Nazan Bekiroğlu: Yarım kalmış aşklar yarım kalmış hikâyeler

Nazan Bekiroğlu’nun son romanı Mücellâ yalnızlık, mahremiyet, umutla beklemek, unutmak, hayatı başkaları için yaşamak, yaşlanmak ve ölüm gibi meseleleri incelikli bir dille anlatıyor.

Nazan Bekiroğlu: Yarım kalmış aşklar yarım kalmış hikâyeler
05 Aralık 2015 - 20:59 - Güncelleme: 05 Aralık 2015 - 21:04

Bir hayatı bir hikâye okur gibi yaşarken, bakışlarımızı geleceğin ufkuna diker, yaşadıklarımızı kavrayabilmek için hatıralarımızın arzuladığımız gibi olgunlaşmasını bekleriz. Tamamlanmamış bir romanı okur gibi ‘eksik kalan’ bir yaşamı sürdürdüğünün bilicinde olanlar, kendilerini bütünlüklü kılmak için hikâyelerle beslenir.

Aslına bakarsanız her hayat eksik yaşanmış hayattır, bana göre. Bazıları nasıl yaşayacaklarını, nasıl öleceklerini hayal ederek, ihtimalleri düşünerek yaşlanır. Fazla kıpırdayamazlar. Etraflarına ördükleri dikenli çemberin içinde yanmadan, büsbütün donmadan, bir biçimde hayatta kalmaya çalışırlar. Kaderin ve iradenin çatıştığı ürkütücü bir ‘savaş alanından’ kaçıp teslimiyeti kabullenen bir kadın da olabilir bu kişi, başkalarının düşünceleriyle yaşayan, kendini unutan, duygularını törpüleyen bir erkek de… Ya da herhangi bir nedenle çocukluğundan beri mağarasında yabani bir hayvan misali saklanan yaralı bir ruh. Sebebi ne olursa olsun ‘hayat seyircisi’ olan bir karakteri yaratmak, ruh katmanlarındaki derinliğini gösterebilmek pek öyle kolay bir iş değildir.

Nazan Bekiroğlu’nun son romanı Mücellâ’yı okurken, öncelikle yazarın böyle sade ama kendi üzerine kapanan bir karakteri anlatmayı seçme nedenini ve bunun zorluklarını düşündüm. Çoktandır duymayı özlediğim bir anlatım sesine eşlik eden muhteşem görüntülerle birlikte eski bir Karadeniz şehrinde dolaşırken neden bu zorluğu tercih ettiğini anladım sanki.

Mücellâ, 1920’lerden 1970’lere kadar Türkiye’nin değişken, dinamik, hastalıklı ikliminde büyüyen bir kız. Cumhuriyetle yaşıt olan bu kız, annesi Neyyire Hanım’ın babasız büyüyen küçük çocuğu. Hep uzaklarda olduğu için mektuplarına düzenli olarak cevap yazılan erkek kardeş Fahir, akrabaları aile yadigârı Mümine Hemşire, kızı Filiz, Yusuf Ziya, Suna, Müzeyyen Yenge, Paşazade romanı taçlandıran kahramanlardan bazıları. Bir de yaşadıkları evi, şehri, değişen Türkiye’yi tabiatıyla ve hikâyeleriyle anlatan, rengi, kokusu ve dokusuyla canlanan görüntüler var. Romanın baş kahramanları Mücellâ ve Türkiye aslında.

Kendisini bildi bileli annesinin dünyayla arasına koyduğu sınır yüzünden evde çeyiz işleyen Mücellâ, zamanın bugün bildiğimiz biçimde akmadığı bir yavaşlıkla yaşıyor. İçinde yaşayanların tabiatına uyum gösteren ama aynı zamanda özenle bakılan bahçeler, komşu evlerinde, mahalle buluşmalarında çoğalan masallar, anılar, gaz lambaları eşliğinde yapılan sohbetler, nohut kahvesinin savaşlar ve kirli siyaset gibi buruk tat bıraktığı sancılı dönemler. Ve bütün bunların merkezinde hayattan çekilişini, tükenişini, hayallerinin ölümünü fark etmeyen bir kadın. Hayatını başkalarının hikâyeleriyle birlikte dev bir sinema perdesinde izleyen bir ‘seyirci’.

Hayata rağmen umut ve bekleyiş

Kitabın tanıtım metninde, “Kimi tamamlanmamış aşkların, hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kahramanların romanı” yazıyor. Evet, onlar da var tabii ama esas itibarıyla Mücellâ ve ruh iklimi mutedil dalgalı ülkesi, bana büyük harflerle ‘hayata rağmen umudun ve bekleyişin romanı’ cümlesini fısıldadı. Yazarın çerçevesini göz alıcı bir zanaatkârlıkla çizdiği, tıpkı Mücellâ’nın özenle işlediği oyalar gibi güzelleştirdiği, anlatımıyla ihtişamını taçlandıran sinematografik atmosfer, sadece bir kadının dramatik hikâyesi ve onunla şekillenen kurgusu değil çünkü.

Romanın girişinde ve final sahnesinde Mücellâ’nın hikâyesini yıllar sonra yazan kızın edebiyatla ilişkisi, yazarın çarpıcı bir aşk mektubu, Anna Karenina’ya selam veren alıntılarıyla hatırlattığı Tolstoy sevgisi ve diğer edebiyat göndermeleri de bu yalın hikâyeyi zenginleştiren unsurlar.

Romanda sevdiğine ve istediği hayata kavuşamayan, annesinin çizdiği dar çerçevenin dışına çıkamadığı için mutluluğundan vazgeçen Yusuf Ziya, Suna’ya yazdığı mektupta tılsımlı bir anını tarif ediyor: “Nefes alsam işitilir bir sessizlik içinde kaldım birdenbire. Dünya, yörüngesinde ilk defa dönmeye başladı. Irmaklar ilk kez o sessizliğin içinde akmaya başladı; yapraklar, dallar ilk kez kıpırdadı. Nehrin dalgaları ışıklar içinde kalırken usulca birbiri üzerinde kırıldı. Bir sincap ağaçtan ağaca atladı kızılkuyruğunu parlatarak. Hepsini ilk kez görüyordum. Anna Karenina’daki Levin’in cümlesiyle söyleyeyim: ‘O gün orada gördüklerimi bir daha göremedim.’”

Mücellâ yarım kalan ya da bilerek eksik bırakılan hikâyeleriyle okuru biraz kederlendiren bir roman ama sesinin ve hayatla, geçmişle, nesnelerle, gelecek tasavvuruyla kurduğu ilişkinin müthiş bir enerjisi var. Yol boyu romana eşlik eden semboller, hadiseler, nesneler, tarihin akışıyla birlikte yeniden canlanıyor ve okur, yazarla birlikte ulaştığı noktadan geriye dönüp baktığında ülkenin ve kahramanların değişimini daha iyi kavrıyor.

Yıllardır hayatımızı terk edip gitmiş eşyayla, onların çağrıştırdığı ‘eski’ duygularla, çürümeye bırakılmış kadim geleneklerle ve tabiatın önünde saygıyla eğilen merhametli bakışla romanda karşılaşmak bir okur olarak beni bu zor günlerde kısmen iyileştirdi doğrusu. Bir süreliğine odun sobası kokan çocukluk hatıralarımda dolaşırken, altın telden hasır bilezik ören kadınlara, lehimci, sobacı gibi sokak esnafına, çeyizlik eşyaların satıldığı Binbir Çeşit mağazalarının vitrinlerine, dantelli bohçalara, oyalı işlemelere, telkari işi sedef nalınlara, fildişi taraklara, çantaların sökülmüş astarı altına gizlenen mektuplara, kandillere, titrek ışıklı gaz lambalarına, körleşmiş çeşmelere, kazınmış kitabelere, mor salkım, hanımeli, limon çiçeği kokan bahçelere bakakaldım. Tezgâhlar üzerinde duran çekirdek kahvenin, Arap sabunlarının, eskiyi çağıran kehribar rengi esansların, misklerin, losyonların, mevlütlerde yakılan mangalların kokusunu içime çektim. Savaşlara, sokak çatışmalarına, siyasi çalkantılara, iktidarın zehirli yıkımına, toplumu bölüşüne, cinayetlere, ihtilallere, idamlara tanık oldum. Cızırtılı bir radyodan memleket haberlerini dinledim. ‘İlk televizyon buluşmalarında’ buz pateni müsabakalarını seyrettim. Büyük şehirlerde satılan ‘şık mecmualar’dan dönemin artistlerinin haberlerini okudum. Velhasıl Türkiye’nin elli yılını bir kadının ‘sır’ olan iç dünyasıyla ve etrafındakilerin hikâyeleriyle izlerken, Mücellâ’nın gençliğiyle, güzelliğiyle birlikte avuçlarımızdan akıp giden hayatın kıymetini hatırladım.

Mücellâ yalnızlık, iki kişi arasındaki mahremiyet, vazgeçerken bile umutla beklemek, kendini ve başkalarını affederek anlamak, unutmak, sınırların ötesine geçmek, hayatı başkaları için yaşamak, yaşlanmak ve ölüm hakkında söyleyeceklerini edebi lezzeti yüksek ve incelikli bir dille söylüyor. Anlatıcı romanın sonlarına doğru, “Kalacak zannettikleri gitmiş, gidecek zannettikleri kalmıştı onunla. Kiminin hayatı, izleyenleri tatmin eden bir sonuca bağlanmıştı mükemmel bir roman gibi. Kimininki sebepsiz sonuçsuz kalmıştı, hayat gibi.” diyor.
Bu tarif romanın meselesini, Nazan Bekiroğlu’nun edebi bakışını iyi anlatıyor. Mücellâ has edebiyat severleri memnun edecek bir roman.

MÜCELLÂ, NAZAN BEKİROĞLU TİMAŞ YAYINLARI, 344 SAYFA

zaman kitap eki

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum