FLAŞ HABER

ATATÜRK'ÜN MİLLİ EĞİTİM BAKANI YAPMAK İSTEDİĞİ ŞEYH

“Atatürk şeyh Kenan Rifai’ye milli eğitim bakanlığını teklif etmişti…”

ATATÜRK'ÜN MİLLİ EĞİTİM BAKANI YAPMAK İSTEDİĞİ ŞEYH
16 Ocak 2012 - 22:32

İşte Egoist Okur’da alışık olmadığınız türden bir röportaj… Uzun süredir Mesnevi’yi okumak istiyordum. Yüzeysel olarak değil, muhteviyatını, anlamını sindire sindire… Başlamadan önce Mesnevi yorumcusu Cemalnur Sargut’a gittim. Ama konuştuklarımız Mesnevi’den ötelere sürdü… İslam’a ve tasavvufa göre kadın, erkek, şiddet, savaş ve egodan bahsetti Cemalnur Hanım.  Her kadının içinde bir erkek, her erkeğin içinde bir kadın olduğunu dile getirdi. Sonra Atatürk’ün milli eğitim bakanlığı teklif ettiği mürşidi Kenan Rifai’yi ve tasavvuf yolundaki öteki görünür ve görünmez rehberlerini anlattı. Aralara Nietzsche, Kafka, Sartre ve Simone de Beauvoir girdi… 

Elif Şafak’ın Mevlana’yı ve Mesnevi’sini en iyi bilen kişi olarak tarif ettiği Cemalnur Sargut’un babası İttihat Terakki’ciymiş, dedesi de öyle… Libya’da 15 gün kral bile olan dedesi Türkiye’ye gelmeyi tercih etmiş ve Çanakkale Savaşı’nda aldığı yarayla ölmüş. Babası, Rifai Tarikatı’nın kurucusu olan Kenan Rifai’ye büyük hürmet ve hayranlık besliyormuş. Cüppeli ve sarıklı değil, gümüş bastonlu, monokllü, alafranga görünümlü bir şeyh olan Kenan Rifai çok sonraları Cemalnur Sargut’un da hocası olmuş. Varisi olarak bir kadını seçecek kadar aydın görüşlü bu şeyhin yolundan giden Sargut, tasavvufun insanlığın ortak dili olabileceği inancını taşıdığı için bugün uluslararası sempozyumlar düzenliyor, Pekin ve North Carolina üniversitelerinde İslam ve tasavvuf dersleri veriyor.

Hiç hüzün havası olmayan bir evde büyüdüğünüzü anlatıyorsunuz. Ama şüpheci tabiatınız size felsefeye yönlendirmiş.

Yani tüm o mutluluğun içinde kendi kendimi depresif kıldım. Bizimkiler mutasavvıf insanlar olduklarından, evde sıkıntılar hafif atlatılırdı.

Halbuki büyük sıkıntılar yaşamışsınız…

Ölümle altı yaşımda tanıştım, vereme yakalanmıştım. Ölüm bilincine bu kadar erken sahip olduğum için belki, hayatımın hiçbir evresinde ölümden korkmadım. Fakat bunu bana ait bir özellik gibi anlatmaktan çekiniyorum, ölümden korkmamak çaba göstererek elde ettiğim değil bana nasip edilmiş bir şey çünkü.

Çok sevdiğiniz birini kaybedecek olmanın korkusunu da yaşamışsınız…

Babam 60 İhtilali sırasında tutuklanıp idam isteğiyle yargılanmıştı. Bu bile yüreğimize gölge düşürmedi. Babamı götürdüklerinde annemin “Çok şükür Allahım” diyerek secde ettiğini hatırlıyorum. Bunun Allahın bize sunduğu imtihanlardan olduğunu biliyordu.

Böyle bir ailede yetişmek şans mı?

Elbette. Hata yapma ihtimaliniz azalıyor o zaman. Her ailede olan türden gündelik çekişmelerin hepsi bizde de olurdu. Meşrepleri çok farklı olduğu için anneannemle dedem hep kavga eder, didişirdi ama sonu tatlıya, güzele bağlanırdı. Teyzemin cüce olan bir kızı vardı, annemle dedemin kavgalarını seyretmeye bayılırdık, çünkü fırtınadan üç dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi birbirlerine sevgilerini ifade ederlerdi. Onlar da dervişti nihayetinde. Haklısınız, böyle bir ailede büyümek gerçekten şans. Annem tam bir Allah velisiydi, babam da çok dürüst, namuslu bir adamdı. Öleceğini bilse yalan söylemezdi.

Cüce olan yeğeninizden bahseder misiniz?

Başına gelen şey, ona ezeli bir nasipti, çünkü hep çok neşeli kalabildi. Yüksek imanlı, evliya ruhlu biriydi; sevgi dolu, fedakar… Evimizin ışığıydı. Yüksek lisansını minyatür üzerine yapmış bir ressamdı. “Hayatta hiç mi imrendiğin bir şey yok?” diye sormuştum. “İnce çorap giymek istiyorum bazen ama ben giyemeyeceğim için sana alıyorum” demişti. 20 yaşlarındayken bir gence âşık olmuştu, hiç unutmam. Çocuk da onunla görüşmek istiyordu. Son dakikada “Yaşayacağı güzel şeyler var, mani olmak istemem” diyerek vazgeçti. Allah’a dua etmiş, bu aşkı içinden alsın diye. “Valla, aldı da…” demişti gülerek. Onun sağlam duruşunu görünce ben de kendimi daha güçlü hissediyor, başıma gelen hiçbir şeyin beni yıkamayacağını hissediyordum.

İsveçli psikanalist Jung “Başımıza gelen her kötü şey, her acı aslında bizim Tanrımızdır” diyor…

Şüphesiz öyle, Tanrı’dan olan her şey Tanrı’dır. Başımıza gelen kötü şeylerden alabileceğimizi almak da bize düşüyor. İbn Arabi anlatıyor: “Öbür alemde önce mürşidin gelip ‘Ben senin rabbinim, sana her şeyi ben öğrettim’ diyecek. Kabul edeceksin. Sonra düşmanın gelip aynı şeyi söyleyecek. İtiraz edersen, cehennemdesin.” Öyle tabii, çünkü asıl düşmanından öğrenmişsin, öğreneceğini.

Peki böyle bir ortamda siz ne yaptınız da kendinizi depresif hale getirmeyi başardınız?

Okumaya, felsefeye meraklıydım. Feminizm yükseliyordu, Simon de Beauvoir ve varoluşçuluğun sözcüsü Sartre çok gözdeydi. Varoluşçuluğun gerektirdiği soruları ben de sordum kendime, bu kadar sorgulamanın sonucunda da hayatın boş olduğuna dair bir cevap alabildim sadece. Bir de arada başarısız bir evlilik yapmıştım, bunun da etkisiyle karamsarlaştım. Evlenip ayrılmış olmak o dönemde bana ağır geldi, herkesten kaçmaya başladım.

Nasıl çıktınız o ruh halinden?

Kendi başına Kuran okuyan insanlar gibiydim. Kafka’yı tamamen anladığımı sanıyordum ama Üsküdar Amerikan Koleji’ne giden kız kardeşim “Sen mürşitsiz okuyorsun” dedi bir gün ve edebiyat hocasının Kafka’yı anlamak için tavsiye ettiği beş anahtar kitabı verdi. O zaman gördüm ki ben meğer Kafka’yı hep yanlış yorumlamışım. Bir de neyi fark ettim biliyor musunuz, o büyük düşünürlerin, edebiyatçıların hiçbiri mutlu olamamış. Nietzsche’ye çok hayrandım, her cümlesi doğru geliyordu. Oysa son derece huzursuz bir ruhmuş. Sartre sonradan kendi felsefesini yalanlamış. İntihar edenler olmuş. İşte o zaman anneme döndüm…

İhtiyaç duyduğunuz mürşit yanıbaşınızdaymış meğer…

Yanımdaymış ama ben görmemişim. Annem 10 sene Kenan Rifai hazretleriyle çalışmış bir kadındı, beni Mesnevi’ye yönlendirdi. Okuduğum her cümle şok etkisi yapıyordu, her seferinde yeni bir şey öğreniyordum.

Öğrendiğiniz en sarsıcı şey neydi?

Çok şey bildiğimi ama hiçbirini uygulamadığımı öğrendim… Organik kimya okudum üniversitede, son sınıftayken biri bana yağ lekesinin nasıl çıktığını sordu. Bilmiyordum. Halbuki yüzlerce yağ formülü öğrenmiştim, yani kimya bilgim lekenin nasıl çıkacağını çözmeye yeterdi ama kuru bilginin kimseye yararı olmuyor. Mesnevi’yi okurken de buna benzer bir şey hissettim. Bilgiyi hayatımın bir parçası haline getirmek için ne yapabileceğimi düşününce de mürşidimi buldum. Samiye Ayverdi Hanımefendi’yle çalışırken bir yandan da gözlem yapmaya başladım. Evdekilerin hal ve tavırları bile öğretici hale geldi o zaman.

Ne zaman bitti öğrencilik?

24 yaşıma geldiğim gün Samiye Anne beni çağırıp artık ders vermeye hazır olduğumu söyledi. “Hiçbir şey bilmiyorum ki efendim” dedim. Hocam, “Biliyorum diyen, bir şey öğretemez zaten” cevabını verdi.

Size niçin bu kadar güvendiğini biliyor musunuz?

Biraz biliyorum. Farklı bir doğum hikayem var, rüyalarla gelmişim. Samiye Anne’nin insan olma sanatında dikkat ettiği noktalar vardı, herhalde onlarda hoşuna giden şeyler görmüştü.

Öğretmenlik hayatınızdan bahseder misiniz?

İşte işin özü. 10 sene hocalık yapıp kendimi Mesnevi konusunda uzman addetmeye başladığım gün Samiha Anne ne kadar harika biri olduğunu bir kez daha gösterdi ve beni bir öğretmene yolladı. Mevlana’nın Şems’in önüne oturması gibi, yani hiçbir şey bilmiyor gibi altı sene Nermin Suner Pekin Hanımefendiyle satır satır Mesnevi-Kuran mukayesesi yaptık. Akademik çalışmayı bana o öğretti. Mesnevi’yi tamamladığımız sene de vefat etti.

Sonra neler oldu?

2000’de ABD’deki Mevlana Festivali’ne, ertesi yıl da North Carolina Üniversitesi’ne davet edildim. Sonra da her sene oraya tasavvuf dersleri vermeye gittim. Derken Almanya’da Kuran’a göre Hazreti Yusuf dersi vermeye başladım. Şair Goethe’nin Hz. Muhammed üzerine yazdığı şiirler saklanmış Almanlardan, bundan etkilendiler. “Ben Kuran-ı Kerim’e, okuyup anladığım için değil, Hz. Muhammed’i anlattığı için iman ediyorum” demiş Goethe, o kadar büyük bir peygamber aşkı varmış.

Onları sarsacak başka neler anlattınız?

Haç onlar için müphemdi. Halbuki bizim kitabımızda anlatılmış. Hazreti İsa’ya Allah “Namaz kıl ve zekat ver” emrini veriyor. Namaz dikey bir ibadet biçimi, doğrudan Allah’ın huzuruna çıkıyorsunuz… Secde ettiğinizde güzelleşiyorsunuz. Bu halinizi etrafa dağıtmanız da zekattır, yani yatay bir ibadettir. “Hazreti İsa’da dikey ve yatay ibadetlerin birleşimidir haç” dediğimde çok etkilendiler, kendi dinlerini de İslam sayesinde daha iyi öğrenebileceklerini fark ettiler. Hollanda, İsviçre derken Müslüman ülkelere de gitmeye başladım.

Pekin’de açtığınız İslam Kürsüsü var…

Evet, bir komünist ülkede ilk kez din adına yabancı bir kürsü açıldı. Pekin de North Carolina da devam ediyor. Aslında farklılar. ABD’deki tasavvufi, Çin’dekiyse daha dini; fıkıh ve hadis dersleri veriliyor…

Siz “İslami bir hayat için ilk başlanacak yer Kuran değil, peygamberimizin hayatı” diyorsunuz.

Kuran’ın iki türlü okunuşu vardır. Birincisi Furkan olarak, ikincisi Kuran olarak. Bütün dini kitaplar Furkan’dır, yani farkı anlatır, neyi yapıp neyi yapmamamız gerektiğini gösterir. Şunu yaparsan cezalandırılacaksın, bunu yaparsan ödüllendirileceksin… Ama onu Hz. Muhammed’in yaptığı gibi Kuran olarak okursanız, Allah’ın affedici olduğunu anlarsınız. İşte bu ikinciyi görebilmek için tasavvuf bilmek gerekiyor.

Tasavvufa göre ahiret gününde cezalandırılma yok mu yani?

Kuran’ı kuru kuruya okursanız ceza kavramını görürsünüz, fakat beraberinde Mevlana’yı, İbn Arabi’yi de okursanız “ceza” kelimesinin “karşılık” manasına geldiğini anlarsınız. Yaptığımız kötü şeylerin karşılığını cehennem azabına eş büyük bir vicdan azabı olarak çekiyoruz biz zaten. Kendimi o cehenneme layık görmüyorsam, kusurlarımı yenmeye çalışacağım, tekamül edeceğim. İnsan ancak kendi nefsini gözlem altında tuttuğu ve beğenmediği özellikleri yenmeye gayret ettiğinde tekamül eder. Bizse çoğu zaman başkalarını gözlem altında tutuyoruz. Bestami Hazretleri “Allah tek bir soru soracak insanlara” diyor, “Ömrün boyunca ben senin yanındaydım, peki ya sen kimin yanındaydın?”

Ateistler “Allah olsaydı gerçekten, savaşlar, açlık, sefalet olmazdı” derler…

Demek ki hiç kendine bakmıyor insan, çünkü savaşı çıkaran da bizzat o değil mi? Fakat ben, Ateistlerin de lüzumlu olduğunu düşünüyorum, her fikir zıddıyla varolur çünkü.

Başta konuşmuştuk, siz hep inançlıymışsınız ama bir şüphecilik dönemi geçirmişsiniz. O dönemi yaşamamış olsanız belki bugün burada olmazdınız.

Her şeyimi o döneme borçluyum, büyük bir hazırlık dönemiydi benim için. Herkesin bir “yok” devri vardır. “Ben varım” diyerek “Allah yok” diyorsunuz bir bakıma. Eşlerimizi, çocuklarımızı, işimizi, gücümüzü, güzelliğimizi, bilgimizi merkeze koyduğumuz, ilah edindiğimiz dönemlerimiz olabiliyor. Bütün bunların elimizden alınabileceğini anladığınızda değişiyorsunuz. Savaşlardan bahsettiniz, savaşlar iki sebepten çıkar, ya kendinize aşırı değer verirsiniz, ya başkasına aşırı değer verirsiniz. Ya “ben herkesten önemliyim” diyenler savaşır, ya da “Bana bunu nasıl yaparsın” diyenler…

Ne öğreniriz Hz. Muhammed’in hayatını okuduğumuzda?

Peygamberin hayatını bilmek bize çok şey öğretir. Nezaketinden, şefkatinden bile öğrenecek çok şey var. Son derece bağışlayıcıydı. Kadınlara inanılmaz değer verirdi. İlk eşi Hz. Hatice’ye bağlılığı müthiştir. “Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz Hatice’den vazgeçmem” demiş. Çok güzel, çok akıllı bir kadın olan Hz. Ayşe’ye bile hayatında en çok Hz. Hatice’yi sevdiğini söylemiş. Hz. Hatice’nin ölümünden sonra gece bir ayak sesi duyduğunda, “Hatice mi geldi?” diye kalkarmış. Onların aşkı bizim anladığımız aşk gibi bir şey değil ama, çok başka, çok büyük. Şems ile Mevlana aşkı gibi, birbirlerini tamamlıyorlar.

Hz. Hatice peygamberimizden 15 yaş büyük, dul ve çocuklu bir kadın. Bugün İslam coğrafyasına baktığımızda bu tür kadınlara kötü gözle bakılabildiğini görüyoruz. Oysa Allah’ın o iki ruhu eşleştirmesinde bir mesaj yok mu?

Olmaz mı? Kuran’da kadına hürmet edilmesi gerektiğine dair o kadar çok mesaj var ki. Peygamberimiz de veda hutbesinde Müslümanlara kadın ve çocuk hakkı yemeyi yasaklamıştır. Fakat bugün İslam camiası başa döndü, cahiliye devrini yaşıyor. Erkek egemen toplumların zorbalığını görüyoruz. Kuran’da her ayet kadınla erkeğe eşit davranmışken kız çocuklarını okutmamak, erkek çocukları kayırmak olur mu? Sonra kadına karşı şiddet ne demek! İnsana karşı şiddet ne demek! Allah “Ben ona ruhumdan üfledim” diyor insan için, sen nasıl şiddet uygulayabilirsin bunu bile bile?

Kadınla erkeğin eşit olduğunu her fırsatta söylüyorsunuz.

Şimdilerde kadınlardan kurulu heyetler Kuran okusun filan deniyor, onlara da karşıyım. Eşitlikten yana olan kâmil insanlar görmek istiyorum. Bir de mesela Rabiatül Adviye’nin sözüdür, “Ormanda sana bir aslan saldırırsa, cinsiyetine bakmazsın” diyor.

Kitabınızda diyorsunuz ki, her insanın içinde hem erkeklik, hem de dişilik vardır. Hepimiz hem kadın hem de erkeğiz. Psikanalist Jung da bunu söylüyordu. Tasavvufta bundan bahsedilir mi?

Yin-yang gibi. Gece ve gündüz gibi. Gökyüzüyle toprak gibi. Gökyüzünden yağan suyla bereketlenir toprak. Tasavvufi idrakta dişilik makamı nefis, erkeklik makamı ise akıldır. Akıl yüzeyde kalırsa zararlıdır. Ego olarak kalırsa nefis de çok zararlıdır. Akıl ve nefis birlikte tekamülü denemeliler. Böyle bakınca ikisinden de var içimizde…

Kadınlar ve erkekler olarak birbirimizi anlamamız, empati duygusu geliştirebilmemiz adına önemli bir şey söylüyorsunuz.

Kesinlikle. Fakat bunu sadece cinsiyet meselesi olarak algılamayın. Dünyaca ünlü büyük tasavvuf araştırmacısı Anne Marie Schimmel “Ruhum Bir Kadındı” diye bir kitap yazmış ve peygamberimizin ruhunun kadın olduğunu belirtmişti. Sevme kabiliyeti en yüksek şekilde kadında tecelli eder, Allah ve insan sevgisi de en yüksek şekilde peygamberimizde zuhur etmişti.

Bu anlattıklarınızı söyleyen başkaları da olmuş mu?

İbn Arabi, “Ekilen yer dişidir. Sen maneviyatla birini besliyorsan ve o bunun sonucunda bir şey üretiyorsa, mesela bir fikir, sen dişisin” diyor. Mevlana da “Analık vasfı sebebiyle kadın malik değil haliktir, hatta mürşit olduğumuz için biz de anneyiz” diye anlatıyor. Tabii bu anlattıklarım kadının mağrur hissetmesine sebep olacak şeyler değil, o zaman devreye yine ego girmiş olur.

Bütün bu anlattıklarınızdan sonra Kuran’ın kusursuz bir kişisel gelişim kitabı olduğunu düşündüm…

Çok doğru. Kuran’da aklınıza gelebilecek bütün soruların cevabı vardır. Buna dair bir mesel anlatılır: “Şu kadar kilo undan kaç kilo ekmek yapılır, sorayım da Kuran’da cevabını arayın bulun” demiş birisi. Eh, Kuran’da bunun cevabı var zaten. ‘

Neresinde?

“Her şeyi bir bilene sorunuz” ayetinde…

Atatürk şeyh Kenan Rifai’ye milli eğitim bakanlığı teklif etmiş

Cemalnur Sargut’a onun yetiştiği ve şimdi temsil ettiği Rifai Tarikatı’nın kurucusu ve hocası Kenan Rifai’yi sordum.

“Kenan Rifai Hazretleri hem Üveysi-kadiri Edhem Efendi’nin öğrencisi olmuştu, hem de Galatasaray Sultanisi’ni tamamlamıştı. Çok ileri görüşlü, vizyon sahibi bir insan, büyük bir hümanistti. Yazılarında ve konuşmalarında kadınlara çok önem verirdi. Hatta varisi olarak bir kadını, mutasavvıf Samiha Ayverdi Hanımefendi’yi seçmişti. Onun Şerhli Mesnevi’si bugüne dek yayınlanmış en iyi dört Mesnevi şerhinden biri kabul edilir. Victoria Holbrook’un çevirisiyle İngilizce olarak da yayınlandı, şimdi üniversitelerde ders kitabı olarak okutuluyor. ABD’de benim de ders verdiğim North Carolina Üniversitesi’nde Kenan Rifai adına kurulmuş bir kürsü var. Büyük sevgi ve saygı duyduğu Atatürk ona milli eğitim bakanlığını teklif etmiş ama o “Ben din insanıyım” diyerek kabul etmemiş. Tekkelerin kapatılması gerektiğini söyleyen ve tekkesini bizzat kapatan ilk kişi odur. Şapkayı da ilk giyenlerdendir. Çünkü babadan oğula geçen bir sistemle yürümeye başlamıştı o zaman tekkeler. Şimdi de bu yanlış yolda gidiliyor. Şehvete, maddiyata düşkün şeyhler görüyoruz, hepsi babadan oğula geçme sisteminin neticesi.

Gülenay Börekçi

EGOİSTOKUR.COM

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları
00:50