YÜKSEL YILMAZ:AYASOFYA GERÇEKLERİ VE YALANLARI

İlk Ayasofya yani Megala Ekklesia (Büyük Kilise) kubbesiz ve ahşap bir yapı olarak İmparator Konstantinos’un oğlu Konstans tarafından 360 yılında yapılmıştı

YÜKSEL YILMAZ:AYASOFYA GERÇEKLERİ VE YALANLARI
12 Şubat 2014 - 11:09 - Güncelleme: 12 Şubat 2014 - 11:12

AYASOFYA GERÇEKLERİ VE YALANLARI

İlk Ayasofya yani Megala Ekklesia (Büyük Kilise) kubbesiz ve ahşap bir yapı olarak İmparator Konstantinos’un oğlu Konstans tarafından 360 yılında yapılmıştı. Halk ayaklanması sırasında yıkılınca ll. Theodsius tarafından 415’te ikincisi yapıldı. 450 yılında yapının kadına adanması için (yani dişil prensip için) adına “Sophia” denildi. Çünkü Hıristiyanlıkta “erkekte akıl, kadında hikmet vardır” prensibine inanılır. Sophia aynı zamanda ‘Logos’ demektir ve Logos da ‘İsa Mesih’ demektir. Hagia’nın anlamı da “hikmet” tir. O yüzden Hagia Sophia’yı ‘kutsal hikmet’ diye anlamak daha doğrudur. Nika ayaklanmasında bir kere daha yakılınca Justinianus 537’de üçüncüsünü yaptırdı. Böylece ilk Ayasofya’yla alakası da kalmadı. Dört minare sonradan eklenmiş, deprem yüzünden dış destekler konmuş, içine kütüphane, dışına mektep ve türbeler yaptırılmış… Sonradan eklenenler çıkarılsa kalan kırmızı bir kutudur ve adı Hagia Sophia’dır.


Binanın Batı tarafındaki kapıdan içeri girince her iki ucu da içeri açılan mermerden boş ve uzun bir koridor göze çarpar. Bütün kiliseler ana rahmi örnek alınarak yapılır ve kilise ‘rahim’dir. Girişte önce bir döl yatağı, sonra yumurtalık, dibinde de Meryem ve İsa (yani çocuk) vardır. Bu aynı zamanda bütün mason mabetlerinde de uygulanan bir prensiptir. Bir Hıristiyan ancak kiliseye girdiği zaman Hıristiyandır. Çünkü kilise ana rahmidir. Buraya geldiklerinde tekrar ana rahmine girerek her defasında tekrar Hıristiyan olurlar. Bu yüzden de kilise içindeki bir Hıristiyanla dışındaki Hıristiyan çok farklıdır. Kubbenin altında yani içerideki inşaat iskelesinin yanında 135 metre boyunda bir salon vardır. Ayasofya’yı yapan iki usta da mimar değil mekanikçidirler ve tamamen mekanik bilimini kullanarak yapmışlardır. 5 yıl 4 ayda tamamlanan buna benzer bir katedrali Fransa 80 senede tamamlamış. Bugün dahi 5 senede böyle bir binayı kim yapabilir?..

Süleymaniye ve Selimiye’yi yapan Sinan bir yandan da Ayasofya’yı korumak için depreme karşı dışarıya öyle dış destekler yapıyor o hesapların sırrına hala erişilemiyor. Bugün olsa mozaikleri kazıtırlardı; ama o kazıtmıyor; tersine koruyor. Üzerinde Kuran’dan yazıların olduğu pencere (sonradan konmuş vitrayla) Protestan geleneği olduğu halde yine de koymuşlar. Ayasofya Patrikhane’nin bir kilisesi değil; İmparator’un taç giyme kilisesiydi ve sahibi de bizzat kendisi idi. O zamanlar Patrikhane bugünkü Fatih Camii’nin bulunduğu yerdeydi; yani burasıyla alakası yoktur.

Bir imparator başka bir imparatoru yenince onun ne kadar malı varsa hepsi kazanan imparatorun olur. Çünkü imparatora ait olanlar imparatora, kiliseye ait olanlar kiliseyedir. Bu geleneğe göre burası direkt Fatih’indir. Bunu Papa dâhil herkes Fatih’e söylemiştir. Lakin geleneğe göre eğer kutsal bir mekânı üzerine geçirtiyorsan, alın terine mahsuben ona sembolik bir para ödemen gerekir. Fatih de bu bedeli ödedi ve burayı vakfiye haline getirdi. Burada bir adet olarak güya Fatih elini sokmuş; dilek dilersen olurmuş… ‘Hızır Makâmı’ turistlerin başparmaklarını sokup, ellerini dâire şeklinde çevirdikleri sütundur. Bunu bir defâda çevirebilenin her dileğinin kabul olduğuna inandıkları için saat gibi ellerini çevirip dururlar. Hızır hikâyesine göre "Fatih Ayasofya'da ilk Cuma namazı kıldırırken kıble istikâmetini tam tespit edemediklerinden şüphelenmiş. Birkaç defa tekbir almış ve 3. tekbirde Kâbe karşısında belirmiş. Bu sırada Hz. Hızır gelmiş ve tam bu deliğe parmağını sokup tutmuş ve Ayasofya'yı Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Haram'a çevirmiş.

 

Bir diğer rivayet şöyledir: “Ayasofya bir kilise olarak yapıldığı için ibadet yönü Kabe’ye dönük değildi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethedip Ayasofya’yı cami yaptıktan sonra bir gün Hızır Aleyhisselam Ayasofya’ya gelmiş. Bakmış ki kıble Mekke’ye doğru değil. Solda, arkada dört köşe olan ve ’Terler Direk’ denilen üzeri bakırla kaplı mermer direğe parmağını sokmuş ve sütunu döndürmeye başlamış. Onun dönüşüyle bütün bina da Kabe yönüne dönmekteymiş. Bina tam Kabe yönüne döneceği sırada kadının biri Hızır’ı fark etmiş ve ’Bakın hele şu Hızır’ın yaptığına’ diye bağırmış. Hızır bunun üzerine işini tam olarak bitirmeden gözden kaybolmuş. Söylediklerine göre bu yüzden Ayasofya tam olarak Kabe yönüne dönük değilmiş.”

 

Bu efsâne doğru ise Ayasofya neden hâlâ Mescid-i Aksâ'ya dönüktür? Şirkin daniskası bir efsane!

 

Kuzey’deki galeride 5. yüzyıldan kalma Viking yazıları Vikinglerin İstanbul’a kadar geldiklerinin kanıtı olup bir hazine aramak için gelip tutsak olmuşlar. Güney galerisinde (Deisis) askeri malzeme taşınabilsin diye merdiven değil de rampa yapmışlar. Bu mabet çok kan ve gözyaşı gördü. Katolikler 1204’te işgal ettiğinde ne kadar Ortodoks kutsal kadın varsa hepsine burada tecavüz edip öldürmüşler. Ama öte yandan vakfiye olduktan sonra yüz binlerce aç insan Ayasofya’da karnını doyurmuş. Hıristiyanlığın erken döneminde kadınlar bu galerilerde erkeklerden ayrı ibadet ediyorlarmış.

Duvarına işlenmiş figürde solda Meryem, ortada Hz. İsa, sağda vaftizci Yahya üçlemesi vardır. Bu mozaik bilinen dini mozaiklerdeki İsa tipine benzemez. Dolayısıyla aslında buradaki kişi, İsa kisvesi altında gerçek Hıristiyanlığı ilan eden Tyanalı (Niğde-Kemerhisar) Apollonius’tur. Kaşındaki ‘11’ izi çok önemli bir delildir. Ayrıca Deisis’teki kadraj da farklıdır. Figürlerin başları hep İsa’dan aşağıda çizilir ama Deisis’te Meryem ve Yahya’nın kadrajı İsa’yla aynıdır. Bu teslis’teki Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesinden çok farklı bir izahattır. O yüzden bu mozaik Hıristiyanlar için çok kritiktir. Ayasofya Hıristiyanlık dininin Kâbe’si gibidir. Bu Ortodokslar için de, Katolikler için de, Protestanlar için de böyledir. Hıristiyanlık ilk defa burada bir devletin resmi dini olmuştu.

1054’te Ayasofya’da dini bir ayin yapılırken dini töreni bozarak, Papa’nın temsilcisi Kardinal Humbert gelip minberdeki patriğin önüne bir fetva koymuştu. Patrik okuyunca Papa tarafından aforoz edildiğini, yani Hıristiyanlıktan atıldığını öğrenmişti. Bunun üzerine Ortodokslar demişlerdi ki, “Biz de Papa’yı aforoz ettik.”

 

Bu olaydan sonra ilk kez 30 Kasım’da bir Papa’yla Fener Rum Patriğinin bir Ortodoks ayininde birlikte bulunmaları yeni bir milat oldu. Böylelikle bu aforoz ortadan kalktı ve ‘Kardeş Kilise’ oldular. Ve tabi gayr-ı Hıristiyanlara karşı hesaplı adımlar başladı…

Yeşil sütunlar Libya’daki Artemis Tapınağı’ndan gelmiş; Beyazlar da Mısır’dan... Mermer küp ve vazolar ise Bergama’dan... Burada 107 sütun var ve 47’si alt mekânda, 60’ı yukarıda. İnanışa göre, Fatih İstanbul’u fethettiğinde bazı papazlar Güneydoğu duvarından çıkıp gitmişler; Ayasofya’yı geri aldıklarında ise tekrar buradan döneceklermiş… O duvardan geçen papazların harmanisi de çok mühimdir. 1919’da burasını Yunanlılar işgal etmek istediklerinde o harmaniyi getirip, “Bakın getirdik harmaniyi, burayı alacağız” demişler… Cesarete bakın ki sadece 15 bin kişilermiş. Ama Yüzbaşı Çerkez Şükrü Bey çıkıp, “Bir adım daha atarsanız etrafı sardırdığım tüm dinamitleri patlatırım, burayı da havaya uçururum” deyince olay daha orada kapanmış.

 

Ayasofya'daki İsa mozaiği bakıldığında İsa gibi durmaktadır. Fakat kaşının üstünde ‘11’ işareti olarak özel bir şifre vardır. Gizli teşkilata girenlere böyle bir işaret konuyordu; Apollonius 16 yaşındayken Pisagorcu bir gizli teşkilata girmişti; Urfa-Harran bölgesinde 11. yüzyıla kadar Apollonius'a tapıyorlardı. Fakat “biz buna Apollonius dersek bizi keserler” diye İsa suretinde Apollonius'lar yapıp ‘11’ işaretini koymuşlar. 1954'te Amerika'da Alice Weston bu olayı güncelleştirmişti. 1990'lara gelindiğinde Türkiye'de Kemerhisar kazılarının yapılması meselesi “Apollonius diye biri var mı, çıksın ortaya diye” gündeme geldi ama Türk hükümeti maalesef buna para bile ayıramadı.

 

Ayasofya'nın orta kıble kapısı üzerinde sarı pirinçten yapılmış bir tabut var. Bu tabutta Kraliçe Sofya yatıyor ama "Bu tabuta sakın dokunmayın" deniyor. Çünkü tabuta el sürülürse büyük bir gürültü başlıyormuş ve tüm bina sallanmaya başlıyormuş. Yalan! Deneyin isterseniz… İçinde Kraliçe Sofya'nın naaşı mumya olarak defnolunan sandukanın üstünde küçük direklerin takı üzere bir mermer kitabe içinde Kudsü Şerif'in eski kıblesi tasvir olunmuş ve içi türlü cevherlerle süslenmiş. Bu dahi tılsım imiş ve kimse dokunmaya cesaret edemezmiş.

 

Kubbenin dört tarafında birer melek resmi var. Bunlar Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail imiş. Neden bu 4 melek? Bu 4 melek bir arada neden bize yabancı değil? Bu melekler kanatlarını açmış bir biçimde çizilmişler. İnanca göre Azrail, imparatorların ölümlerini, Mikail düşman saldırılarını, Cebrail ve İsrafil ise olacak olayları haber veriyormuş. Bu inanç size bazı hadis-i şerif’leri hatırlatmış olmalıdır. İnananlar tabut ile bu melekler arasında bir ilişki kurmuşlar… Sözüm ona tabutun koruyuculuğunu da üstlenen melekler, ona dokunulmasına izin vermiyorlarmış. Bu 4 melekle ilgili çok sayıda hadisin dinimize ‘mesiyyat’ yoluyla girdiğinin bir işaretini burada tespit etmiş oluyoruz. Hiçbir hurafenin kaynağı İslam değildir; ya mesiyyat’tır yahut İsrailiyyat.

 

Ayasofya Müzesi Şehzadeler Türbesi’nde yapılan restorasyon sırasında yeşil çuhaları kaldıran uzmanlar tesadüfen 560 yıllık kaftan ve örtüler bulmuşlar. Türbede gömülü olanların son giydikleri kıyafetleri olduğu düşünülüyor. Sandukaya ölünün kıyafetlerinin konması İslamiyet öncesi Türk geleneklerinden kaynaklanmaktadır. Referansın İslam olmadığını gösteren bu uygulama kasıtlı olarak Osmanlıcı tarihçi ve yazarların dikkatinden kaçsa bile önyargısız araştırmacıların dikkatinden asla kaçamayacaktır. Osmanlı cenaze törenlerinde ölen kişinin mezar yerine kadar taşındığı tabut ve gömüldükten sonra sandukası üzerine ölen kişiyi canlı gibi temsil eden elbisesi, beline kemeri ve kaması, baş kısmına sarığının yerleştirilmesi, kişinin soyutlanarak simgeleştirildiğinin bir işaretidir.

 

Sanat tarihçisi Prof. Dr. Nurhan Atasoy, ‘‘Osmanlı türbe mimarisinde kıyafetleri sandukaya koyma geleneği vardır. Ölü sandukada değil, altındaki toprakta yatmaktadır. Padişah türbelerinde sandukaların üzerine kıyafet koyma kültürü olduğunu daha önce de birkaç türbede gördüm. Bunu İslam anlayışı ile birleştirmemek lazım. Kalkıp bunları giyecek değil. Böyle bir inanç da yok zaten. En güzel kıyafetini koyuyorlar’’ demişti. Desenize İslam anlayışıyla birleştirilemeyen bir Osmanlı tasavvuru nihayet başladı.

 

Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından 532-537 yılları arasında inşa ettirilen ve 916 yıl boyunca Ortodoks dünyasının başkilisesi, 481 yıl boyunca da İslam dünyasının büyük camisi olan tarihi Ayasofya’nın restorasyon çalışmaları sırasında 160 yıldır karanlıkta kalan kanatlı meleği ve 500 yıl saklı kalan vaftiz havuzu ortaya çıkartıldı. ABD'li araştırmacıların inceleme ve tespitlerine göre kapılar, doğramalar ve levhalarda kullanılan ağaçlar meşe, ardıç ve ıhlamur ağaçları olup,  müzenin tarihinden daha yaşlı imişler ve ağaçlar Kuzey Afrika’dan getirilmişler.

 

Ayasofya'nın kıble tarafındaki kapılarından soldan sayılınca, sonuncusunun iç tarafında bir mermer sütun görürsünüz. Bu sütunun en büyük özelliği kış ve yaz nemli olması. Bu yüzden bu sütuna "terleyen direk" deniyor. Sütunun zemininden başlayarak bir buçuk metrelik bir kısmı bakır plakalarla kaplıdır. İnanca göre sürekli baş ağrısı çekenleri, sindirim sistemi hastalıkları olanları ve sıtmaya tutulanları bu direk tedavi ediyormuş. Önce iki rekât namaz kılınıyor, sonra hasta avuçlarını önce bakır plakalara sonra da yüzüne sürüyor. Bu hareket üç kez tekrarlanınca hastalıklar iyi oluyormuş. Ayrıca elleri çok terleyen kimselerin direğin üzerinde bulunan deliğe parmaklarını soktukları takdirde artık iyileşip terlemediğine inanılıyormuş. Hurafe!

 

Hurafenin hikâyesi şudur: Ayasofya yaptırılırken Aziz Georgios diye önemli bir Hristiyan azizi varmış. Bu aziz insanların hastalıklarına elleriyle derman oluyormuş. Ayasofya’nın yapımı bittikten sonra bu aziz Ayasofya’ya gelen insanlara yardımcı olmak için iyileştirici güçlerini terleyen sütuna aktarmış. O günden sonra bu sütuna değen bütün hastalar şifa bulmuşlar.

 

Hurafeye göre, Ayasofya'nın büyük bir kubbesi bir depremde yıkılınca, 300 rahip Mekke'ye gitmişler ve orada zemzem suyundan almışlar. Bu rahipler bunu Mekke toprağı ile karıştırıp bu sütunun altına harç olarak koymuşlar. Sütunun bu yüzden "terlediğine" inanılıyor. Bir başka inancı yukarıda anlatmıştık. Hızır Peygamber parmağını Ayasofya'daki deliğe sokmuş ve binayı Mekke'ye yöneltmiş. Terleyen direğin (ağlayan direğin) öyküsü Osmanlı döneminde ortaya çıkmış. İslam’a katılan zan ve rivayetlerle beslenmiş. Bu terleme bilimcilere sorulduğunda dedikleri şu: “Sütunun yapısı gözenekli. Kılcal damarlar yoluyla temeldeki suyu emiyor ve bu yüzden terliyor.” Sadece bu direği gözenekli taştan yapmışlar; o da hurafeye neden olmuş.

 

Eskiden bu kuyu nefes darlığına veya kalp hastalığına tutulanların sıkça geldikleri bir yer imiş. Bunlar üç cumartesi art arda aç karnına buraya gelirler, sabah namazını kılarlar ve bu sudan aç karnına üç kere içerlermiş. Bu gelenek cami müze haline getirilene kadar sürmüş. 7 metrelik bir çubuk sarkıtılsa bile kuyunun dibine ulaşılamıyor. Hâlâ su mevcut olup tadı tatlımsı ve minerallidir. Şifasını bilimciler hariç herkes konuşuyor…

 

Ayasofya'nın güney tarafında ufak ve dar bir koridorun ucunda örülmüş kapıya "açılmaz kapı" deniyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'a girdiğinde Rum Ortodoks Patriği yanındakilerle bu kapının önünde dua ediyormuş. Osmanlı ordusu kiliseye girince, Patrik bu kapıdan kaçıp kaybolmuş ve kapı bir daha açılmamış. Her paskalyada bu kapının önünde" kırmızı yumurta kabukları" ortaya çıkarmış. Bir de "Kapanmaz Kapı" miti var. Fetih günü, Fatih'in ordusundan biri bu kapıya öyle bir vuruş vurmuş ki kapı yere gömülmüş ve bir daha asla açılmamış vs.

 

Binanın güneydoğusundaki kubbeyi tutan fil ayağının bir yüzünde 6 metre yükseklikte ele benzeyen bir iz var. Fetih günü, Fatih Sultan Mehmet'in atı ürkünce Sultan eliyle bu kemere tutunmuş. Atı sütunun kaidesini zedelemiş. Pençe izi yerden 6 metre yükseklikte imiş ve bu yüksekliğe hiçbir atın erişemeyeceği şeklindeki söylentiler günümüze kadar gelmiş. Kapılarından birinin Nuh'un gemsinden yapıldığı bile iddialar arasındadır…

 

Avarlar, 575 yılında Roma’yı kuşatınca Papa 1. Benedictus, fidye vererek kendini kurtarmış. Ama Avarlar, 614-619 arasında bu kez İstanbul’u kuşatmışlar. Patrik Sergius, Ayasofya’daki kutsal ama altından olan ne varsa erittirip para haline getirerek Avarlar’a vermiş. Avarlar istedikleri kadar Bizanslı kadın da alarak kuşatmayı kaldırmışlar. Ayasofya sürekli akan bir tarih yaşamış. 1204 yılında Haçlı orduları İstanbul’u yağmalarken Ayasofya’da ne kadar kutsal eser varsa hepsini kaçırmışlar. Uzun yıllar sonra nihayet Vatikan jest yaparak kutsal emanetlerden bazı bölümleri geri vermişti.

 

Mikail Cellius adlı filozof, Bizans’ın ilk gizli teşkilatını Ayasofya’nın mahzenlerinde kurmuş. Aynı mahzenler, aynı zamanda Gnostik Hıristiyanların gizli kitabı Picatriks’in de çevirilerinin yapıldığı mekândı. Hıristiyanlar, İmparator Jüstinyen döneminde Akhineton Haçı adı verilen şekli bırakarak düz haç modeline geçmişler. Bu da ilk kez Ayasofya’da kullanılmış. Aziz Andre’nin üzerinde idam edildiği haç, çapraz formda. İstanbul’daki kilisenin kurucusu sayılan Aziz Andre’nin anısına tavana çapraz haç motifi işlenmiş. Latin komutan Henricus Dandolo, Papa’nın çağrısı üzerine İstanbul’u almak zorunda kalmış. Lakin Bizanslıların tehdidi ilginç: “Eğer bu kenti alırsan ölürsün.” Dandolo kenti almış ve ölmüş. Mezarı halen Ayasofya’dadır. Burada tabi sormak lazım: Aldıktan ne kadar sonra ölmüş?..

 

Ayasofya’da Hermetik olarak Tavandaki dört balık sembolü aslında dört Gospel’e atıftır. Balık, iman anlamına geliyor. Bu İsa’da bütünleşmiş olan imanı temsil ediyor. Baklava motifi yeryüzü anlamına geliyor. Yeryüzünün merkezinde haç, haçın merkezinde de İsa var. Sekiz çeperli gül, mantra’yı temsil ediyor. Çevresindeki sekiz köşeli yıldız ise kâinatın sekiz köşesi olduğunu gösteriyor. Bunlar aslında paganik sembollerdir. Daire, kâinat anlamına geliyor; etrafındaki minik noktalar da yıldız demektir. Bu aynı zamanda şifa sembolüdür. Kenarlardaki defne dalları da Hermetik öğretiye aittir. Aradaki haça benzer figürler de bir nevi Hermetik takiyyedirler. Sembolik yaklaşım tahrife uğrayışın hep izlerini taşımış.

 

İkinci kat balkonlarından birinde, Vikingler’e ait Rune alfabesiyle yazılmış yazılar bulunuyor. Bu en mistik yazı tarzlarından biri olan Elgir Rune’u. Aynı yazılardan, bodrumdaki mahzenlerde de var. Ayasofya'nın mahzenlerinin altındaki tünellerden Kınalı adaya kadar bir tünel uzandığı söyleniyor. Apsis yarım kubbesindeki mozaik altın zemin üzerinde ortada değerli taşlarla süslü tahta oturan Meryem, kucağında İsa ile birlikte tasvir edilmiştir. Meryem’in koyu lacivert renkte sade ve bütün vücudunu örten kıyafeti, etrafını çeviren altın zemin ile bir kontrast oluşturmuştur.

 

İmparator Kapısı üzerindeki mozaik pano 9. yüzyıl sonunda yapılmıştır. Ortada son derece süslü taşlar ve incilerle süslenmiş taht üzerinde oturmuş Pantokrator İsa bir kaide üzerine basmaktadır. Sağ eli takdis işareti yapmakta ve sol eliyle dizi üzerinde açık duran bir kitabı tutmaktadır. İsa’nın ayakları önünde secde eder durumda imparator altıncı Leon şefaat isterken görülür. İki kenardaki madalyonların birinde Meryem tasvir edilmiştir. Diğerinde ise kilisenin koruyucusu baş melek Cebrail tasvir edilmiştir. Bu tasvirler kelimelere dökülerek mesiyyat’ı oluşturmuştur. Sonra da hadis olarak bizimle buluşmuştur. Kubbeye geçişi sağlayan köşe elemanlarının yüzeylerinde yalnız kafa ve kanatlardan ibaret olan dört melek tasviri yer alır. Müslümanların melek algısına bu mozaiklerin katkısı çoktur. Evliya Çelebi ile buna katkıda bulunmuş ve tılsımlardan bahsetmiştir.

 

Akşemseddin'in ilk tefsir dersini verdiği pencere ‘soğuk pencere’ ismiyle anılmakta olup bu pencereden esen serin rüzgârın ilahiyat tahsil edecek talebeye zihin açıklığı verdiği inancı yerleşmiş. Ayasofya'nın güney tarafındaki dehlizlerde bulunan oyuk bir taş Hz. İsa'nın beşiği olarak gösterilmekteydi. Kadınlar yeni doğmuş rahatsız çocuklarını bu beşiğe koyduklarında sıhhat bulacaklarına inanmışlar. Bazı gelenekçi Müslümanların inanışlarına göre Hızır, Ayasofya'da top kandilin altında namaz kılarmış. 40 sabah aynı yerde namaz kılanların Hızır'a rastlamaları mümkün diye düşünmüşler. Hızır genellikle bir derviş kılığında görünürmüş. Eğer o anda tanınır ve eline sarılırsa dilenilen şey olurmuş. Oysaki “Hızır” ismi Kuran’da hiç geçmemektedir ve bir peygamber olan Musa’dan daha bilge olan bu kimsenin bir insan değil, elbette bir melek olabileceği akla daha uygundur. Melek kabul edilince ise bütün bu hurafeler atılabilir.

 

Ayasofya'nın kubbesindeki 4 melek tasviri de birer tılsım imiş. Bunlardan biri olarak “Cebrail sureti kanat takıp sayha vurursa (bağırsa) doğu semti ganimet olur. İsrafil sureti sayha vursa batıda kıtlığa dalalet eyler. Mikail seslense kuzey tarafında bir asi ortaya çıkar. Azrail seslense cemi âlemde taun (veba) baş gösterir” diye itikad edilmiş. Ayrıca “Caminin 361 kapısı var. Ama yüzü büyük kapıdır ve cümlesi tılsımlıdır. Defalarca saysak bir kapı daha meydana çıkar, ona dahi nişan koysak görmediğimiz bir kapı zahir olur” diyorlar.

 

Evliya Çelebi unutkanlık hastalığına tutunanların Ayasofya kubbesi ortasındaki altın top altında yedi kere sabah namazı kılıp dua etmeleri ve her vakitte yedişer siyah üzüm yemeleriyle dertlerinin iyileşeceğini yazmış. Türkiye’de canavarlar da gören bu gezgin anlaşılan eserine ilginçlik katmak istemiştir. 17. yüzyılda rüyasında Hz. Muhammed'in elini öperken "Şefaat Ya Resulallah" yerine "Seyahat" deyince kendisine gezi ihsan edilmiş ve gezilerine başlamış. İyi ki Allah’tan başka her kimden olursa olsun dili sürçüp şefaat isteyememiş. Bilimsel kriterlere pek uymayan 10 ciltlik Seyahatname'sini yazmış. Seyahatname'de rüyasında elini öptüğü kişilerin ellerinin kokusunu mutfak terimleriyle bakın ne güzellikte anlatır: "Hz. Muhammed'in elleri safran açılmış gül gibi, diğer peygamberlerin elleri ayva gibi, Hz. Ebubekir'in eli kavun gibi, Hz. Ömer'in eli amber gibi, Hz. Osman'ın eli menekşe gibi, Hz. Ali'nin eli yasemin gibi kokardı." (Kahraman-Dağlı, 2003, s. 4). O ki işi rüyalara bağlamış… Neyse…

 

“Kıble kapısının kanatları Nuh Peyamber'in gemisinin tahtasından yapılmıştır” diye koca bir yalan söylenmiştir. Tacirlerin, kaptanların o kapının önünde namaz kılıp ellerini kapının tahtasına sürmeleri ve Nuh peygamber ruhuna bir Fatiha okuyup sefere çıkmaları uğurlu sayılırmış.

 

Bu yalanlar üzerine ille bir kitap okumak isterseniz, “Ayasofya Efsaneleri” isimli kitabı okuyabilirsiniz. Yazarı Yrd. Doç. Dr. Ferhat Aslan kitaptaki efsane sayısının 100’ü aştığını söylemiştir. Bu kitapta da geçtiği üzere, Ayasofya, devlerin Kaf Dağı’ndan çıkarıp getirdikleri sütunlar ve mermerlerle yapılmış. İnşaat sırasında devlerden biri mermer getirirken bu kutsal mabette benim bir izim kalsın diye mermere vurmuş, vurduğu gibi elinin izi orada kalmış. O iz hâlâ Ayasofya’nın duvarındaki bir mermerde gözüküyormuş. Ferhat Aslan’a göre anlatılan “devin mermerdeki el izi” efsanesini herhangi bir okuldan mezun olmamış, sadece okuma yazma bilen, Ayasofya’ya da çocuklarının götürüp gezdirdiği sözlü bir kaynaktan derlenmiş olmalıdır.

 

Sadettin Efendi’nin, “Tacü’t-Tevarih” adlı eserinde şöyle bir efsaneye yer verilmiş: “Yer sarsıntılarına en açık bir bölge olarak da tanındığından, ülke mimarları yaptıkları büyük binaların altını boş bırakırlardı. Bu tedbir orada çok eskiden beri kullanılmaktaydı. Bu usulle söz konusu büyük yapı Ayasofya’nın da altı boş bırakılmış, bina sütunlar üzerine kurulmuş, kemerler üstüne oturtulmuştur. Binanın altındaki mahzen buz gibi su ile doludur. İçinde kayıkla dolaşmak mümkündür.”

 

Allah akıl vermiş… İşletmesi sana kalmış… İşlet işte… Hıristiyanlığa sokulan hurafe ve efsanelerin senin aklına da dinine de sokulmasına izin verme.

 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum