EZELÎ BİR YARADIR TÜRK MİLLETİ DÜŞMANLIĞINA DAYALI AYDINLIK TASLAMAK / Prof. Dr. Nurullah Çetin

EZELÎ BİR YARADIR TÜRK MİLLETİ DÜŞMANLIĞINA DAYALI AYDINLIK TASLAMAK / Prof. Dr. Nurullah Çetin
21 Nisan 2020 - 15:55

EZELÎ BİR YARADIR TÜRK MİLLETİ DÜŞMANLIĞINA DAYALI AYDINLIK TASLAMAK

Türkiye Türklüğünün Tanzimat’tan bu yana devam edip gelen temel bir toplumsal sorunu var. Türk aydını batıcılaştıkça kendi halkına, milletine ve değerlerine yabancılaştı, onu hep küçümsedi, aşağıladı, onunla alay etti; hatta düşman oldu. Milletinin arasında kendisini, sömürge ülkelerine görevli gitmiş bir batılı sömürgeci koloni üyesi gibi hissetmeye başladı. Kendi milleti aleyhine ama batı lehine olarak ajanlık, kâtiplik, dellâllık (propagandacılık), sözcülük, temsilcilik yapmayı en yüksek rütbe olarak belledi.

Türklüğü de reddeden “Türkiyeli karanlık aydın”, batıcılaşmayı gâvurlaşmak, millî kimliğinden ve dininden uzaklaşmak, milliyet ve İslam düşmanlığı olarak anladı. Çünkü efendileri olan haricî bedhâh Batılılar, bunlara modernleşmenin, çağdaşlaşmanın, ilerlemenin ancak ırkçılık ve gericilik olarak nitelendirdikleri Türklüğü ve Müslümanlığı reddetmekle mümkün olacağı yalanını öğrettiler.

Çünkü Haçlı Batının bütün emperyalist projelerinin önündeki en büyük engel, Türklerin “Müslüman ve Türk” kalması idi. Bu engelin yıkılması için Tük aydınlarını Müslümanlığa ve Türklüğe düşman etmek gerekiyordu. Türk aydınlarına, eğer aydın olmak istiyorsanız Türk ve İslam düşmanı olmalısınız diye telkinde bulunuyorlardı.

Bu çerçevede saf, temiz, halis, gösterişsiz bir şekilde Türk milliyetini ve İslam’ı yaşayan, vatanın, devletin ve bu karanlık aydınların her türlü yükünü itirazsız, tevekkülle çeken geniş Müslüman Türk ahaliyi aşağılamayı aydın olmak zannettiler.

Bugün de gâvurlaşmış karanlık aydınların doğrudan İslam’a saldırmayı göze alamayıp hep yanlış yapan cahil veya kötü niyetli Müslümanların hatalarından hareketle İslam’a saldırmaya devam ettiklerini görüyoruz. “Bu milletten adam olmaz” lafı hep Müslüman Türk ahaliyi aşağılamaya dönüktür.

Ancak kendisi batılı bir düşünüş, duyuş ve yaşayışa sahip olsa da zaman zaman içi sızlayan, vicdanı sarsılan, hüzünlenen, pişmanlık duyan, acıyan, içinden çıktığı Müslüman Türk milletine ve değerlerine saygıyla yaklaşan, kalbiyle, beyniyle, hayatıyla, bütün varlığıyla Müslüman Türk halkı arasında bulunamamaktan dolayı derin bir iç sızısı duyan sahih Türk aydınları da vardır.

Bu meseleyi kendisi de Batıyı çok iyi tanıyan, batılı değerlerle donanmış bir Türk aydını olan romancı Müfide Ferit Tek (1892-1971) gerçek tanıklıklarla Millî Mücadele dönemini anlattığı Leyla (1925) adlı romanında 1919 yılında Haçlı emperyalist Batılıların işgali altındaki İstanbul’da halkına yabancılaşmış aydın ile vatanı, devleti, milleti ve değerleri adına ölüme meydan okurcasına cihad meydanlarına koşan saf ve temiz Müslüman Türk halkı arasındaki uçuruma özeleştiri içeren, samimi, hüzünlü bir üslupla ve çok tatlı bir lisanla yer verir.

Romanın merkezî kişisi Leyla, Şehzade Camii’ne namaz kılmaya gelen cemaati şöyle tasvir eder: “Daha namaz başlamamış idi. Mihrap yanında bir avuç mümin, askerlerle sarıklılardan oluşan küçük bir cemaat, bu soğuk ve dargın sessizlik içinde bekleşiyorlar.

Sessizlik! Tarihin ağır ve muhteşem hatıratıyla asaletlenen bu mabetteki terkedilmişliğin sessizliği büsbütün elemli ve ağır duyuluyor. Bu uzun uzun düşündüren, ağlamak ihtiyacı veren, hatta kendisi de ağlayan bir sükûnet idi. Onu ilahi bir kuvvet, ilahi bir lisan ve ilahi bir serzeniş gibi duyuyorduk.

Ve biz kapının yanından ilerlemeye, konuşmaya, hatta hızlı bir nefes almaya cesaret edemeden onu dinliyorduk. Mabetteki elem havası bizim de yüreğimizde esiyor. Müminler birer birer gelmeye başladılar. Karşıda direklerin arkasında, gölgelerin yaşadığı kenarlarda siyah cüppeli, beyaz sarıklı hocalar yavaş yavaş çıkıyorlar. İlerliyorlar, kayboluyorlar, yine çıkıyorlar. Nihayet mihrap önünde diz çöküyorlar görülüyor.

Askercikler de çoğaldılar, üstleri toz toprak rengi, yürüyüşleri silik ve alçakgönüllü fakat bir dost kapısına gider gibi mihraba güvenle, inançla yöneliyorlar. Düşman karşısında, ölüm yanında o kadar cesur ve büyük olan bu Türkler burada bir çocuk gibi yumuşak, saf ve sevimli idiler.

Belli, onlar da bizim gibi teselli arıyorlar, fakat aradıklarını bulacaklarından emin geliyorlar ve bulacaklar.

Biz hâlâ kapı yanında duruyoruz. Şimdi namaz başlıyor. Onların böyle saflıkla, tevekkülle ibadet ettiklerini görünce, sağlam yürüyenlere bakan kötürümler gibi yüreğimizi bir kıskaç sıktı. Onlara katılamıyorduk. İçimize bir gariplik çöktü. Kendimizde telafi edilmez bir eksiklik, hiçbir şeyin dolduramayacağı bir boşluk duyduk. Ve uyuşukluktan ateşli bir hüsran dalgası kabardı. Gözkapaklarımız ağır ağır indi. Bir şey saklamak ister gibi kapandı.

Evet kıskandık. Biz sanatkârlar, aydınlar, kendimize bu kadar parlak isimler veren bizler, o cahil, fakat şeffaf ve basit askerleri kıskandık. Heyhat onlar bütün cehaletleriyle, eksikleriyle yine bizlerden, sözde ilim ve sanat süsü taşıyanlardan çok zengindiler. Onlarda inanmak serveti, inanmak saadeti vardı. Onlar hayatı, elemlerine ve felâketlerine rağmen Allah’ın verdiği tabii ve berrak bir su gibi lezzetle içenlerdi.

Onun için biraz sonra acıları ne olursa olsun buradan gülümseyerek çıkacaklar ve yüklerinin bütün bir kısmını secdede bırakacaklar. Öbürleri dışarda, yarattıkları kirli zevk ve sefa uçurumuna, olan dertlerini, yüklerini atıyorlar. Sonra da kendileri yuvarlanıyorlar.

Yalnız biz, tesellide hissesi olmayan ebedî bahtsızlar oradaki iğrenç hayata nefret duyarak, buradaki ilahi ümitten mahrum, bütün hayatımız boyunca biraz sükunet, biraz teselli diye, hüsranla inliyoruz. Bu kara günlerde, birbirine zıt akan bu iki akıntı arasında bütün devasız dertler yalnız bizim hissemize düşüyor.

Onun için biz kimse ile anlaşamadan, kimse ile uyuşamadan, daima garip, daima talihsiz, çökmüş omzumuzda, memleketin sevgili fakat ağır yüküyle sürüklenip giden serseriler kalacağız.

Cami boşalmaya başladı.

Selim’le birbirimize baktık. Hiçbir şey söylemeden ben içimi çektiğim zaman tıpkı benimkine benzeyen bir kadın sesiyle o da içini çekti. Sonra el ele oradan çıktık ve kalabalığa karıştık.”(s.64-65)

Diğer yandan Yahya Kemal Beyatlı da “Kocamustapaşa” şiirinde gerçek Türk aydını ile Müslüman Türk milletinin aynı duygu, aynı düşünce, aynı inanç, aynı heyecan, aynı kültür ve aynı değerlerde buluşmasını, kaynaşmasını, bunların olamadığı durumlarda hissedilen samimi hüzün ve keder duygusunu çok güzel ifade eder:

 “Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;

Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:

‘Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;

Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.

Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,

Avutur gamlıyı, teskin eder endîşeliyi;

Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,

Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar.

Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,

Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...”

Yahya Kemal,  aynı şiirinde Müslümanlık ve Türklük gibi iki kutsal değeri terkeden, Müslüman Türk milletinden kopan, uzaklaşan, başka ideolojilerle, başka felsefelerle, başka kültürlerle, başka inançlarla ya da inançsızlıkla bozulan, kirlenen karanlık aydınların durumunu, karanlık aydının milletine ve değerlerine olan yabancılaşmasının, köksüzleşmesinin,  özüne yabancılaşmanın onda oluşturduğu huzursuzluğu da şöyle dile getirir:

 “Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.

Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;

Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;

Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.

Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.

Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.”

Prof. Dr. Nurullah Çetin

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum