Bizim Türkülerimiz

Türküler üzerine öneli bir deneme

Bizim Türkülerimiz
14 Ocak 2012 - 21:12

Biz Türkülerimiziz

“Kalktık göç eyledik büyük şehire
Ağır ağır ölen eller bizimdir”

Mustafa Şen

Ekspresyonist tarih felsefecileri tarihin bilinen vesikalardan çok, destanlar vb. gibi tarihi belge sayılmayan kaynaklardan daha iyi öğrenilebileceğini söylerler. Elbette, bu fikrin tartışılacak yanları vardır. Fakat destan ve benzeri gibi türlerin, milletlerin, toplumların, halkların, kavimlerin, devletlerin tarihlerine, yapılarına, ruh köklerine, özbenliklerine dair çok şey söyledikleri tartışılamaz. Bu bakımdan, türküleri de aynı kapsamda değerlendirmek ve türküler üzerinden kendimize dair muhtelif okumalar yapmak mümkündür. Wittgenstein “Ben dünyamım” demişti. Biz ne diyoruz? Biz türkülerimiziz. Biz türkülerimiziz derken, aynı zamanda türkülerimiz de bizdir demiş oluyoruz. Peki, bu ne kadar doğru, ne kadar isabetli bir sözdür acaba? Türkülerimiz ne kadar biz olabilir? Biz ne kadar türkülerimiz olabiliriz? Sanırım küçük bir sınama yaparak bu mecrada yol almayı denemek faydalı olacaktır.

Biz türkü okuruz, ama asıl okuduğumuz insandır; insan okuruz, insanı sınırsız umman okuruz, dertlerin içinde derman okuruz, Hüseyin zikreder Hasan okuruz, cehlin arasında irfan okuruz. Biz söyleriz, söz içinde sözümüz vardır, ama biliriz şu dünyada üç beş arşın bezimiz vardır. Evden barktan geçeceğimizi de, ecel tasını içeceğimizi de, ne ektikse onu biçeceğimizi de biliriz. Bütün mürşitlerin tarif ettiği, sadıkların menziline yettiği, enbiyanın, evliyanın gittiği izde insan olmaya gelip şu âlemi ıslah ederiz. Fatma Ana kuzularıyla Sahra-yı Kerbela’da attan düşeriz. Kırk mum yanar bir şişede ve Ali’yi görürüz. Varırız kırklar kapısına, Ali’den geçip Sultan-ı Enbiya’ya gideriz. Melâmet hırkasını kendimiz giyeriz eynimize ve ineriz yeryüzüne seyreder alem bizi. Ene’l-Hakk dedikçe çekerler bizi dara. An gelir, gönül göç eyler kevnü mekândan. Fanidir bu dünya, biliriz… Biliriz can ile cananı alır bu dünya. Lakin, alsa da ne gam; zaten, biz Adem’den önce çok gelip gitmişiz. Agâhız sırr u esrara, âlemi yaratan vicdan bizdedir zira.

Her şey biz erenlerin dergâhında aşkı okurken oldu. Dikenlerin üstünde yürüyerek göç eyledik şehirlere. Gerçekten de böyle oldu. Ağır ağır ölüyoruz buralarda. Mezarımıza göç ettik de farkında değiliz. Bir türkü söylemez olduk. Hatta bazılarımız türkü söylemeyi basitlik sayar oldu. Ama biz türkü söylemesek de, türküler bizi söylemeye devam ediyor. Neden bahsediyorum ben böyle, şu baş döndürücü küresel gelişmelerin yaşandığı çağda?!… Neden mi? Şaire, “Şairim / Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası / Ayak seslerinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” dedirten şeyden bahsediyorum: Türküden…

Bir Dünyaya Kulak Vermek

Ekspresyonist tarih felsefecileri tarihin bilinen vesikalardan çok, destanlar vb. gibi tarihi belge sayılmayan kaynaklardan daha iyi öğrenilebileceğini söylerler. Elbette, bu fikrin tartışılacak yanları vardır. Fakat destan ve benzeri gibi türlerin, milletlerin, toplumların, halkların, kavimlerin, devletlerin tarihlerine, yapılarına, ruh köklerine, özbenliklerine dair çok şey söyledikleri tartışılamaz. Bu bakımdan, türküleri de aynı kapsamda değerlendirmek ve türküler üzerinden kendimize dair muhtelif okumalar yapmak mümkündür.
Wittgenstein “Ben dünyamım” demişti. Biz ne diyoruz? Biz türkülerimiziz. Biz türkülerimiziz derken, aynı zamanda türkülerimiz de bizdir demiş oluyoruz. Peki, bu ne kadar doğru, ne kadar isabetli bir sözdür acaba? Türkülerimiz ne kadar biz olabilir? Biz ne kadar türkülerimiz olabiliriz? Sanırım küçük bir sınama yaparak bu mecrada yol almayı denemek faydalı olacaktır.
Mesela: Yunus’tan içeri olan Yunus biz değil miyiz? Eşrefoğlu bizden başkasını aşk diye çağırmış olabilir mi hiç? Köroğlu’nun narası bizimle titretmiyor mu Bolu beylerini? Karacaoğlan’ın Elif’i biz değil miyiz? Nesimi gökyüzüne çıkıp alemi bizimle seyretmedi mi? Pir Sultan’ın gül yüzlü Ceren’i bizim gözyaşımız değil midir? Biz Gevheri’nin gülşeni, gülü ve harı değil miyiz? Seyrani bizde tecellileri seyran etmiyor muydu? Dadaloğlu avazını bizim avazımıza katmadı mı? Kul Himmet’in bad-ı sabaya sorduğu biz değil miyiz? Kerem’in seherde ağlayan bülbülü bize aşık değil miydi? Harabi Hakk’ı göstermeye bizi delil kılmadı mı? Zihni’nin sinesini nişan eden sevdiceği biz değil miydik? Bizdik elbette. Kim olabilir ki başka?
Sahi, Emrah’ın çığrışan bülbülleri bizim aşkımızı anlatmıyor mu? Sıktı Baba’nın amber misali kâküllerle buy-u erguvandan daha güzel dediği biz değilsek kimdir o? Sümmani’yi bir kenara yazarlarken biz onun yanında değil miydik? Nimri Dede varlık dağlarını delip geçerek bu âleme bizimle insan olmaya gelmedi mi? Veysel o uzun ince yola bizimle çıkmadı mı? Daimi bu da gelir bu da geçer derken ağlayan biz değil miydik? Ferrahi‘nin ateşine yandığı yar biz değil miydik? Mahzuni acısını bizim yüreğimizdeki alevle dindirmiyor muydu? Reyhanî yeli koklaya koklaya bizim haberimizi beklemiyor muydu? Ve Kazancı Bedih…
Kazancı Bedih bizimle zehirlenmedi mi, Hasret Gültekin bizimle yanmadı mı, Pir Sultan Abdal bizimle asılmadı mı, Dadaloğlu bizimle göçmedi mi, Nesimi’nin derisi bizimle yüzülmedi mi?
Onlar bizi yandılar. Onlar bizi öldüler. Onlar bizi söylediler. Onlar türkü okudular… Biz türkü olduk. Hiç bizim kadar türkü olamadı kimse. Öyle değil mi?
Haydi, cevap verin; huma kuşu yükseklerden kime seslenir, Zemheri ayında gül isteyen sevgiliden daha sevgili kim olabilir? Söyleyin bana, Memberi isminden daha güzel kaç tane isim biliyorsunuz?

Asıl Okuduğumuz İnsandır

Türküler bizi söyler; söyler de, biz türkü söyler miyiz? Türküler bizi bilir; bilir de, biz türkü bilir miyiz? Türküler bizi okur; okur da, biz türkü okur muyuz? Türküler bizi konuşur; konuşur da, biz türkü konuşur muyuz? Bu konuda bir özmuhasebe yapmak gerek. Lakin bundan önce türkünün ne olduğuna vakıf olmak lazımdır. Nedir türkü? Belki de doğru soru şudur: Kimdir türkü?
Cevaplamaya çalışalım: Türkülerimiz ruh aynamızın seyrangahıdır. Türkülerimiz arı duru gönüllerimizdir. Türkülerimiz sevgimiz, kara sevdamız, acımız, feryadımız, avazımız, ayrılığımız, kavuşmamız, ıstırabımız, ağıtımız, öğüdümüz, deyişimiz, nefesimiz, hicvimiz, yiğitliğimiz, kahramanlığımız, meydan okuyuşumuz, muhalif damarımızdır. Türkülerimiz ilmimiz, irfanımız, hikmetimiz, hayretimiz ve aşkımızdır. Yani, türkü biziz. Kimdir türkü sorusunun cevabı budur. Daha bitmedi…
Türkülerimiz canlıdır, nefes alıp verirler. Bir kutsiyet atfetmek, kutsala telmihte bulunmak niyetinde değilim; fakat şunu iyi idrak etmek gerekir ki, türkü sizi söylemeden, siz türkü söyleyemezsiniz; söylediğinizi zannedersiniz ya da söylediğinizin türkü olduğunu sanırsınız. Açıkçası, bir türkü seçip okuyabilmeniz için, önce türkünün sizi seçip okumuş olması gerekir.
Bir de şu vardır: Türkü ağızdan okunursa, onu kulakla dinlerler. Türkü gönülden okunursa, gönülden dinlenir. Türküyü kulağınızla dinlerseniz, ses duyarsınız. Türküyü gönlünüzle dinlerseniz aşk duyumsarsınız; aşkar sizi türkü.
Türkülerimizin kimlikleri, kişilikleri vardır. Türkülerimiz merttir, hasbidir; içten pazarlıklı, sinsi türkü yoktur. Türkülerimiz sadedir, yalındır; meramı dolaştıran türkü yoktur. Türkülerimizde söz ve kelam vardır, laf yoktur. Bütün türküler aynı toprağın ruhudur, bize yabancı türkü yoktur…
Biz türkü okuruz, ama asıl okuduğumuz insandır; insan okuruz, insanı sınırsız umman okuruz, dertlerin içinde derman okuruz, Hüseyin zikreder Hasan okuruz, cehlin arasında irfan okuruz.
Biz söyleriz, söz içinde sözümüz vardır, ama biliriz şu dünyada üç beş arşın bezimiz vardır. Evden barktan geçeceğimizi de, ecel tasını içeceğimizi de, ne ektikse onu biçeceğimizi de biliriz.
Bütün mürşitlerin tarif ettiği, sadıkların menziline yettiği, enbiyanın, evliyanın gittiği izde insan olmaya gelip şu âlemi ıslah ederiz. Fatma Ana kuzularıyla Sahra-yı Kerbela’da attan düşeriz. Kırk mum yanar bir şişede ve Ali’yi görürüz. Varırız kırklar kapısına, Ali’den geçip Sultan-ı Enbiya’ya gideriz.
Melâmet hırkasını kendimiz giyeriz eynimize ve ineriz yeryüzüne seyreder alem bizi. Ene’l-Hakk dedikçe çekerler bizi dara. An gelir, gönül göç eyler kevnü mekândan. Fanidir bu dünya, biliriz… Biliriz can ile cananı alır bu dünya. Lakin, alsa da ne gam; zaten, biz Adem’den önce çok gelip gitmişiz. Agâhız sırr u esrara, âlemi yaratan vicdan bizdedir zira.

Halimiz Ahvalimiz

Öyle aşıklarız ki, sevdiğimizin eli elimizde olsun, dilenmeye bile razı oluruz. Gözümüzdeki yaş ile akardereler. Aşkından geceler yatabilmeyiz yârin. Biz onu sevdiğimizi dünyalara bildiririz. Birimiz yağmur olur, diğerimiz bulut; buluşuruz mavilimizle, mavişiriz. Toz oluruz, seher yeli, yârin çıplak ayağına sarar bizi. Bizde Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı vardır, bir mekteb-i aşk içre meşk ederiz. Hezeran sinemizde yaralar çoktur. Bir şuh-i sitemkârdır bizi salan bu derde ama derdimizi diyemeyiz, dilimiz yaralıdır; bülbülüzdür ötemeyiz, gülümüz yaralıdır; aşk kitabını açamayız, elimiz yaralıdır.
Akşam olur karanlığa kalırız, derin derin sevdalara dalarız ki kudretten çekili kaşları ve bal ile yoğrulu sırma saçlarıyla gönlümüzün cananı gelir. Onun eli elimize değdiği zaman, ister ölüm olsun ister ayrılık; ikisi de hoştur bize. Lakin birileri bühtan etse de, bizim Hakk’tan özge sevdiğimiz yoktur.
Dilimiz intizarda, gözümüz yollarda, seher yeli sevdiğimizden bir haber getirir diye bekleriz. Cehennem narından beter olsa da yandığımız, biz yine harlanmış alevlerin ortasında aşk demeye devam ederiz. Sevda sahrasının Mecnunlarıyız, çölü incitmeden Leyla’yı çağıranlardanız.
Verem olur düşeriz hastanelere, doktor bulamaz bize ilacı, ama türkümüz ilaç olur nicelerine. Herkesin bir derdi vardır durur içerisinde, ama biz o derdi bin dermana değişmeyiz.
Şu Metris’in önü var ya, uzundur; sevgiliden ayrı kalınan her saniye gibi uzundur, çok uzundur. Hapishanelere güneş doğmaz bir türlü.
Yar hanesi bize cennettir; yastığımız taş, altımız çamur, üstümüz yağmur olsa da, gönlümüz hoştur. Çünkü yar hanesindeyiz.
Yağmur yağarken ordan burdan, Tuna boyunda bir göçmen kızı düşer gönlümüze, biz gibi yetim, biz gibi öksüz. Ferayi’dir kızın adı; Ferayi ile düşeriz aşk yollarına ve Ferayisiz kalırız ansızın; bir elimizde dertli başımız, diğerinde parçalanmış yüreğimiz.
Sivas ellerinde sazımız çalınır. Mızrabımız sazımıza değdiği zaman, tel yanmazsa biz yanarız. Biz babamızı, sazımız ustasını unutmaz.
Dost bin cefalar etse de almayız üstümüze. Derdimizin çaresinin dost elinden olduğunu biliriz. Derbeder oluruz da, yar derd-i derunumuzu sormaz. Sormasın varsın, o derttir bizi aşkan.
Bir ataş ver denizin dibine, bu belalı kazadan kurtulalım deriz ama ne çare! Şehadet yazılmıştır pirü pak alınlarımıza. Zalim ölüm üç gün ara ver deriz, ne ölüm dinler bizi, ne de o sevda gider başımızdan. Ahmediz biz, gider Kırım’da şehit düşeriz, Kırım’dan geliriz, adımız Sinan’dır, yine şahlanır Kolbaşı’nın kıratı, koşar Çanakkale içinde vuruluruz. Yemen’e gider, geri gelmeyiz. Tüfek icad olup mertlik bozulsa da, yağlı kurşun yarası ciğerimize acı salsa da, biz mertçe yaşamaya devam ederiz.
Hal böyledir. Hal böyleyken biz türkü demeye devam edeceğiz ve gönlümüzün neşvesi, bize şer satan o gözleri fettan güzel her ne ederse etsin, biz engin gönüllü olamaya devam edeceğiz… Ay doğmadan şavkı tutacak ovayı, sinemiz yaralanacak ve biz yine dertli dertli inileyeceğiz… Hep bir yerlere gideceğiz ve giderken hep bir yağmur alacak, eteklerimiz çamur olacak fakat kalpten kalbe giden o görülmeyen yolda yürümeye devam edeceğiz… Elfida hep aklımızda kalacak, o çocuk, o yavrucak… Elinde divit kalem katlimize ferman yazacak o gelin, fakat biz ölmeyeceğiz. Nefesimiz her daim yârin nefesine vuracak… Lal olacak dilimiz ama yâri incitmeyeceğiz… Sağ selamet menzillerine varacak turnalar ve bizden yâre selam söyleyecekler… Kerem gibi yanıp aşk ateşinde, Aslı gibi küle çevrileceğiz… Ramazan yine efkârlı günlerimizde gelip çatacak, başımızın efkârlı olmadığı gün olmayacak zira… O yardan bir haber verin, öleyim, diyen aşk ehline haber vereceğiz… O yar zülüflerini yellere karşı açmayacak artık.
İyi biline ki; ferman kimin olursa olsun, dağlar da, meydanlar da bizim olacak hep… Urfa’ya gelen paşayı türkülerle uğurlayacağız… Bülbülleri altın kafeslerden çıkaracağız; kafeslerde değil, vatanlarının çalılarında ötecekler bundan geri… Har içinde biten gonca güle de, İblis’in talim ettiği yola da minnet etmeyeceğiz. Karlı kayın ormanında da güneş toplayacağız, yedi tepeli şehirde de ve güneş toplarken türkü söyleyeceğiz.
Netice olarak, ‘türkü’ dedim fakat, bu yazıyı bin birdilde yazabilmeyi çok isterdim; çok arzu ederdim her lisanda türkü söyleyebilmeyi. Bu vesileyle, türkülerinden, şiirlerinden ve güftelerinden anamın ak sütünü emdiğim ustalarımız, şairlerimiz, ozanlarımız, aşıklarımız başımın tacıdır. Kalbimin başköşesindeki makamlarına müracaat ederek, yüksek müsaadeleriyle, kendimi onların eserlerinden alıntı yapmaya izinli gördüm. Kendilerine çıraklığımı şükranlarımla arz ederken, bu darlığa sığdıramadığım türkülerimizden de özür dilerim.

milat gazetesi.14 ocak 2012


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum