HALİL İNALCIK'IN YAZISI: ÜÇ OSMANLI PAYİTAHTI: EDİRNE, BURSA VE İSTANBUL

Bizim şehir tarihçiliğinde bir şehrin inşasında çok medeni, Batı'da bile misalini görmediğimiz çok önemli bir müessese buluyoruz. Bütün Osmanlı- Türk şehir­leri vakıflarla inşa edilir. İstanbul harap bir şehir olarak ele geçirildikten sonra vakıflarla yeniden inşa edilmiştir.

HALİL İNALCIK'IN YAZISI: ÜÇ OSMANLI PAYİTAHTI: EDİRNE, BURSA VE İSTANBUL
21 Nisan 2020 - 09:51 - Güncelleme: 21 Nisan 2020 - 16:39

ÜÇ OSMANLI PAYİTAHTI: EDİRNE, BURSA VE İSTANBUL

HALİL İNALCIK

Türkiye Yazarlar Birliği'nin kurucularını ve bugünkü başkanlarını selamlarım. Sayın dostum, çok kıymetli dostum, az önce konuşma yapan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterini tebrik ederim. Bu naçiz tarihçiyi çağırdığınız için ayrıca minnet­lerimi sunarım.

Şehir tarihi benim 50 yıldan beri uğraştığım bir konudur. O günlerde, Bursa'da Çe­lebi Mehmed Külliyesi'nin önemli bir parçası olan müzede şer'iye sicilleri üzerinde çalışmaya başladım. O zaman bu siciller (Sonradan bu sicillerin 250 cilt üzerinde olduğunu öğrendik) müzenin bir köşesinde, toz toprak içerisinde duruyordu. Ben Bursa tarihi üzerine çalışıyordum. O siciller üzerine çalışmaya başladım. Gördük ki Bursa şehrinin insanları, binaları, her şeyi bu sicillerin içerisindedir.

Kadıların tuttuğu siciller şehir tarihçiliğinin ana kaynağıdır ve hemen hemen her kadının vazife gördüğü şehirde bu sicillerden yüzlercesi bu güne kadar gelmiş, fakat yüzlercesi de tahrif edilmiştir. Bursa sicillerinin bu perişan durum karşısında, buradan yazdığım ilk makale Ömer Lütfü Barkan'ın İktisat Fakültesi Mecmuası'nda yayınlanan Bursa'nın sosyal yapısı üzerinde yaptığım araştırmadır. Bursa kadısının defterinde tereke defterleri vardır. Tereke defteri nedir: Birisi vefat ettiği zaman onun mirasçıları, herkes değil, bir niza konusu ise miras, isteyenler kadıya müraca­at eder. Kadı ölenin bütün mallarını raice göre kıymetlendirir. Yani esirler, köleler dahi oraya kaydedilir. Uzun listeler halinde bunlar değerlendirilir ve yekûndan sonra mirasçılar arasında kadı bunları pay eder. Tabii kadı bu işlem karşılığında bir resim alır kadı. Bu siciller Fâtih devrine kadar iniyor.

Bu terekelerin 400 tanesini inceledim ve miras miktarına ve bırakılan malların, terekenin mahiyetine göre bir tasnif yaptım. Miras miktarı, Bursa'nın o günlerdeki sosyal sınıflarını belirlemek için temel ölçü idi. Orada 10000 akça altında miras bı­rakmış olan kişileri fakir kabul ettim. 10000 - 50000 arasındakileri orta sınıf olarak kabul ettim. 50000 akça üzerinde miras bırakanları zengin sınıf olarak kabul ettim.

Bu suretle % 88'inin 10000 akça altında miras bıraktıklarını tespit ettim. Bunları fakir olarak kabul ettim. Yani Bursa şehrinin sosyal yapısını bu suretle fakirler, orta sınıf ve zenginler olarak tasnife muvaffak oldum. Bahse konu yazı İktisat Fakültesi Mecmuasında basılmıştır. Aynı zamanda o sicillerin şehir tarihi için ana kaynak olduğunu size hatırlatmak istiyorum.

O zamandan beri bu siciller üzerinde yüzlerce çalışma tezler yapıldı. Ama o zaman­lar Bursa sicilleri malum değildi. Tarih Kurumu Başkanı çok kıymetli konuşmasında mahalli tarih dergilerinden bahsettiler. Bursa'nın Uludağ Mecmuası gibi. Benim hocam Balıkesir Muallim Mektebinde, Kâmil Su, bu sicillere dayanarak çalışmalar yapmıştır. Demek ki kadı sicilleri şehir tarihi araştırmalarının ana kaynağıdır.

Bakınız başka bir misal vereyim bu konuda. Sicillerde bir kayıt görüyorum. Bir Ermeni Ankara'dan büyük sof kumaşı stokları ile gelmiş. Gelir gelmez indiği han­da yerleşmiş. Tabii gelir gelmez yaptığı ilk işlerden birisi kendisine Bursa'da bir kemha elbise yaptırmak. Fakat bu zat ölmüş. Öldüğü için de terekesi sicile geçiyor. Terekesi içinde müzik aletleri var, demek ki zevk sahibi bir insan, seyahati esnasın­da kendisini bu zevkten de mahrum etmemek için müzik aletleri ve cariyeler var. Tasavvur edin, bir Ermeni tüccarı Ankara'dan Bursa'ya geliyor. Büyük sof stoklarıy­la. O zaman, Ankara'da sof ticareti daha çok Ermenilerin elindeydi. Ankara'nın Hacı Bayram Veli, Türk olsun Ermeni olsun oradaki işçilerin kaderine ilgi duyar, onun için emek sahiplerini ilk velisidir. Kendi emeği ile çalışmayanı kendi müritleri arasına almazdı Hacı Bayram-ı Veli.

Başka kaynaklardan öğreniyoruz: İtalya'dan zengin bir prensin hanımı Bursa'daki Floransalı bir tüccardan kendisi için sof alıp göndermesini istiyor. Yani bir sicilden, bir terekeden neler öğrenebiliyoruz. Evet, şehir tarihinin kaynakları yalnız siciller değildir fakat ana kaynağı sicillerdir hiç şüphesiz.

Bizim şehir tarihçiliğinde bir şehrin inşasında çok medeni, Batı'da bile misalini görmediğimiz çok önemli bir müessese buluyoruz. Bütün Osmanlı- Türk şehir­leri vakıflarla inşa edilir. İstanbul harap bir şehir olarak ele geçirildikten sonra vakıflarla yeniden inşa edilmiştir. Vakıf, imaret sistemidir. İmaret sisteminin şe­hircilikte önemini ilk kez Osman Ergin Bey yazdı. Sonra Barkan'ın İktisat Fakültesi Mecmuası'nda konu üzerine uzun bir yazısı çıkmıştır: "İmaret Sisteminin Şehirlerin Teşekkülündeki Önemi." Türklerin bir şehri yeniden inşa etme yolundaki faaliyet­lerinin temelini ve sistematiğini biz imaret sisteminde buluyoruz.

İmaret sistemi nedir? Evvela özellikle İstanbul'dan bahsediyoruz. Yalnız İstan­bul için değil, Osmanlı Devleti'nin fethettiği şehirleri almakta kullandığı özel bir metod vardır. Yalnız Osmanlılar değil, Selçuklular ve diğer beyliklerde de bunu görüyoruz, bir şehri tahrip etmeden, nüfusuyla ve binalarıyla aynen ele geçirme kaygısı vardır. Top kullanımı yayılmadan önce Osmanlıların bir şehri fethinde da­ima şu metodu kullandıklarını biliyoruz: Osmanlı ordusu Bursa'yı Osman Gazi zamanında 1301'da muhasara etti. Muhasara sırasında iki kule yapıldı birisi tepede ve birisi aşağıda. Aktimur Kulesi ve Balabancık Kulesi. 1301'de abluka altına alınan şehir ancak 1326 Nisan’ında teslim oldu. Bu 25-26 senelik süre zarfında şehri aç bırakmak, yani dışarı ile olan temaslarını tamamen kontrol etmek suretiyle şehrin kendiliğinden teslimi sağlanmıştır. Yine İznik 1301'de Osman Gazi tarafından mu­hasara edildi. O da iki kule yaptı. Birisi Draz Ali Kulesidir. Bugün Bursa civarında bir köydür. Başka bir kule de Karatigin vadisinde yaptı. Bu iki kule şehri otuz sene dışarı ile temastan ayırdı. Bu tecrit 30 yıl sürdü. Şehir 1331'de Orhan'a teslim oldu. Aynı fetih metodunu biz bütün batı Anadolu şehirlerinde, Birgi'de, Efesus'ta ve diğerlerinde görüyoruz. Yani Osmanlı bir şehri harap bir şekilde almak istemez. İstanbul muhasarasında Fâtih şehri kahren, (zorla, cebirle) fethetmek kaygısında değildi, teslim almak istiyordu.

Şehri muhasara ettiğiniz zaman şehrin teslim edilmesi için üç defa teslim olma teklifi yapılır. İstanbul muhasarasında da Fâtih ileride payitaht edeceği şehri ha­rap bir şekilde devralmak istemediği için üç kere imparatora elçi gönderdi, teslim teklifinde bulundu. Fakat imparator "Elimde değil, Cenevizliler ve Venedikliler şehri teslim etmek istemiyor" diyor. Çünkü esas savunma askerleri Venedikliler­den oluşuyor. Rumlar da istemiyor. Selanik'te aynı şeyi görüyoruz. Çandarlı Halil Paşa üç sene şehri abluka ettikten sonra 1381'de teslim aldı. İstanbul'a dönersek üç kere red cevabı karşısında Fâtih son taarruzun yapılmasını emretti. Kahren alı­nan bir şehrin nüfusu ordu tarafından ganimet olarak esir edilir. Bu İslami bir kuraldır. Taşınır malları yağma edilir. Ordu yüz bin kişi. Bu ordu İstanbul'a akınca orayı alt-üst etti. Bir kaynağımız diyor ki İstanbul halkı olduğu gibi çadırlardaydı. Nüfus kalmadı.

Kiliselerdeki bütün kıymetli eşya yağma edildi. Mukavemet eden herkes öldürüldü. Bu harap şehrin portresini yakında 700 sayfalık bir kitap olarak neşrediyorum.

Fâtih Sultan Mehmed bu harap şehri aldıktan sonra 1455'te, fetihten 2 sene kadar sonra bütün binaları ve içindekileri tahrir ettirdi. Bu tahriri yapan meşhur tarihçi Tursun Bey'dir, Beylerbeyi Hamza Bey'in oğlu. Arşivden bu kıymetli vesikayı birisi yürütmüş, öyle anlaşılıyor. Burada Galata'da, Galata teslim olduğu için bir anlaş­ma yapıldı. Bu usuldendir. Teslim olacak şehir ile bir ahitname yapılır. Ahitname bir nevi anayasa gibidir. Dini yeminle verilen taahhüt. Eğer teslim olursa şehir ahalisinin malları, canları ve tapınakları güvence altında olacak. Bunu hükümdar dini bir yeminle tasdik eder artık bozulamaz. Oradaki Hıristiyan halk hükümdarın bu taahhüdüne güvenerek teslim olur, ahitnameyle. Bu bir Osmanlı fetih metodu­dur. Birçok Rumeli şehirleri böyle alınmıştır. Selanik, Üsküp... Osmanlılar şehirleri tahrip etmek değil, onları aynen almak, onlara bir anayasa vermek ve geliştirmek için fethederlerdi.

İstanbul misali hakkında bahsettiğim vesika, 104 sayfalık bir defter ve maalesef Ayasofya bölgesi kayıp. Birisi önemli görüp almış onu. Fakat diğer mahalleleri var. Tursun Bey mahalle mahalle gezerek tahrir etmiş. Galata'nın tahrip edilmemiş bi­naları, insanları, kiliseleri her şeyi bu defterde bellidir. Fakat İstanbul tarafında hiç nüfus yok. Kiliseler harap olmuş, Kariye Kilisesi, St. Teodosia (Gülcamii) mesela. Ve nüfus olmadığı için de harabeye gitmekte. Öyle harap bir şehirle karşı karşıyayız. Fâtih şehri ihya etmek için ilan ediyor: Rumeli'den ve Anadolu'dan gelen her Türk'e, her Müslüman'a şehirde eline geçirdiği binayı, saray olsun, ev olsun, kilise olsun, vaat ediyor. Bunun üzerine bu iki bölgeden insanlar geliyor. Vesika o kadar teferruatlı ki Aydın'dan, Bursa'dan Altıparmak Mahallesi'nden kim gelmiş görebiliyorsunuz. Gelen Türk nüfusu gösteriyor ki Fâtih'in maksadı şehri alır almaz bir Türk şehri olarak ihya etmektir. Fakat gelen halk bakıyor ki pazar yok, geçim imkânı yok. Bunların çoğu bırakıp kaçıyor. Şehir yine harap. Bunun üzerine Fâtih Rumeli'deki şehirlerdeki Yahudileri sürgün usulüyle zorla İstanbul'a getiriyor ve vergilerden muaf tutarak, avarızdan, belli yerlere yerleştiriyor. Fener'e, Balat'a, Samatya'ya... Şehri ihya etmek için imaret sistemine başvuruyor. Çünkü halk gelip yerleşmiyor, şehir eski halini alamıyor.

Zaten Bizans'ın son zamanlarında şehir felaket bir durumda. Fetih'ten önce bir İspanyol sefirinin İstanbul tasvirleri var. Vaktiyle beş yüz bin nüfusa sahip Bizans şehrinin nüfusu otuz bine düşmüş. Halk manastırlar etrafında duvarların içinde. Şehrin içinde sürüler dolaşıyor, tarlalar var. Yani zaten şehir harap bir vaziyette. Fakat imaret sistemi sayesinde Fâtih kapanları -Kapan ithal edilen malların tartılıp ithal mallardan resmi alındıktan sonra satılmaya başlandığı büyük pazarlardır. Un- kapanı, Balkapanı, Yağkapanı gibi- ve şehrin ortasında da büyük çarşıyı yapıyor. Bugün Kapalı Çarşı dediğimiz yeri yapıyor. Biz bu inşa faaliyetini, şehrin 15-20 sene içerisinde 60000-70000 nüfuslu gelişen bir şehir haline gelmesini vakıf siste­mine borçluyuz. Yani imaret sisteminin esası da vakıflardır.

Orada bir noktaya işaret edeyim, Batılı Hıristiyan müelliflerin hiç kale almadıkları bir hakikat. Ayasofya'nın şehir fethedilmeden bir iki sene önce kubbesi çökmüş­tü. Fâtih Ayasofya'ya girdiği zaman kiliseyi şehrin camii-i kebiri olarak ilan etti, sonra buraya birçok vakıflar kurdu. Mesela İstanbul'un bütün cizye geliri Ayasof- ya Camii'ne bırakılıyor. Ayasofya'nın tamiri, canlanması, muhafazası için on üç bin altunluk vakf yapılmıştır. Bir Ayasofya mimarı tayin edilmiştir. Bu önlemler alınmasaydı bugün Asyasofya'nın yerinde yeller esiyor olacaktı. Bugün Batılı mu­harrirler "Bu eski Hıristiyan kilisesidir, bizim olacak tekrar" diyorlar. Münih'teki bir Bizans Kongresi'nde müşahede ettim. Bavyera Kardinali vardır orada. Bizanti- nistler önünde kalkıp "İstanbul Ayasofya kubbesindeki yıldız daima parlayacaktır" dediği zaman oradaki Bizantinistler kalktı ve beş dakika ayakta alkışladı.

Onların kalbinde hala Ayasofya vardır. Eğer biz senede 13000 altun vakfedip, ona özel bir mimar tayin etmemiş olsaydık bugün Ayasofya olmayacaktı. Büyük Sinan duvarları desteklemek için payendeler yaptı. Hıristiyan müellifler yakınırlar. Kilise­leri Türkler harap ettiler derler. Bu kiliseler 20 - 30 tane kadar, ben bu defterden bütün bu kiliseleri tespit ettim. İngilizce yazdım bu kitabı ki dostlarımız, Hıristiyan dostlarımız okusunlar diye. Özellikle kiliselerin 16. asırda yavaş yavaş camiye çev­rildiklerini görüyoruz. St. Teodosia Kilisesi Gülcamii oldu, Kariye Kilisesi de camiye çevrildi. Bu camiler batıda araştırma konuları olmuştur. Her birisi için cilt cilt kitap yazılmıştır. Diyorlar ki "Türkler Bizans'ın bu sanat abidelerini ele geçirdiler ve ca­miye çevirdiler." Fakat kaydetmezler, kiliselerin camiye çevrilmeleri şu şekilde olmuştur:

 

 

Orada Rum halkı bu kiliseyi kullanıyor fakat zamanla kilise etrafın­da İslam yerleşmesi bir ekseriyet halini aldığı zaman bir camiye ihtiyaçları oluyor. Camiye çevrilir çevrilmez o kiliseye vakıflar ihdas ediliyor. Bu vakıflar sayesinde bütün bu kiliseler bugüne kadar gelmiştir. Eğer vakıf desteği olmasaydı bu kili­selerin hiç birisi kalmazdı. Bugün Kariye Camii'ni biliyorsanız oradaki mozaikler, İtalyan Rönesans'ının kaynağı sayılmaktadır ve ayaktadır. Bu sanat eserleri, camiye çevrildikten sonra büyük vakıflarla günümüze kadar gelmiştir.

Bugün vakıflar idaresi bu bahsettiğimiz eserleri tamir etmek için büyük masraflara girmektedir. Demek istiyorum ki batılı yazarlara bakarsanız biz İstanbul'u tahrif etmişiz, kiliselerini sebepsiz yere camiye çevirmişiz. Batının tarihçiliğine katiyen inanmayınız. Benim fakülte sıralarından beri güttüğüm hedef Osmanlı'nın medeni tarafını ortaya koymaktır. Osmanlı şehirciliği, imaret sistemi sayesinde İstanbul'u yeniden inşa etmiştir. 1472'de Fâtih yeni bir vakıf tahriri yaptırdı. 1472 vakfiyesini yakında çıkarıyoruz. Ahmet Beyatlı'nın çalışması ile Tarih Kurumu'na teslim ettik. 1472'ye gelindiğinde İstanbul artık gelişmiş bir Türk şehri. Demek istiyorum ki, harap bir Bizans'tan yeni bir Türk İslam şehri inşa ettik. Bu inşada imaret sistemi başrolü oynamıştır. Nasıl? 1459'da Fâtih vüzerasını huzuruna çağırdı. "Her biri­niz İstanbul'da seçtiğiniz bir bölgede bir külliye, bir imaret yapacaksınız" dedi. Mahmud Paşa büyük çarşı etrafındaki arazide kendi külliyesini yaptı. Camii var, mahkeme de oradaydı. Hanlar yaptı.

Külliye tabiri yanlıştır aslında, sonradan uydurulmuş bir tabirdir, aslı imarettir. Os­man Ergin çok güzel söyledi. İmaret içerisinde evvela bir tapınak yani camii yapı­lıyor. Camiye ek olarak medrese. Medreseden başka yolculara, fukaraya hizmet etmek üzere bir imaret. Bugün Eyüp'e giderseniz oradaki imaret hala çalışmak­tadır. Yani, sosyal bir hizmet görmektedir bu imaret. Mektep, kütüphane, gelen yolcuların develerini çektikleri develikler. Bu vezirlerden her birisi bir imaret inşa ettiler. Vakıflar kurdular, bu külliyeleri idame etmek için.

Vakıf müessesesi de şehirciliğimizde ana müesseselerdendir. Çünkü bir imaret inşa ettiğinizde onun devam etmesi için bir gelir kaynağı ihdas edeceksiniz. Vakıf siste­mi de imaret sisteminin temelidir. Dükkânlar vakfa gelir sağlar. Hamamlar ve ben­zeri yapılar başka, hayır için yapılan binalar başkadır ve ikisi birbirini tamamlar. Gedik Ahmed Mahallesi'ni bilirsiniz İstanbul'da. Fâtih'in veziri Gedik Ahmed bu­rada bir imaret yaptığında zamanla orada bir İslam Mahallesi teşekkül etti. Davut Paşa da bir külliye yaptı ve orada da mahalleler kuruldu. II. Bayezid zamanında 12 adet nahiye ve her bir nahiyenin merkezinde böyle bir imaret ortaya çıktı.

Özetle şunu bilmek lazımdır ki Türk şehirciliği Türk medeniyetinin çok önemli bir tezahürüdür. Türk şehirciliğini şer'iye sicillerimizi, vakfiye defterlerini inceleyerek layıkıyla ortaya koymak mümkündür. Bugün görüyorum üniversitelerde yüzlerce tez ortaya konuluyor. Çok seviniyorum, bu seviyeye geldik. Dünyada özellikle bizi tanımak istemeyen Batı karşısında medeni, şehirler inşa eden yüksek bir medeni­yete sahip olduğumuzu bilmeliyiz ve göstermeliyiz. Hepinize teşekkür ediyorum.

Kaynak: Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi 5-7 Kasım 2010, Bildiriler Kitabı, Türkiye Yazarları Birliği yayını, 2011, Ankara, s.24 vd..

 

 

 

 


 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum