3 MART DEVRİM YASALARI / Prof. Dr. Kemal Arı

3 MART DEVRİM YASALARI / Prof. Dr. Kemal Arı
03 Mart 2020 - 17:37

3 MART DEVRİM YASALARI

3 Mart 1924

O gün ne olmuştu?

Hemen anımsayalım:

-Halifelik, Türkiye Cumhuriyetinin kurumsal yapısından kaldırıldı… Osmanlı Hanedanı’na ait üyelerin, Türkiye Cumhuriyeti topraklarının dışına çıkarıldı. Bu düzenlemeye ek olarak Genelkurmay Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

-Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı.

-Eğitim ve Öğretim Birliği sağlandı. Bu nedenle “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” çıkarılmış oldu.

Kısaca anımsadığımız bu büyük devrimci dönüşüm ne anlama geliyordu?

Halifelik, sözüm ona bütün İslam dünyasını temsil ediyor; sözüm ona İslam dünyasının birlik ve bütünlüğünü sağlamak savında bulunuyordu.

Ancak ne birlik, ne bütünlük; bir görseniz!

Halifeyi Almanlar’ın nasıl kendi çıkarları için kullandıkları; bu kurumun dini bir nitelikten çok, siyasi bir niteliği kendi özünde taşıdığını; onun bunun elinde oyuncak haline geldiğini uzun uzadıya anlatmaya gerek bile yok…

Derhal örnekleyelim:

Birinci Dünya Savaşı çıktığında, Osmanlı Devleti Almanya ile bağlaşık olmuştu. Halife ve Sultan, “Cihad-ı Ekber” adıyla yaptığı büyük savaşta; önce bu savaşı din adına dinsizlere karşı yapılan büyük bir cihat olarak yorumlamış; sonra da Müslümanlar’ı bu cihada çağırmıştı.

Düşünelim;

Almanya Osmanlı Devleti’nin bağlaşığı; kutsal savaş çağrısıyla İslam dünyası, yine Hristiyan bir devletin yönlendirmesiyle öteki tarafa karşı savaşacak ve bu din adına “cihat” olacak… Bu büyük bir aldatmaca, büyük bir emperyalist oyundu. Örneğin, Kudüs İngiliz ordularının eline geçtiğinde; bütün Hıristiyan dünyada kilise ve katedraller çanlarını çalarak, bunu kutlarken; bu coşkuya güya Osmanlı Devleti’nin bağlaşığı olan Almanya’daki kiliseler de katılmıştı…

Ne güzel, ne anlamlı; din adına ne önemli bir kutsal savaşmış değil mi?

Üstelik temel sorun şuydu:

Yeni Türkiye cumhuriyet rejimini kabul etmiş; ulusal iç ve dış politikla izleyen modern bir devlet olmayı amaçlamıştı. Yeni laik ve ulusal bir devlette; bütünüyle dinsel ilkelere göre hareket eden; onun bunun oyuncağı durumuna düşen Halifelik Makamı’na gerek görülemezdi. Bu nedenle son Halife Abdülmecit’in onca çırpınışına karşın Halifeyle birlikte saltanat makamının üyeleri Türkiye toprakları dışına çıkarılmıştı.

Şer’iye ve Evkaf Vekâleti, adından da anlancşılacağı gibi, Türkiye’de hem vakıf işlerine hem de şeriatla ve dinle ilgili düzenlemelere bakan bir bakanlıktı. İkinci Mahmut Dönemi’nde kurulan bu bakanlığın en önemli görevi, çıkarılan yasaların şeriat kurallarına uygun olup olmadığını denetlemekti.

Çıkarılan bir yasa, bu bakanlığın denetiminden geçiyor; şeriata uygunluğu denetlendikten sonra, uygulamaya sokulabiliyordu. Dünya ile ilgili her türlü yasal işlemin, bu yönüyle dinsel bir kuralla ilişkilendirilmesi sağlanmış oluyordu. Üstelik bu kurum Osmanlı Devleti’nden artakalan ve son derece yaygın olan vakıf mallarının yönetiminden de sorumluydu.

Şimdi, laikliği temel sistem, dünya görüşü ve kurumsal işleyişin mayası olarak benimsemiş yeni devlette, yasaların yeniden şeriat kuralları yönünden denetlenmesi olanaklı olabilir miydi?

Kuşkusuz hayır...

Üstelik bu yapı, bu niteliğiyle, laik devletin kendi laikleşme sürecinin önündeki en büyük engellerden biriydi. Türkiye, 3 Mart 1924 günü, halifelik kurumunu kaldırdığında, radikal bir adım daha attı ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldırdı.

Bu bakanlığın yerine, iki ayrı kurum oluşturdu:

Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü...

Artık Diyanet, yurttaşların din özgürlüklerinin gerektirdiği çalışmaları yapacak ve hizmetleri verecekti. Üstelik Türkiye’nin dinler yönünden, tarihinde önemli sorunlar kendini göstermişti. Dinsel bir görüntü altında, gerçekte dinin özü ile pek uyuşmayan yığınla akım ortaya çıkabiliyor; kendini mehdi ilan eden bir akıl yoksununun çevresinde dinsel duyguları istismar edilen halktan gruplar yer alabiliyor, bu giderek, yasalara, kurumlara ve düzene karşı bir kalkışmaya dönebiliyordu.

Derhal bir boşluk bulunduğunda kimi tarikatlar harekete geçebiliyor ya da yeni tarikat yapıları ortaya çıkıyor; daha olmadı, kimi tekkelerin, zaviyelerin çevresinde, kendini öyle ya da böyle bir din uleması gibi gösteren kişiler, olmadık işlere ve hareketlere yönelebiliyordu.

Toplumsal düzen bu durumlarda büyük bir tehlike altına girebiliyordu. Bu nedenle, toplumun dinsel eğilimlerini istismar etmeyecek, onların doğru kaynaklardan dini öğrenmelerini sağlayacak kurumlara da gereksinim vardı. Bu, o ya da bu kişinin, cemaatin, tarikat ehlinin eline bırakılamayacak kadar önemli bir konuydu. Bu nedenle, Diyanet İşleri Başkanlığı bu görevleri ve yükümlülükleri yerine getirecekti.

Vakıflar Genel Müdürlüğü ise, yaygın bir mülkiyet ağına sahip olan vakıfların denetimlerini yapacak, işleyişlerini düzenleyecekti. Geçmiş dönemlerde, vakıflara ait kurumlar da kimi gericilik odaklarının etki alanına girebiliyordu. Ancak ata armağanı bu değerli varlıkların, öncelikle topluma hizmet etmek gibi bir işlevi vardı.

Bunu daha sağlıklı biçimde yerine getirecek bir kurumsallaşmaya gereksinim vardı. Geçmiş dönemlerden gelen bir alışkanlıkla, vakıfların ne nicelikleri ne de nitelikleri üzerine doğru dürüst bir bilgi elde bulunuyordu. Doğru dürüst görev ve işleyiş tanımlaması bile yapılamıyor; geçmiş dönemlerde çağın gerekleri olarak kurulmuş bu değerli kurumlar, bu kez, sırf ilgisiz, bilgisiz ve yetersiz yönetim anlayışı nedeniyle, ilerlemenin önünde engel de oluyordu. Şimdi, bu yeni düzenlemelerle vakıflar artık, toplumsal işlevini yeniden üstlenecek, bu kurumların bir hizmet ve kültür kurumu olarak ortaya çıkması için çaba harcanacaktı.

Gelelim Eğitim ve Öğretim Yasasına…

O gün, yani 3 Mart 1924 günü Türkiye’nin tarihindeki en büyük reformlardan biri de, eğitim ve öğretimin birleştirilmesiydi. Eğitim, her dönemde Türkiye’nin tarihinde büyük bir sorun olmuştu. Din kılığı altındaki softa tutumu, önce eğitimi yozlaştırmış, gençliğin yarısını, yani kız çocuklarını eğitim alanının dışına itmişti. Osmanlı ülkesinde, zaten eğitim kurumları açısından kurumsallaşma çok düşüktü.

Var olan okullarda da çağdaş eğitimin izlenmesi söz konusu değildi. Genellikle dinsel içerikli bir eğitim anlayışı, körpe beyinleri bütünüyle Orta Çağ’ın koşullarına indirgeyen bir eğitim anlayışı altında kıskacına alıyor; uyanık, çağın değerlerini kavramış eğitimli bireyler yerine, gelişmelere karşı, yeniliklere kapalı; bu tür adımları da din dışına çıkmak olarak yorumlayan kimlik ve kişilikler yetiştiriyordu.

Böylece, eğitim kurumları olarak görülen medreseler, yozlaşma süreçlerinde, toplumsal ilerlemenin itici bir gücü olmaktan çok, tıkacı olmaktan geri kalmıyordu. İlerleyiş tıkanınca, bu kez gericilik dalgalarına sonuna kadar açık olan yollar, toplumun düşünce yeteneklerini köreltiyordu.

Bu eğitim anlayışıyla nereye kadar, nasıl gidilebilirdi ki?

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın hemen bitiminden sonra, 1923 yılının Mart ayında, yani sözü edilen yasal düzenlemelerden tam bir yıl önce, Türkiye’nin batısını içeren büyük bir geziye çıkmış, köylerde, kasabalarda, ilçe ve illerde halkla temas kurmuştu. Her yerde yokluk, yoksulluk; eğitimsizlik ve hastalık yaygındı.

Bol olan şey, dert idi; olmayan şey ise varlık ve gönençti. Toplum, onca yılın önem vermez tutumu ve duruşu altında, kendi yazgısına bırakılmış; bu terk edilmişlik ve ilgisizlik yetmiyormuş gibi, ardı ardına gelen savaşlar, salgınlar, ağır vergiler ve hor görülmeler, yalnız asker alımlarında ve vergi dönemlerinde anımsamalar gibi yaklaşımlar nedeniyle, kara bir yazgı çukurunun içinde debelenip duruyordu. Bu “her cepheden kuşatılmışlık” duygusu, çağdaş dünyayı algılama düzeyinin çok dışındaydı. Öyle ki, gidilen her yerde toplum kesimlerinin yaşama ilişkin algılamaları, içinde bulundukları zorlukların belli ölçülerde hafifletilmesi yönündeydi. Yaşanılan şeylerin çağdışılığının ayırtında olan yoktu bile...

Yakınılan şey, örneğin yoksuzluk, açlık ve hastalık; hastalık denilince de frengi ve trahom gibi toplum sağlığını doğrudan ilgilendiren en yıkıcı salgınlardı...

Bu sorunların çözümü için adımlar atılmış olsa, toplumun istenç düzeyi, bununla yetinecek kadar düşüktü... Geleceğe ilişkin bir algılama, öngörü, tasarım ve amaç yoktu bile... Şimdi; gerçekte toplumu, bu algı düzeyinin dışına da taşımak gerekiyordu.

İşte eğitim, bu açıdan bile, son derece önemli işlevleri olan bir konuydu. Bir kere eğitim, ulusal bir nitelik taşımıyordu. Tanzimat’tan sonra, özellikle büyük kentlerde çağdaş eğitim veren okullar açılmıştı. Yenilikçi kimi padişah ve devlet adamlarının çabasıyla, eğitim alanında kimi atılım çabaları olmuş; örneğin; ilköğretim, lise ve yüksekokul düzeyinde okullar açılmış; Harbiye, Mülkiye, Darülfünun gibi okullar, toplumda ilerlemeye açık aydın kuşaklar da yetiştirmişti. Ancak yaygın biçimde medrese eğitimi hala sürüyordu. Yalnız din eğitiminden geçirilen toplum kesimleri, eski Osmanlıca yazıyla belli ölçülerde okuma yazma bilmenin ötesine geçemiyordu.

Üstelik bu eğitimi alanlar bile toplumun dar bir kesimini oluşturuyordu. Bunun yanı sıra ülkede Rum, Ermeni ve Yahudilerin açtığı okullar vardı. Bu okullar, her cemaatin kendine özgü istekleri doğrultusunda düzenlemeleri de içeren okullardı. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa gibi büyük ülkeler tarafından açılmış misyoner okulları da vardı. Bu okulların büyük kısmı, amaçlarının dışında arayışlara da yöneliyor; sanki Osmanlı ülkesindeki insanların çok gereksinimi varmış gibi, Hristiyanlık dininin propagandasını yapıyor; kişileri bu dinsel doktrine yönlendirmek için kimi telkinlerde bulunuyorlardı. Öyle ki bunların kimileri; örneğin Merzifon Amerikan Koleji gibi okullar, ulusal savaşta, azınlık ayaklanmalarının ya da işbirlikçi tutumların önemli karargâhları biçimine de gelmişti.

Bütün bu okul ve eğitim karmaşası içinde, nasıl ulusal bir eğitim politikası olabilirdi ki?

Olamıyordu da...

Ancak şimdi, cumhuriyet, yeni bir ulusal eğitim politikası öngörüyordu. Mustafa Kemal Paşa, halk ile temaslarında, eğitim sorunu üzerine özellikle eğiliyor; cahil hocaların ve kendisini ulema olarak gösteren kişilerin halkı eğitmek için, ne türlü yanlış telkinlerde bulunduklarını, yanlış bilgilerle körpe beyinleri sanki bir zihin ve bellek tutulması içine ittiklerini görüyordu.

Uygulamada, sözde eğitim görüntüsü altında, her kafanın kendine özgü algılaması eğitim diye genç beyinlere dayatılıyordu. Bu karmaşadan kurtulacak adımlar atılmadığında, Türkiye'nin eğitim yönünde bir atılıma yönelmesi olanaksızdı. Oluşan yeni algı, eğitimin ulusal ve çağdaş bir nitelik taşıması yönündeydi.

Öyleyse eğitim kurumları, uygulamaları, ders içerikleri ve konuları bütünüyle bu anlayışa göre yeniden ele alınmalıydı. Kaldı ki, özellikle Müslüman kesimde, yaygın olarak da kırsal alanda, kız çocuklarının eğitim süreçlerinin dışına itilmesi tam bir yıkımdı.

Okullaşma oranı zaten son derece düşükken, bir de toplumun yarısını eğitim algısının dışında tutmak, akıl alacak bir uygulama değildi. Mustafa Kemal Paşa, bunu kadınlık dünyasına yapılacak en büyük kötülük olarak görüyordu.

Öyle ya!

Yarının annesi olacak kız çocukları eğitimin dışında tutulurlarsa, onların yetiştirecekleri genç kuşaklar nasıl sağlıklı bir zihin ve ruh yapısına sahip olabilirlerdi ki?

O, tarihte uygarlık olarak yaratılan her şeyin kadınlık dünyasının eseri olduğuna inanıyordu. Büyük adamlar, büyük bilim insanları; insanlığın unutamadığı önemli simalar...

Bunların tümü, bir anneye sahip değil miydi? Ve her bir önemli denilen kişiyi, bir anne yetiştirmemiş miydi?

Anneler, toplumu yetiştiriyor; insanlığın önemli bir parçası yapıyordu. Nasıl olurdu da bu denli önemli bir işlevi yüklenmiş olan bir kesim, cehalet sarmalının içinde ezilebilirdi? Akılların alamayacağı bu çağdışı uygulamaya derhal son vermek gerekiyordu.

 

Atatürk’ün düşünce dünyasında eğitim; bir ulusu ya özgür, bağımsız, onurlu, yüksek bir toplumsal kütle biçimine getirir; ya da bir ulusu tutsaklık ve yoksulluğa terk ederdi. Türkiye’nin ve Türklerin geleceği, bütünüyle eğitimin eseri olacaktı. Eğitim, yalnız yaşanan an değil, gelecekti de... Bunun ne denli önemli olduğunu yadsımak, ulusa ve tarihe karşı en büyük kötülüktü. Ulusal bir bilinç, ulusal birlik, ulusal eğitim ve ulusal ülkü...

Bu duygular ve özellikler, toplumu kaynaştıran en değerli birleştiricilerdi. O halde, ulusal bir eğitim anlayışı ve uygulaması kaçınılmazdı. Bu eğitim, yetiştireceği bireyi hem ulusuna, hem de insanlık dünyasına yararlı bireyler olarak yetiştirecek bir eğitim olmalıydı. Kaldı ki eğitimin ötelenmesi ya da önemsenmemesi, çağdaş bir algılamada asla benimsenemezdi. Bu nedenle, gelecek Türkiye’sinin eğitim anlayışını belirlemek amacıyla ilk büyük adım, cumhuriyetin ilanını bile beklemeden, savaş yıllarında atıldı.

1921 yılında Ankara’da, yani savaşın başkentinde, Maarif Kongresi adı altında bir eğitim kongresi toplandı. Kongrenin toplanma amacı, ülkenin eğitim sorunlarını da ele alarak, eğitim alanında bir program oluşturmaktı. Atatürk kongrenin toplandığı gün, kürsüye çıkarak bir konuşma yaptı.

Bu konuşmasında O, Osmanlı Devleti’nden geriye kalan eğitim düzenini eleştiriyordu. Bu eğitim düzeni, ülkeyi geri bırakmıştı. Bu politika ulusal bir politika değildi. Öyleyse, şimdi bu yanlışlar içinde boğulmayan yeni bir eğitim anlayışı oluşturulmalıydı. Yabancı etkilerden uzak, kendi öz kimliğiyle kaynaşık yüksek benlik duygusu yaratmaya çalışan bir eğitim...

Ulusal birlik ve bütünlüğe önem veren, Türkiye’nin geleceğine güvenen ve bunu önemseyen bir gençlik yetiştirmek... Bunlar kuşkusuz, büyük hedeflerdi. Bir toplum algısı...

Türkiye’nin bir Misak-ı Millisi, Misak-ı İktisadiye’si vardı.

Şimdi neden bir Misak-ı Maarifi olmasındı?

Üç sacayağı:

Ulusal varlık; ulusal ekonomi ve ulusal eğitim...

Bu bir sacayağıydı.

Ulusal benlikte ve varlıkta, ekonomide ve eğitimde yücelmiş bir Türkiye, ancak çağdaş bir Türkiye olabilirdi.

Bu temel anlayış, artık cumhuriyetin eğitim anlayışına egemen oluyordu. Batılılaşmak bir ülkü olarak batı uygarlığına yönelişin en önemli açılımıydı. Batılılaşmaktan amaç, çağdaşlaşmaktı. O tarihlerde batı, çağdaş değerleri üzerinde taşıyan coğrafyaydı. Dolayısıyla Batılılaşmak, bir yöne yönelmek olarak algılanamazdı; bu insanlık değerlerine ve çağdaş yöntemlere yönelişti...

Bu yöneliş ve algılayış temelinde, Türkiye’nin Misak-ı Maarifi’nin, yani eğitim andının koşulları belirlenmişti. Artık ilköğretim zorunlu olarak kız erkek ayırımı yapmadan, herkese uygulanacaktı. Türk toplumunda bulunan herkes okuma ve yazma öğrenecekti. Yetişecek olan yurttaşların, ulusçu, halkçı ve cumhuriyetçi bir kimlik edinmesini sağlamak... Üstelik eğitimin Türk ulusunu uygarlık yolunda en ileriye götürmek... Yeni yetişen kuşakların, ülkesi ve ulusuyla övünme duygusunu geliştirmek...

Eğitimin ve öğretimin birleştirilmesi yasasıyla, ülkede bulunan bütün okullar, Eğitim Bakanlığı’na bağlanıyordu. Eğitimin değil, gericiliğin kaynağı durumuna gelmiş olan medreseler, derhal kapatılıyordu. İstanbul Üniversitesi’ne bağlı bir İlahiyat Fakültesi açılıyor, ülkenin kimi yerlerinde de İmam Hatip okulları kuruluyordu.

Bu okullar aracılığıyla, ülkenin gereksinimi olan aydın din adamlarının, dinin de doğru kaynaklardan öğrenilmesini sağlayacak eğitimcilerin, araştırmasını yapacak bilim insanlarının yetişmesini sağlamaktı.

Üstelik bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlandığı için artık eğitimde merkezileşmeye de gidilmişti. Böylece eğitim kurumları, tek bir merkezden denetlenebilecek, ulusal eğitimin ne ölçüde uygulandığı, eksikliklerin ne olduğu gözlemlenebilecek ve çözüm yoluna gidilebilecekti. Okullarda artık ayrı ayrı programlar uygulanamayacaktı. Azınlık ve misyoner okulları denetim altına alınıyordu. Halifeliğin ve Şeriat Bakanlığı’nın kaldırılmasıyla, eğitim ve öğretim üzerinde şeriatın eli ve gölgesi kaldırılıyor; laik anlayışın yerleşmesini sağlayacak bir açılım gerçekleştirilebiliyordu. Ders kitapları, eğitim ve öğretim uygulama ilkeleri, bütünüyle laiklik ilkesine göre tasarlanıp kurgulanıyordu.

Artık okullarda okutulan kitaplarda, Osmanlı Devleti’ndeki kitaplarda görülen klişeler kaldırılıyor; cumhuriyet ülküsünü ve düşüncesini öne alan, ulusal benlik duygusunu verecek konular yer alıyordu.

O günden bugüne baktığımızda göreceğimiz şey nedir?

Hani bir ata sözü var:

“İçi seni, dışı beni yakar…”

Evet, ne yazık ki Türkiye’de bugün bu yasaların gözlerinden baktığımızda; bugün karşılaştığımız şeyin içi seni, dışı beni yakan durumdadır. Eğitim ve öğretim yasası bugün hak ile yeksan olmuştur. Demokratlığın gereğiymiş gibi, Halifeliği yeniden getirme çığırtkanlıkları her geçen gün artıyor. Hatta üstü kapalı biçimde kimi çevrelerde, Halifelik kurumu geri geldiğinde, kimin halife olacağına ilişkin savlar, küplerin dışına vuruyor, kulaklarımızda paslı, nemli çınlamalar yapıyor… Yasalar için; “ulemanın düşüncesi alınsın” diyen en etkili ve yetkili kesimlerden; gündelik yaşam içinde, şeriat çığırtkanlıkları almış başını gidiyor…

Ve bu olup bitenlere baktığımız zaman; bugün, geçen yüzyılın başında kurduğumuz alnı dik, gururlu, geleceğe büyük umutla bakan Türkiyemiz’in yüreği buruk, gönlü mahzun ve başı eğiktir…

Pekala; onca şeye karşın umutsuz mu olacağız?

Hayır!

Kesinlikle hayır…

Her zamankinden daha gür sesle devrimimizi savunacağız. Bu yasaların önemini anlatıp duracağız.

Önümüzde iki seçenek var:

Ya bu ve bunu tamamlayan yasalara sahip çıkıp, cumhuriyetimizi yükseltecek ve aydınlıkla buluşacağız; cumhuriyetin ve onun içini dolduran değerlerin yıkılmaz kaleleri olacağız ya da bu temel özden uzaklaşıp, karanlığın elinde önce bilinmez dehlizlere doğru yuvarlanacağız ve karanlıklar içinde boğulup gideceğiz.

Ancak her zamanki gibi yineleyelim:

Koskoca bir karanlığın üzerine düşen bir damla ışık, artık karanlığı yok edecek güçte ve kudrettedir. O aydınlık ise içimizdeki özde, tarihten gelen değerlerimizde ve ulusal bilincimizdedir.

Prof. Dr. Kemal Arı

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum