"DÜŞÜNCE" ÜSTÜNE - Çetin Altan
Bir âşık tutkusuyla bir âşık öfkesinin ne olduğunu bilenler bilir. Ovid’in dediği gibi onsuz da edemezsin, onunla da…
Türkiye’siz edemiyorum. Daha adımımı dışarı atarken önce simitçileri özlüyorum, sonra sokak köftecilerini, sonra saat açmayan taksi şoförlerinin müşterilerle tartışmalarım:
– Ne verirsen ver abi.
– Boş döneceğiz abi.
– Ekmek parası abi..
Türkiye’de ise içinde iki gram zekâ dozu bulunmayan palavralar, tutarsızlıklar, sorumsuzluklar ve alabildiğine geniş dangalaklık özgürlüğü cıva yutmuş kertenkeleye çeviriyor beynimi…
Homurdanıp duruyorum kendi kendime:
– Bana ne yahu…
– Kaç yılım var ki önümde.
– Zaman içinde elbet düzelir. Yeter bu kadar uğraştığım.
Ama olmuyor.
Ve en çelişkili nokta, artık nüfusu kırk milyonu da geçen bir toplumun en az on dört milyon işçi yaratacak kapasitede bir endüstriden yoksun oluşuyla, bu boşluğun suladığı saçma sapanlığı öğütle, öneriyle, bilgiçlikle kapatmaya kalkma enayiliği.
Örneğin on dört milyon işçi yaratan bir endüstri, trafiği kendiliğinden ayarlar. Fabrikalarda randımanın düşmemesi için vardiyaların zamanında işbaşı yapmaları gereklidir. Trafik keşmekeşi bunu engelleyemediği için, endüstri kendi oluşumundaki bilimsel ve çapaçulluk dinlemek ahengi, hemen yolları, caddeleri, sokaklarıyla da toplum yaşamına yansıtacaktır. Yani hızla çözecektir trafik sorununu.
Endüstrinin böylesine düzenleyici egemenliği olmadan yazı, çizi, öğüt, öneri ve ceza ile trafiği rasyonelleştirme olanağı yoktur.
Endüstrisi gelişmemiş bir toplumda tüketimi sunî biçimde pompalamanın yarattığı düğümlerdir bunlar. Toplantılar yapmak, komisyonlar kurmak, yasalar çıkarmakla kolay kolay üstesinden gelinemez.
Bunu bile bile oturup ukalâ ukalâ yazılar yazmanın ne anlamı vardır yani.
Ancak endüstri boşluğundan çıkan saçma sapanlığın altını çizmek belki bir düşünce birikimi yaratır diye yine de bir iyimserliğe kapılıyor insan.
Örneğin önce sağı salaklığa, solu solaklığa kaymaktan kurtaracak somut bir çare bulmak gerekiyor.
Bu çare bize Komünist Partisinin mutlaka serbest bırakılmasından geçmektedir.
Böyle bir parti seçim ağırlığı taşımasa da Türk düşün hayatındaki kavram karışıklıklarının düzeltilmesinde büyük rol oynayacaktır.
* * *
Bizde sağ da, sol da “Tanımlama” yapmadan konuşuyor. İkisinde de çağlar içinde pekişmiş bir felsefe birikiminin eksikliği var. Biri “Kökü dışarda ideoloji” diyor. Ne “Kökü dışarda”lığın tanımlamasını yapıyor, ne “İdeoloji”nin. “Gelenekler” diyor, onun da tanımlamasını yapmıyor; “Millî kültür” diyor, onun da tanımlamasını yapmıyor.
Ötesi “Teori” diyor, “Pratik” diyor. “Diyalektik” diyor, “Küçük burjuva” diyor. O da bunların tanımlamalarını emekçi kütlelerine mal edemiyor pek.
Eski Yunan düşünürlerinin en büyük özelliği tanımlamalara verdikleri önemdi.
Kendimden biliyorum. İnsan birçok şeyi bildiğini sanır. Tanımlamasını yapmaya kalktığı zaman kıvıramaz. Demek ki aslında bildiğini sandığı şeyi tam bilmiyordur.
Ayrıca tanımlama güçlü bir dil ve anlatım yeteneği ister. Dil ve anlatım yeteneği zayıf olunca birçok temel kavramın özü açık seçiklik kazanmaz ve gürültüye gider.
Demek ki bizim düşünce dünyamızın en büyük eserleri:
1 – Kavram karışıklığını arıtacak tanımlamalara gitmemek.
2- Bir tanımlama yapabilmek için şart olan güçlü bir dil ve anlatım yeteneğine tam sahip olamamak.
Yıllarca önce eski bir Millî Eğitim bakanına:
– Bilim nedir diye sormuştum.
İki saat konuştu, ne olduğunu anlatamadı.
Bilimin tanımlaması yapılmadan, felsefenin tanımlaması hiç yapılmaz. Felsefenin tanımlaması yapılmadan “Akılcılık’la “Deneycilik” dallarının ne olup ne olmadığı çözülemez. Bu çözülmeden de “İdea”cılık anlayışıyla “Maddeci” anlayışın gelişim çizgileri ve Marks’ın yeri saptanamaz.
Bunlar sanıldığı kadar girift konular değildir.
Öteden beri bir düş dolaşır kafamda. Tıpkı büyük romanlar gibi bazı temel felsefe yapıtlarının da sinemaya aktarılıp aktarılmayacağım düşünürüm.
Örneğin Auguste Comte’un “Pozitiv Felsefenin Açıklanması” yapıtı sinemaya çekilemez mi?
Bence çekilir. En azından bu alanda bir çaba harcamak, bayağı çok önemli bir atılımın ilk adımı olur.
Video teypler yaygınlaşıyor. Müzik kaseti alır gibi, bir felsefe kitabının kasetini almak ve video teybe takarak televizyon ekranında bunu seyrederek öğrenmek, halk kültürünün gelişmesinde bir devrim olur.
Yazık ki böyle aranmalar için bir ortam yok Türkiye’de.
Düşünün ki yalnız bir Auguste Comte pozitivizmini anlamak, bilimin de, felsefenin de yerini damıtılmış su berraklığında görmek demektir. Bir de bu pozitivizmin eleştirilerini incelersen, yepyeni dünyalar açılır insanın karşısına: Marks’ı anlamak da taşlı pilâv yemeğe benzemekten çıkar o zaman.
Türkiye’de bazı konuları tartışırken, ne demek istediğini açıklayabilmek için önce karşısındakine yığınla temel bilgilere ait bir öğretim yapmak gerekiyor. İnatçı bir katırı yularından tutup çekmeye çalışır gibi bir zorlanma.
Bu alışkanlıkla Avrupa’ya gidip de konuşmaya kalktın mı, herkesin ‘bildiğini bir daha anlatmaya girişmenin komikliğine düşüyorsun.
Geçenlerde Yalçın Çetin, oğlum ve ben sanat üstüne konuşuyorduk. Bir ara oğlum “Estetik”in tanımlamasını yapmamı istedi.
“Bilinmeyenden bilinene aktarmaya çalıştığın bir özün, en iyi şekilde algılanmasını sağlayacak bir biçimi yaratma çabasıdır” dedim.
Çok kolay anlaşılacak bir tanımlamaydı bu.
Ama sonradan gördüm ki konuştuğum bazı ünlü aydınlar dahi “Estetik”in ne olup olmadığına dair hiçbir düşünce ısınması yapmamışlar.
Yine geçenlerde televizyonda bir açık oturum vardı. Konuşmacılar kapitalizmle sosyalizmin üstüne bir şeyler söylüyorlardı. Ve her iki düzene de İktisadî birer şema olarak bakmak istiyorlardı.
Bir ara konuşmacılardan biri:
– Türkiye’de “Sistem”le “Doktrin” eş anlamda kullanılıyor, dedi.
Tanımlamalarını acaba yapacak mı diye bekledim, açık seçik bir tanımlama yakalayamadım.
Çağların içinde pekişmiş belirli bir düşünce birikimi yok bizim toplumumuzda. O nedenle de tanımlamalara önem verilmiyor ve bir kavram karışıklığıdır sürüp gidiyor. Böylesi bir toz duman içinde tek ortak nokta “Sert”lik. Kimse neyi ne kadar bildiğinin araştırmasına gitmiyor. Sert sert atıyor, tutuyor, reddediyor ve yeriyor.
Oysa büyük kütlelere dönük durmak isteyenler önce neyi niçin anlatmaya kalktıklarım kendileri bilmelidirler. Bu da yetmez. Anlatmak istedikleri şeyi nasıl anlatmak gerektiğini de bilmelidirler.
Komünist partisi serbest olsa bu konuların üstüne daha ciddî olarak eğilirdi diye düşünüyorum.
Sağın salaklığa, solun da solaklığa kayması belki o zaman biraz olsun önlenirdi.
5 Kasım 1975
(Kahrolsun Komünizm Diye Diye Globalleşme, s. 50-55)
FACEBOOK YORUMLAR