ÖMER FARUK HARMAN HOCA’YA RAHMET NİYÂZLARIMLA
2001 senesiydi. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Sosyolojisi ana bilim dalında yüksek lisansa başlamıştım. Yedi kişiydik ve beraber ihtisâsa başladığım arkadaşlarımın hepsi de ilâhiyat mezunuydu. Aralarında sosyolojiden mezun olan yalnızca bendim. Ana bilim dalı başkanımız Zeki Arslantürk Beyefendi bana; “Siz Fen-Edebiyat Fakültesi mezunusunuz. İki tane de lisans tamamlama dersi almanız gerekiyor.” dedi. Bu, bir akademik zorunluluktu.
Tercihi beraber yaptık. Târihe olan ilgimden dolayı seçtiğim iki dersten biri Dinler Târihi oldu. Yüksek lisans derslerim dışında bir de kendimden on yaş küçük lisans talebeleriyle birlikte Dinler Târihi dersine girmeye başladım. Derse bu sahanın en büyük otoritesi olan Ömer Faruk Harman Bey giriyordu. Kendisiyle ilk karşılaşmam ders ortamında oldu. Dört ay boyunca büyük bir ilgiyle dersini takip ettim. İlerleyen zaman içinde de kendisiyle aramızda daha özel bir hukuk gelişti.
Dersine girmeye başladığım ilk günden itibaren Hoca’yı sevmiştim. Bilgisi, görgüsü, nezâketi, sahasına hâkimiyeti, çelebi şahsiyeti ve engin tevâzuu ile bir başkaydı hoca. Ciddiyetini muhâfaza ederken espri yapmaktan da geri kalmıyordu. Kendisine güveni tamdı zîrâ. Nitekim dört ay boyunca talebelerinin, iyi niyetini bir kez olsun ihlâl ettiğini görmedim. İnce bir ironisi vardı. Fakat O’nun bu hâli kimseyi rencide etmiyordu. Bazen sınıfa bir soru sorar, kimseden ses çıkmayınca da tatlı tatlı “Ah, sizdeki şu tevâzu yok mu?” derdi. Kompleksleri olan bir insan değildi kesinlikle. Bu gibi ince dokunuşlarla hem öğrenciye takılıyor hem de sınıfı uyanık ve zinde tutmaya çalışıyordu. Doğrusu öğrenciler de hem kendisine karşı çok saygılı hem de gönül okşayıcı tavrından dolayı gizli bir memnuniyet içindeydiler. O’nun kadar öğrencisinin gönlünü fetheden hoca az bulunur.
Lâtif bir üslûbu vardı, büyülenmiş gibi dinlerdiniz kendisini. Hoca’yı iki buçuk saat boyunca dinleyip de; “Ders ne güzel akıyordu, keşke bitmeseydi...” dediğim çok olmuştur.
Zaman içerisinde kendisiyle ilgili olarak bende şöyle bir kanâat oluştu: Hoca, sanki insanlara dinler târihini sevdirmek için yaratılmış husûsî bir varlıktı. Bir insana mesleği ancak bu kadar yakışırdı. Hâlinden, tavrından, ses tonuna kadar bu iş için biçilmiş kaftandı. Kadîm zamanlara ait bir bahsi anlatmaya başladığında yalnızca konuya hâkimiyetiyle değil, üslûbu ve dâvudî sesiyle de sizi o devirlere götürüyordu. Dinletmiyor âdeta yaşatıyordu. Halâvetli bir üslûb ve ses tonuna sahip olduğu için O’nun yanında kendinizi İsa Aleyhisselâm ve havârileriyle beraber Kudüs sokaklarını arşınlarken bulabilirdiniz. Ya da kardeşleri tarafından hâin bir pusuya düşürülerek kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselâmın yanında…
Ayrıca Ömer Faruk Bey, insanlara yardımcı olmayı da seven bir insandı. Bu açıdan dersine girmek bana bir başka açıdan da büyük katkı sağladı. Ders dönemi bitip tez dönemine geçilirken bir araştırma konusu seçmem gerekiyordu. Kendisinden bir dönem boyunca Yahudiliği dinlemiştim. Hoca’nın dersleri sayesinde bu semâvî dine karşı olan entelektüel merakım da artmıştı. Ve sonuç olarak İstanbul Yahudilerini araştırmaya karar verdim. Saha araştırması yapacaktım. O yüzden de cemâat ile irtibat kurmam gerekiyordu. Beni, Hahambaşılığın sekreteri Yusuf Altıntaş Bey ile de tanıştırarak aramızda bir diyaloğun gelişmesine vesile oldu.
Ömer Faruk Bey, çevresinin güven ve saygısını kazanmış bir marka isimdi aynı zamanda. Kendisinin referansıyla Yusuf Altıntaş Bey’i ziyârete gittiğimde bazı ince noktaları îzâh etmek ve niyetimin ne olduğunu anlatmak isteyince Yusuf Bey sözümü keserek bana şöyle dedi: “Gerek yok, Ömer Faruk Bey gönderdiyse tamamdır.” Ayrıca Hoca’ya duyduğu hayranlığı da sözlerine ekledi.
Hoca’nın, kendisini yakından tanıyanlar tarafından bilinen bir özelliği de İstanbul’daki cemâat liderleri ve rüesâ-yı rûhâniye ile olan yakın temasıydı. Kardinal, patrik ve hahamlar zaman zaman kendisiyle bir araya gelir, teolojik meseleleri tartışırlardı. Onlar bile kendi din ve mezhepleri ile ilgili konularda Ömer Faruk Harman’ı otorite kabul etmişlerdi.
İlim hayatımızın yüz akı olan Türk Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin hazırlanmasında da kuruluş aşamasından (1981) itibaren kendisinin büyük hizmetleri olmuştur. Yıllarca ansiklopedinin mutfağında çalışmış, müellif ve redaktör olarak birçok maddenin te’lîf ve redaksiyonunu gerçekleştirmiştir.
Kendisini İSAM’daki çalışma ofisinde ziyâret ettiğim günlerden birinde bana beş-altı tane madde ismi saymış ve daha sonra da: “Ben yokken masama şu notu bırakmışlar. Ay sonunda ansiklopedinin yeni sayısı çıkıyor. O yüzden de bu maddelerin bir an evvel yazılmasını istiyorlar. İşim çok…” demişti.
2008-2010 yılları arasında evimi dostlara açmıştım. Haftada bir akşam arkadaşlarla beraber bir ilim adamını evimde ağırlıyordum. Bugün artık bazıları hayatta da olmayan birçok yıldız isim o günlerde hâneme konuk oldular. Onlardan birisi de Ömer Faruk Harman hocamızdı. Davetime icâbet ederek bir akşam evimi teşrif etti. Dört yıl boyunca (2005-2009) din hizmetleri müşâviri olarak görev yaptığı Paris’ten bir yıl önce dönmüştü. Bize, Fransa’daki dinî hayatın seyri hakkında güzel bir sohbet yaptı o akşam. Avrupa’da Hıristiyanlığın ne büyük bir gerileme içinde olduğunu anlattı.
Kendisiyle bundan iki yıl önce son kez telefonla görüşmüştüm. Yine yüksek lisanstan hocam olan Yümni Sezen Bey’den hasta olduğunu işitmiş, bunun üzerine “Geçmiş olsun!” demek, hâl-hatır sormak için kendisini aramıştım. Birkaç gün sonra da Kudüs’e gidecektik. Kudüs yolcusu olduğumuzu duyunca bana aynen şöyle demişti: “Haldun Bey, o mekânlara bir değil, birden çok gitmek gerekiyor. Fakat benim için o yollar artık biraz kapandı. Yahudiler bana televizyon konuşmalarım sebebiyle tavır koydular. Dolayısıyla artık oralara gitmeye çekiniyorum. Gümrükte, hudutta ne olacağı belli olmaz. Ama siz gidin, selâm söyleyin.” Kendisiyle yaptığımız son konuşmada bana söylediği son sözler bunlar oldu.
Tedâvî sürecinde olduğu için de bir daha kendisini rahatsız etmek istemedim, dolayısıyla da aramadım. Vedasıymış meğer, bilemedik…
Üzerinde kendisinin de hakkı olan yüksek lisans tezim, geçtiğimiz yılın ortalarında “Modernleşme Sürecinde İstanbul Yahudileri” adıyla kitap olarak da basıldı. Ziyâretine gidip eserimi kendisine bizzât takdîm etmeyi çok istiyordum. Ne diyelim, nasip olmayacakmış.
Her ölüm erken ve acıdır. Ama bazı ölümler vardır ki, arkasında doldurulması zor büyük boşluklar bırakır. Vefâtıyla birlikte Türk ilim âlemi boşluğu kolay doldurulamayacak bir büyük değerini kaybetti. Sadece ilmiyle değil, fazîlet ve nezâketiyle de marûf bir hocamız sahneyi terk etti.
Hocamıza Cenâb-ı Hak’tan gani gani rahmetler diliyorum. Mekânı cennet olsun. Kendisini hayattayken hep hayırla yâd ettim, bundan sonra da etmeye devam edeceğim.
FACEBOOK YORUMLAR