarak yazıyorum. Onun içindir benim okurlarımın kendilerini benimle özdeşleştirmeleri. Onun için çocuklar kendilerini benimle özdeşleştiriyor” diyen Nazlı Eray, yazar olma gerekçesini ise şöyle açıklıyor: “Ölüme karşı koymak ve bir izdüşümü bırakmak isterim.”

Nazlı Eray: Ölüme karşı durmak için yazıyorum
04 Aralık 2022 - 11:23 - Güncelleme: 04 Aralık 2022 - 11:30
Ayşe Olgun'un Nazlı Eray'la yaptığı söyleşi Yenişafak gazetesi 4 Aralık 2022'de Kitap Ekinde yayınlandı.

9. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yıl onur yazarı Nazlı Eray. Bugün 70’in üzerinde çocuk ve yetişkin kitabına imza atan Eray, İstanbul’da doğmuş. Çocukluk ve ilk gençliği İstanbul’da geçen yazar henüz ortaokul talebesiyken yazdığı Mösyö Hristo öyküsüyle yazı dünyasına adımını atmış. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken okulu bırakıp Ankara’ya yerleşen Eray yaşadığı bir sağlık sorunundan sonra yeniden yazıya tutunmuş. İlk kitabını ise o dönem Bilgi Yayınları editörlerinden olan Attila İlhan basmış. Uzun yıllar Ankara’da yaşayan ama İstanbul ile de bağını hiç koparmayan yazar son üç yıldır ise Bodrum’da hayatını sürdürüyor. Bugün kitapları dünya dillerine çevrilen ve ülkemizde büyülü gerçeklik akımının öncüsü kabul edilen Eray’la üç günlük telefon arkadaşlığının sonunda bu röportajı yaptık.

- Ortaokul son sınıf talebesiyken Mösyö Hristo adlı öykünüzü yazıyorsunuz. Çok erken yaşta okurla buluşuyorsunuz aslında. Sizi o yaşta yazmaya iten şey neydi? O kadar erken yaşta yazdıklarınızın beğenilmesi mi sizi yazmaya sevk etti? Ne dersiniz?

Mösyö Hristo’yu yazdığım zaman ben 16 yaşında ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Şişhane yokuşunda Saadet Apartmanı diye bir apartmanda oturuyorduk. O yıllar sessiz sakin bir İstanbul vardı. Şişhane yokuşundan aşağıya inerken karşıda Bankalar Caddesi, biraz ileride kule vardır, o mahalleleri bilirsin.

- Evet biliyorum...

Pera’da oturan, yarı karanlık bir odada birtakım hayalleri, düşleri olan bir çocuktum. 60’lı yıllar... Evlerde ne televizyon ne telefon var. Biz mahallede kapıya çıkıp seksek oynardık. Dünya hem çok güzel hem çok zor. Hem çok geniş hem de bir ceviz kabuğunun içinde yürüyorsun gibi bir his içindesin.

 

- İlk öykünüzü böyle bir dünyanın içinde mi yazıyorsunuz?

Evet, bir defterin arasından sayfa koparıp Mösyö Hristo diye bir başlık attım kâğıdın başına. Şişhane yokuşundaki Saadet Apartmanı’nın kapıcısı olan Hristo bir yaz günü Kuledibi’ne bir güvercin olarak uçup konuyor. 12 saat Pera’nın üstünde hayatının muhasebesini yapıyor. Acaba şu apartmanda kapıcılık yapsaydım daha mı iyi olurdu, şunu şöyle mi yapsaydım, daha mı özgür olsaydım gibi bir muhasebe. Bütün Pera’nın üstünde dolaşıyor ve sonra yavaş yavaş hava kararıyor, okullar dağılıyor. Bir gazinoda Perihan Sözen’i şarkı söylüyor, onları biraz dinliyor, özgürlüğün tadını çıkarıyor. Tam çıkaramıyor da bu özgürlüğün tadını. Sonsuz özgür bir kuş olmuş. Her şey yapabilir. Ondan sonra tekrar kaldırımın kenarına konuyor ve Hristo olarak kapıcı dairesine iniyor ve “Çok yorgunum” diyor karısı Marina’ya. Yatağına yatıyor ve uyuyor. Öykü bu kadar.

- Sonra bu öyküyü nasıl yayınladınız?

Ben bunu yazdım, sonra katladım kağıdı, bir zarfa koydum ve okuduğum okula doğru koşarak gittim. Edebiyat Kulübü’nün bulunduğu odanın kapısının altından attım ve sonra koşarak Beyoğlu’ndan geçip eve geldim, odama girdim, yatağımın üstüne oturdum. Sonra bana bir düşünce geldi: “Ya bana deli derlerse”… Adam uçar mı? O zaman hiçbir şey yok. Ne Harry Potter var, ne Yüzüklerin Efendisi var, ne diğer fantastik kitaplar var, ne de büyülü gerçekçilik falan. Hiçbir şey yok. Sadece bazı ressamlar, yönetmenler var. Bunlar yeni bir akım, gerçeküstücülüğün peşindeler. Ben ise daha bunu da hiç duymamışım, haberim bile yok. Nereden duyacağım. Ortaokul öğrencisiyim daha. Silik, bitik, geride bir öğrenciyim. Ama keşfedilmeyi bekliyorum. Okunsun Mösyö Hristo okunsun istiyorum. O hikayeyle bana tekrar bir özgüven geldi. Beni hayata kazandıran bir özgüven.

 

- Size o öykünün dönüşü nasıl oldu, hatırlıyor musunuz o günü de?

Okulda haftada bir toplanan bir kulüp. Toz içinde olan bir oda ve düşünsene bir odacı orayı süpürse Mösyö Hristo’da çöpe gider. Tek kopyaydı çünkü. Ama o zaman bilmiyorum, bunları da düşünmemişim. Fakat telefon çaldı. Bekliyormuşum sanki. Okuldan hoca çağırıyor beni, öğretmenim. Açmışlar zarfı, okumuşlar, hemen okula gel dedi. Ben ok gibi ara sokaklardan, pasajlardan koşarak merdivenleri çıktım, tünelden geçtim. Koşaraktan okula gittim.

Durdum Edebiyat Kulübü’nün kapısında, iki tarafta sıra olmuş öğrenciler. Toplamışlar onları. Bir iki hoca var önemli. Herkes beni tebrik ediyor, elimi sıkıyorlar. Mösyö Hristo kim diyorlar, hikayeyi soruyorlar. O nasıl bir duygu biliyor musun? Onların arasından ben böyle bir geçtim ya bir rüya aleminde gibiyim. Ondan sonra beni bir maroken koltuğa oturttular. Hemen derneğe üye yapıldım. Herkes merak içinde Mösyö Hristo’yu bana soruyor. Hayranlık, beğeni, merak had safhada. İşte ben ilk kez o akşam üstü o maroken koltukta otururken bir yazar olduğumu tam derinliklerinden hissettim. Benim yazarlık serüvenim böyle başladı diyebilirim.

- Peki Nazlı Hanım daha sonra yazmayı bırakıyorsunuz. Neden? İstanbul’dan Ankara’ya taşınıyorsunuz, evleniyorsunuz, çocuklarınız oluyor… Ama yaşadığınız bir hastalıktan sonra da tekrar yazmaya başlıyorsunuz. Yazmanın acıları sarmak gibi güçlü bir yanı olduğuna inanır mısınız?

İnanırım ama o zaman bilmiyordum tabii. Oysa yazmak büyük bir terapi. Bir uçuş, bir yolculuk, bu dünyadan çıkış. Başka bir dünyaya giriş. Düşünsene, bu dünyanın günlük akışından çıkıyorsun ve bir şey düşünmüyorsun. Ne enflasyonu düşünüyorsun, ne döviz kurunu düşünüyorsun o anda. Yani şu anda bizi bir sürü sarıp sarmalayan günlük şeyler, sıkıntılar, ayağının altının ağrıması, saçının rengi iyi olmuş olmamış gibi saçma sapan şeyler, oyalıyor. Halbuki bir romanı yazarken bir mağara adamı gibi hissederim kendimi. İlk defa bütün kuralları ben koyuyorum orada. İlk defa yazılanı yazabilirim, istediğim gibi yazabilirim, kendimi kabul ettirmişim, büyük bir okur kitlem var, büyülü gerçekçilik akımının öncüsüyüm Türkiye’de. Sonsuz bir mutluluk ve özgürlük duygusu duyarım.

RİMBAUD GİBİ OLMAK İSTEDİM

- İnsan niye yazar?

Ölüme karşı durmak için yazar. Ölüme karşı koymak ve bir izdüşümü bırakmak isterim ben de. Beni okuyanların beynindeki izdüşümünü adeta frekanslarla alırım. Bana okurlarım gelir ben onu dalga dalga hissederim ve o işte beni yaşatır. O beni büyütür ve o beni iyi şeyler yazmaya iter. Bu çok önemlidir. Sonra o Mösyö Hristo müthiş patladı, Galatasaray Lisesi’nden bana hayranlar geliyor, herkes bana yeni Sait Faik’sin diyor, ben ise daha Sait Faik’i bilmiyorum. Yani hiçbir yaşam tecrübem yok. Fransız şair Arthur Rimbaud 17-18 yaşında yazmayı bitirmişti. Fransız Edebiyatını sarstı, alabora etti ondan sonra bıraktı kalemi gitti, Habeşiştan’da silah ticareti yaptı. Böyle bir serseri olarak öldü. Muazzam bir deha. Ben de onun gibi olmak istedim.

 

- Popülerliğe arkanızı dönüp yeni bir hayata geçiyorsunuz. Nasıl aldınız bu kararı?

Evet kalemi bıraktım. Bir gece treniyle, bu da çok ani bir karardır o zaman 18 yaşındayım, tamamen hayatımı değiştirdim. Bambaşka bir şehirde sıfırdan hayata başladım. Bir devlet dairesinde çalışmaya başladım. İşte benim ikinci okulum o devlet dairesi oldu. O devlet dairesinde ben insanların bir kristal tablaya ne kadar önem verdiğini öğrendim. Dosyalar, müdürler... Bir insanın bir insanı ezmesini... çok değişik şeyler... Mesela sabır nedir onu öğrendim. Çünkü ne bileyim birinin sabah sekiz buçuktan akşam beşe kadar vaktin geçmediği bir yerde olmasının anlamını düşündüm. Çünkü geçmeyen bir zaman var. O zamanlar çok düşündüm: Zaman nedir? Zaman giden bir şey mi? Zaman üstünüze gelen bir şey mi? Zaman akan bir şelale mi? zaman durgun bir çöl sabahı mı? Nedir zaman? Belli değil. Zamanın en kıymetlisi en güzeli, çabucak ellerinin arasından gidiyor. Ama zamanın en zoru hastane yataklarındaki zaman ya da demir parmaklıklar arkasındaki zamandır. Birisi akarken diğeri bir türlü bitmiyor. Saat aynı, takvim aynı oysa. Bunları düşünüyordum. Artık yazamadığım bir zaman o zamanlar tabii buna da üzülüyorum. O sıra bir bağırsak düğümlenmesi geçirdim. Bu korkunç bir şey ve beş tane ameliyat oldum üst üste. Ve iki buçuk yıl tam kesintisiz eski Gülhane Hastanesi’nde tek kişilik bir odada yattım. Çocuklarımı bile görmedim o süre zarfında. Hep yeniden su içmeyi öğrendim, öğrettiler. Yeniden yürümeyi öğrendim. Yani genç olmasaydım kurtulamazdım. O günkü imkanlarda yaşamam bir mucize. İşte ben o hastaneden çıktıktan sonra güçlendim. Bambaşka oldum ve tekrar hayatımı değiştirdim. Bambaşka bir hayat. Bütün bunların şimdi çok cesaret isteyen şeyler olduğunu anlıyorum.

- Ne değiştirdi o hastalık hayatınızın akışında?

Bu seferki bir yazarın hayatıydı. Çünkü yazmaya başladım tekrar. Artık Arthur Rimbaud değildim. O küçük 16 yaşındaki çocuktum. Nazlı Eray’dım. “Ah Bayım Ah” iki gecede toparlandı, yayınevi hemen bastı.

- İlk kitabınızdan sonra hayatınızda da önemli değişikler oluyor. Yurt dışında yazarlık okuluna gidiyorsunuz?

Bir yıl Amerika’da kaldım ve hiç bilmediğim şeyler öğrendim orada. 1960’lı yılların Türkiye’sini düşünün. Eve telefon bağlatmak için aylar, yıllarca bekliyoruz. Mesela orada gelip sordular “Odana hangi renk telefon istersin? Pembe mi, yeşil mi, mor mu? Ben pembe istedim. Yani Amerika’nın bizden 100 yıl ilerde olduğunu gördüm. O arada bu programda Gabriel García Márquez ile beraberdik.

- Nasıldı ilk izleniminiz?

O da Kolombiyalı bir köylü. Memleketten kaçmış, Amerika onu himayesine almış. Çat çat sabaha kadar yazıyor, kimseyi uyutmuyor. Halbuki “Yüzyıllık Yalnızlık”ı yazıyormuş. Adam dört sene sonra Nobel’i alınca hepimizin ağzı açık kaldı. Beni tekrar çağırdılar oraya. Yaratıcı yazarlık dersleri verdim ve Pasifik üzerinden döndüm bu defa. Pasifik üzerinden dönünce bütün Uzak Doğu ülkelerini gördüm. Başka dünyalar, başka dinler, başka insanlar, başka imanlar, başka tapınaklar… Ne bileyim ben, gökdelenler, farklı yiyecekler… Ondan sonra hemen Pasifik Günleri’ni yazdım. Pasifik Günleri benim ilk dikte romanımdır. Ahmet Mümtaz’a dikte ettirdim. Hatta o dönem insanlar meraklı nasıl dikte ettiriyorum diye toplandılar, nasıl yaptı, nasıl yazdı diye. Demek dikte roman bu dediler sonunda. Balzac yapabiliyormuş dünya edebiyatında bunu. Ben de dikte etmeyi severim. Pasifik Günleri’nin öyküsü de budur.

ATİLLA İLHAN BANA BENİ TANITTI

- Ben biraz başa döneceğim. İlk kitabınızın basılma hikayesi yayıncılık dünyasında da ezber bozuyor aslında. Çünkü siz koltuğunuz altında yayınevlerini dolaşmıyorsunuz da yayınevinden sizi arıyorlar. Bilgi Yayınları’nda o dönemde editörlük yapan Atilla İlhan arıyor değil mi?

Atilla İlhan tabi… Atilla İlhan beni bana tanıttı. Bana bir mektup yazdı önce. Hikayelerinizi okuyorum ve beni çok etkiliyor dedi. O hastanede yazdığım hikayeleri okumuş. Atilla İlhan daha önce hiç kimseye böyle bir mektup yazmamış. “Gel kardeşim bunları kitaplaştıralım” dedi.

- Aynı Atilla İlhan’ın editör olarak da başarılı biri olduğunu gösteriyor...

Koltuğumun altına dosyamı alıp pırr! Aynı Mösyö Hristo’ya gider gibi kendimi yayınevinde buldum. Ondan sonra kitabı hemen bir haftada bastılar. Ondan sonra Pasifik Günleri ve diğerleri... Böylece yine başka bir hayat. Memuriyetten kurtuluş, hastaneden kurtuluş. Ama başta da dediğim gibi oraların hepsi benim için birer okuldur.

- Peki, Nazlı Hanım şunu sormak istiyorum. Kadın yazar olarak yazmanın avantaj ve dezavantaj olduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır, hiçbir şey yok. Ben hissetmedim.

- Kadınların iyi okur olması sizce neden?

Daha çok vakitleri var, daha çok emek veriyorlar. Bir erkeğin tığ işi yaptığını gördün mü? Kadınlar daha iyi yapıyorlar. Onun gibi bir şey. Erkeklerin başka uğraşları var. Kadınlar daha kitabın içine düşer. Daha karakterleri sever daha kendiyle bağdaştırır, daha sabırlıdır. Daha çok vakti vardır, daha çok pencere kenarı vardır. Daha çok sardunyası ve derdi vardır. Böyle bir şey kadın okur olmak.

- Peki edebiyat dışında diğer sanatlarla bağınız nasıldır?

Biliyorsun, resim yapıyorum.

- Mesela yazarken müzik dinler misiniz? Resim ve edebiyat birbirini nasıl besliyor sizde?

Bir kere yazarken hiç okumam. Müzik dinlerim de dinlemem de. Ama kalabalıkların içinde yazarım mesela. Hiçbir zaman bir yazı masam olmadı. Defterlere yazarım. Çok süslü, çok güzel çok şık defterlere. Bunlar altın yaldız kaplı, gümüş, dore, pembe, pullu… Çünkü bunlar benim romanlarımın evleri. Onları bilhassa seçiyorum. 75-76 defterim var.

- Yazma ritüeliniz var mı?

Hiçbir ritüelim yok. Özgürlük. Benim en çok önemsediğim şey özgürlük. O zaman geliyor. İlk cümlenin gelişi önemlidir benim için. İlk cümleden sonra gerisi geliyor. Şimdi yeni bir şey yazıyorum onun adı geldi ilk defa “Hayatımın Müsveddesi”. Bir de ben yazarken hiç oto sansür kullanmıyorum. Bütün duygularımı yerlere serpe serpe saça saça koşarak yazıyorum. Onun içindir benim okurlarımın kendilerini benimle özdeşleştirmeleri. Onun için çocuklar kendilerini benimle özdeşleştiriyor. Çocuk kitaplarını seviyorum. Çünkü ben bir çocuğum. Onun için gençler, onun için orta yaşlılar, onun için yaşlılar okuyor beni. Çünkü ben hepsiyim. İçimde hepsi var.

- Peki, hem çocuklara hem yetişkinlere yazan biri olarak sormak isterim: Bunlar arasında yazarken nasıl bir fark var?

Hiçbir fark yok aslında ama tabi başka şeyler var. Ben bir çocuk kitabını da yazarken aynı bir büyük kitabını yazar gibi hazırlanırım. Çok zevklidir. Müthiş bir şey çocukluğuna iniyorsun. Tekrar yeniden yaşıyorsun. Tekrar o mahalleyi yaşıyorsun, tekrar anneni babanı yaşıyorsun, bütün insanlar canlı, babaannen, anneannen canlı. Halan canlı, amcan canlı. Yani istediğini yapabilirsin.

- Çocuk kitabı yazan yazarlar aynı zamanda çocuklukları mutlu geçen insanlardır...

E tabii mutlu bir çocukluk geçirdim. Yaramaz, haşarı, oyunbaz, mutlu. İstediğini yapan bir çocuk.

- Peki Onur yazarı olmak nasıl bir duygu?

Kitap fuarlarını çok severim. Hele bu yıl onur konuğuyum ve kitap fuarının onur konuğu olmak benim için çok büyük bir onur. Bana büyük bir coşku bir sevinç verdi.

- Pandemiden dolayı iki yıl beklediniz fuarı. Pandemi dönemi sizin için nasıl geçti?

Korkunç bir dönem. Kafka romanı gibi bir şeydi. Kapıyı açıyorsun dışarıda ölüm. Nedir, ne oluyor bilmiyorsun? Ve birden bire de bitti. Bu da garip. Birden başladı. Birden bitti.
Yazının ilk yayın yeri:https://www.yenisafak.com/hayat/olume-karsi-durmak-icin-yaziyorum-3893486

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum