Din ve siyaset birlikte yaşar mı?

KEMAL SUSKUN 4 Haziran 2014, Çarşamba Ali Bulaç, Din ve Siyaset adlı yeni kitabında “İslam’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusu üzerinde yoğunlaşıyor. Yazara göre, Muaviye’den başlayarak 19. yüzyıldaki İslamcı hareketlere ve modern çağdaki “İslam cumhuriyetleri”ne kadar tecrübe edilen İslam-siyaset pratiği, İslami olmaktan hayli uzak.

Din ve siyaset birlikte yaşar mı?
22 Haziran 2014 - 14:46

DİN VE SİYASET, ALİ BULAÇ, İNKILÂP KİTABEVİ, 664 SAYFA, 35 TL

İslamcı düşünür Ali Bulaç, Zaman’daki köşesinde yayımladığı 24 Nisan 2014 tarihli yazıyı şu soruyla bitiriyor: “Muhafazakârlardan ve eski İslamcılardan nasıl bir canavar çıkarabildik?” Bir sonraki yazısında bu soruya cevap ararken, Avrupa tarihinde “canavar”ın tanımını yapıyor ve Thomas Hobbes’un Leviathan kavramından yola çıkarak “devlet” canavarını tarif ediyor: “Avrupa’da Leviathan’ı ortaya çıkaran faktör, iktidarın veya devletin Kilise’ye ve Kilise’nin şahsında dine, aynı zamanda Tanrı’ya karşı sekülerleşerek otonom varlık, sınırsız güç kazanmasıdır. Sosyalizm ‘ezilenler’ adına bu canavara karşı koymaya çalıştı, ama daha büyük canavar doğurdu; liberalizm ‘hukuk’ adına devletin gücünü sınırlandırmak istedi, referansı ‘zenginler’ olduğu için toplumu ve yoksulları canavarın ağzına verdi. İslami siyasi akımlar bir açılım getirebilirlerdi. ‘İktidar için iktidar’ hırsıyla yanıp tutuşan eski İslamcılar ve muhafazakâr dindarlar, dinin hükümlerine karşı bağımsızlaşarak modern Leviathan’ı kendi iktidarlarında yaşattılar; bu arada sekülerleştiler. Dostoyevski ‘Tanrı yoksa her şey mübahtır’ demişti. Pekiyi, hem Tanrı’yı dini ritüellere ve sembollere hapsedeceksin, hem sekülerleşip her şeyi mübah göreceksin! Bu olur mu ey Müslüman?”

    Bu paragraf, Ali Bulaç’ın Din ve Siyaset kitabında ele aldığı meseleleri ve yine yazarın din-siyaset ilişkisi üzerine daha önceki yazılarını özetlemesi açısından kilit taşıdır.

Sekülerleşme ve siyaset

Ali Bulaç’ı yakından takip edenler, onun çok uzun zamandır Müslüman aydınların “seküler bir mantıkla” sorunlara çözüm aramasına karşı olduğunu biliyor. Çünkü Bulaç’a göre İslami düşünce, “seküler bir alan” bırakmıyor. Siyaset yapacak bir Müslüman, ister istemez İslami (ahlâki) bagajını da yanında taşıyacaktır ve İslam’da ahlâkın temel esaslarından olan, “Allah’ın her an hâzır ve nâzır olması”ndan hareketle, “siyasi alan”da da İslami kaidelerle iş yürütmek durumunda kalacaktır. Bu sebeple, sözgelimi, Machiavelli’nin vazettiği siyasi metotlarla hükmedemeyecek, seküler siyasette “mazur” görülen bazı hamleleri yapamayacak, ahlâki olanı siyasi olana feda edemeyecektir. Siyaset-toplum ilişkisinin şartları değişse bile, yöntemini İslami kaidelerin tartısına koymak ve ona göre hareket etmek mecburiyetindedir. Böylece Bulaç, esas kadar usulün de İslamiliğine vurgu yapıyor ve “İslami” etiketi vurulacak bir siyaset tarzının, ancak bu hassasiyetler ile ikame edilebileceğini savunuyor.

    “İkame” kelimesini kullanabiliyoruz, çünkü Bulaç, Dört Halife ve Ömer bin Abdülaziz dönemlerinde tam anlamıyla İslami bir siyasetin uygulandığını ifade ediyor. Üstelik bu pratik, Bulaç’a göre, Batı’da yüzyıllardır tartışılan ideallere nazaran çok daha somut bir sosyal-siyasal temele dayanıyor. Ancak Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasında yaşanan siyasi mücadele, akabinde kurulan Emevî Devleti, Müslümanları bu pratikten uzaklaştırdı denilebilir. Bulaç, 5 Mayıs 2012 tarihli “Bize Bir Ömer bin Abdülaziz Lazım” başlıklı yazısında bu yeni siyaseti “zer-u zor-u tezvir” (para, baskı ve aldatma) şeklinde açıklıyor. Yeni pratik, “Makyavel’i yüzyıllar öncesinden haber veren” bir “sözün geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç” siyasetine yöneldi. Haliyle “ahlâki olan” bir biçimde siyaset alanından uzaklaştırılmış, toplumun siyasetten beklentisi de, gayri ahlâki eylemleri görmezden gelecek şekilde tasarlanmıştır. Aynı yazıda Bulaç, Ömer bin Abdülaziz’i (Beşinci Halife) bu süreç içerisinde bir “istisna” olarak ele alıyor.

    Bütün bu sebeplerden yazarın araştırması, “İslam’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusu üzerine yoğunlaşıyor. Çünkü Muaviye’den başlayarak, Emevî ve Abbasî iktidarlarına, Endülüs’e ve Türk devletlerine, 19. yüzyıldaki İslamcı hareketlere, modern ulus-devletler çağındaki “İslam cumhuriyetleri”ne kadar yaşanan süreçte İslam-siyaset pratiği, Bulaç’a göre, İslami olmaktan hayli uzak. Zira siyaset alanında “sekülerleşme” ile başlayan ve bugün toplumsal alanda modernleşme ve postmodern etkilerle devam eden “başkalaşım” süreci, her anlamda İslam’ın çağdaş temsilcilerini ayartan ve İslamiliği zedeleyen bir dinamiğe sahip. Haliyle öncelikli olarak “anlaşılması” ve yapılması gereken, “çağıyla hesaplaşmak” diyebileceğimiz şekilde, mevcut sosyal, siyasal, ekonomik “buhranlarımız”ı tespit etmek ve İslami düşünceye hayat vererek bunların üstesinden gelmeye çalışmak.

Toplumsal ahlâkın etkileri

Bu minval üzere, Bulaç’ın öteden beri Batı’yla “hesaplaşan” metinleri, Din ve Siyaset’te bu yönüyle tekrar, farklı derinliklerde karşımıza çıkıyor. Gelgelelim, bir “İslam dünyası” kapsamından yüzyıllardır uzak kaldığımız için olsa gerek, Türkiye özelinde ve bir hayli güncel referanslar da içeren çalışmanın, bu yüzyılda İslam toplumlarının yaşadığı coğrafyalardaki birikimle “hesaplaşması”nı da görmek isterdim. Yine benzer şekilde, kitabın “siyaset bilimi” merceğinden bakarak ele aldığı konuların, “sorun”un önemli ancak eksik bir biçimde ortaya konmasına yol açtığını da söyleyebilirim. Nitekim, pek dert edilmeyen Dört Halife döneminin toplumu, eğitim durumu, ekonomik yapısı gibi konuların da “Ali Bulaç derinliğinde” ele alınmasını ummak da, “Ne yapmalı?” sorusunu cevaplamanın ön adımlarından biri olabilir.

    Kitap, yine de, bu sorgulamaları bugünün dünyası adına yapmaya devam ettiği için, 21. yüzyılın Müslümanlarına yol gösterici mahiyette. Ali Bulaç liberalizm, milliyetçilik, sekülerizm gibi modern kavramların, bugünün postmodern dünyasında, yani “hakikatin parçalandığı” kamusal alanda nasıl yeniden değerlendirilebileceğini ve ne gibi komplikasyonlara yol açacağını da tartışıyor. Bu bakımdan, yazarın daha önceki kitabı Postmodern Kaosta Kıble Arayışı ile birlikte okunduğunda, din-siyaset ilişkisinin, “bireyin ahlâkı”ndan fazla ayrışmadığı, toplumun siyasete yaygın iletişim vasıtaları ile her an tepki verebildiği bir dönemde, sıradan Müslüman bireylerin de en az siyasi liderler ve “ulema sınıfı” (entelektüeller, gazeteciler, akademisyenler, kamusal figürler vb.) kadar sürece yön vereceğini söylemek mümkün.

ZAMAN GAZ.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum