Büyük Türk Savaşı - İlknur Şebnem Öztemel

Büyük Türk Savaşı - İlknur Şebnem Öztemel
07 Ekim 2020 - 18:32
Yakın Doğu, Orta Doğu ya da Avrasya olarak farklı isimlerle tanımlanan, Anadolu, Kafkasya, İran, Irak, Afganistan , Suriye ve hatta Arap Yarımadası’nı içine alan bu coğrafya, arzu edildiği halde hem Avrupa hem de Asya’da politik ve askeri etki alanına kolayca erişilebileceği için hayati öneme haizdir. Ayrıca, Boğazlar, Akdeniz ve Karadeniz kıyıları ile de Kuzeyde Rusya başta olmak üzere pek çok eski Sovyet cumhuriyeti ve güneyde İsrail, Mısır , Libya gibi Kuzey Afrika toprakları üzerinde de dolaylı bir etki alanına sahiptir. 1071 Malazgirt Savaşı ertesinde tarihi Roma- Germen İmparatorluğu, Papalık, Haçlı Savaşları’ndan beri din ve mezhep hizmeti adı altında sömürgecilik faaliyetlerine yoğunlaşan Katolik Fransa gibi Batılı güçler, ismi farketmeksizin bölgedeki her türlü Türk varlığından rahatsızlık duymaktadır. Fransa başta olmak üzere sürekli pohpohlanan pek çok Avrupalı devlet “Avrupa kapılarını aşındıran”, İran açısından, “bölgesel güç olmasının önünde önemli bir engel teşkil eden” Türklerin gücünü, bölgedeki irili ufaklı, resmi yahut gayrı resmi her türlü unsur tarafından aşındırılmasına çanak tutmaktadır.

Şüphesiz, Karabağ Sorunu Azerbaycan’ın uluslararası hukuk, milli güvenlik ve daha da önemlisi Milli Kimlik Oluşumu (National Identity Building) açısından es geçilemeyecek bir olgudur. Bu konuda Taras Kuzio, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da ya da sömürgecilik sonrası bağımsızlığını kazanan Latin Amerika ülkelerinin yaşadığı gibi sadece demokratik yönetim ve serbest piyasa ekonomisine geçiş yolundaki ikili bir dönüşümden ziyade, senelerce Korenizatsiya )( Özellikle İç Savaş ve İkinci Dünya Savaşı döneminde, bölgedeki halkların sadakatinin sağlanmasına yönelik dil, folklor ve kültürel manada farklı etnik unsurlara verilen nispi serbestlik) ve Dekorenizatsiya ( Farklı etnik grupların aidiyetlerini hatırlatan her tülü esintinin unutturulması) gibi uygulamalar ile Avrupa esaslı modern Dünya pratiğinden uzak yaşamış eski Sovyet Cumhuriyetleri için dörtlü yani: milli kimlik (national identity/nationhood), devlet erki (statehood) inşası ve buna ek olarak klasik manada demokrasiye geçiş (democratization) ve Liberal ekonomiye geçiş (transition to free market economy/Liberalization) yönlerini de içeren daha geniş çaplı bir dönüşümden yanadır. Bu noktada, Sovyetlerin zayıflamaya başladığı Seksenli yılların sonlarından itibaren bölgede yaşanan karışıklık, Azerbaycan’ın kalıcı bir dönüşüm geçirmesinde, bilhassa milli kimlik oluşumunda son derece etkilidir. Meselenin Azeri bakış açısından bu derece hayati bir öneme haiz olması Bakü’yü asla fevri ve agresif bir yaklaşıma itmemiştir. Ancak, sözde Ermeni Soykırımı iddialarının Dünya çapında kabulü, peşi sıra Türkiye Cumhuriyeti’nden tazminat ve Ağrı, Kars, Van gibi illeri de içine alan toprak talebi ( 3T planı: Tanınma, Tazminat, Toprak Talebi ) gibi haksız kazançları, Ermeni Diasporası’nın da baskısı ve tabiri caizse sağlanan ekonomik destek karşılığı, bir nevi paralı askerlik yaparak gerçekleştirmeyi Anayasası’nda dahi varoluş sebebi olarak ekleyen, Karabağ’ı da bu haksız kazanım silsilesine katmayı çalışan Ermenistan hükümeti ise agresifliği adeta şiar edinmiştir. Bu minvalde, neredeyse tüm Ermeni liderlerin eski Taşnak-Sütyun Partisi ve ilişiğindeki ASALA terör örgütü ile içli dışlı olduğunu, hatta Paşinyan’ın selefi Sarkisyan’ın Hocalı Katliamı esnasında bölgede görevli bir ordu mensubu olduğunu ve bununla övündüğünü de unutmamak gerek.

Ermenistan’ın bu savaşta, İran gibi bölgesel rekabetten kaynaklı destekçilerinin yanı sıra Erivan’ın hedeflerini Türkiye ve Azerbaycan temelinde bölgedeki Türk birliğine karşı kullanmak isteyen pek çok destekçisi de bulunmaktadır. Bilindiği üzere Moskova, ekonomik ve askeri her türlü işbirliğinde Ermenistan’ın geleneksel iş ortağıdır. Öte yandan, özellikle Turuncu Devrim, Lale Devrimi ve Gül Devrimi sonrası, eski Sovyet sınırları dahilindeki Avrupa ve ABD etkisinin artmasından dolayı rahatsızlık duyan, Ukrayna ve Kırım gibi kendisi için vazgeçilmez olan coğrafyalarda etki alanını muhafaza etmek adına her şeyi yapan Rusya’nın, Arap Baharı sonrası Suriye ve Libya gibi bölgelerde de yeni etki alanları kazanmış olması, Covid-19 salgını ile düşen petrol, doğalgaz fiyatları ve halihazırda devam eden ambargolar neticesinde olası müdahalelerinde daha seçici olan Rusya’nın, Ermenistan’ın beklediği “Ortodoks Kardeşliği” desteğini sınırlı olarak sürdürmesi muhtemeldir. 7 Ekim günü yapılan Putin-Paşinyan görüşmesinde de bu durum kendisini göstermiştir. Buna ek olarak, yaklaşık otuz senedir Karabağ Sorunu’nun çözümsüz bir sorun (Frozen Conflict) olmasından hem Rusya hem de ABD gibi Batılı güçler, ekstra silah satışı gibi alanlarda da faydalanmaktadır. Ayrıca, mevcut aşamada bu durum hiçbiri için harekete geçmeye yetecek kadar ciddi bir mesele değildir. Bu sebeple pek çok aktör konuya yönelik “bekle-gör” politikası izlemektedir. Fakat, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ulusal güvenliğini sağlamak, Kıbrıs Sorunu’nun hakkaniyetli çözümü ve bölgedeki hidrokarbon rezervlerinin adil paylaşımına yönelik Libya’daki Milli Mutabakat Hükümeti ile yaptığı antlaşma, Suriye’deki terör unsurlarına yönelik operasyonlar gibi atılımlar, Kuzey Afrika bağlantısı ile eski sömürgelerine erişimi kolaylaştırmak, bölgenin en zengin petrol kaynaklarına sahip Libya’nın tabiri caizse nimetlerinden faydalanmak gibi hedefleri olan Fransa’yı özellikle rahatsız etmektedir. Bunlara ek olarak bir de AB içerisindeki ekonomik ve politik güç dengesinde Almanya’nın gerisinde kalan Fransa’nın, Avrupa halkları içinde önemli provokasyon malzemesi olarak kullanılabilecek uluslararası meselelerde amiyane tabirle söz söylemesine, rol çalmaya çalışmasına sebebiyet vermektedir. Bu konuda, Fransa’daki Ermeni Diasporası, Ermenistan ve Fransa arasındaki ticari bağlantılar, Orly Saldırısına dek ASALA terör örgütüne verilen destek ve sözde Ermeni Soykırımı’nın merkez propaganda sahası olduğunu da hatırlatmak gerek. Diğer yandan, Macron’un 4 Ağustos’da Beyrut’ta yaşanan korkunç patlamanın ardından, bölgeye sevk edilen Türk yardım kuruluşları ve insani yardımın ardından ülkeyi ziyaret edip, “Biz gelmezsek Türkler gelecek” şeklindeki ifadeleri de, mevcut konuya yaklaşımı da Macron’un bir nevi Türkiye’yi kuşatma çalışmasının bir diğer safhası olarak kendisini göstermektedir. Bu noktada, Paşinyan’ın Ermenistan’ı Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu Türklerinin birleşmesi ve bölgedeki etkinlik alanlarını geliştirmesi, Türkiye’nin bölgesel güç olarak daha da gelişmesi ve AB’ye yönelik olası baskısının artmasına karşı Ermenistan’ı bir çeşit tampon bölge (bufferzone) olarak tanıtması, Ankara’yı yeniden Osmanlılaşma gibi bir hedefin peşindeki yayılmacı olarak göstermeye çalışması da bu yüzdendir. Ne yazık ki, Fransa’nın da etkisiyle, BM’nin Türkiye’ye yönelik tedbir kararı ya da Kanada’nın silah ve teçhizat ambargosu bu haksız propagandanın etkinliğini ortaya koymaktadır. Türkiye’nin ise doğru bilgi aktarımı, gerekli diplomatik girişimler ve ilgili ittifakların yeniden düzenlenmesi konusuna eğilmesi icap etmektedir.

İlknur Şebnem Öztemel

Kaynak: KAFKASSAM – Kafkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum