NE ERDOĞAN KAZANIYOR, NE KILIÇDAROĞLU KAYBEDİYOR; KAZANAN DA KAYBEDEN DE ONTOLOJİDİR!
MAHMUT HALDUN SÖNMEZER
“Yalanın evrensel olduğu bir zamanda, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.”
Orson Welles
Seksenli yıllarda Emel Sayın’dan dinlediğimiz bir şarkı vardı. Orada; “Gözler kalbin aynasıdır.” deniyordu. Sadece gözler mi? Bazen sözler de yüreğimizin aynası olup içimizde sakladıklarımızı sessizce fısıldar çevremize. İnsanoğlu şuûraltında meknûz olanı gayriihtiyârî ifşâ ediverir dostuna düşmanına. Söze dikkatle nüfûz ettiğinizde, söylenenlerin içine gizlenmiş bir yığın söylenemeyeni görürsünüz. Ve bu gibi durumlarda söylenemeyenler her zaman için söylenenlerden fazla olur.
Sol gelenekten gelen ve CHP’den ayrıldıktan sonra Türkiye Değişim Partisi’ni kurarak sahneye çıkan Mustafa Sarıgül’ün; “İki seçim kaybedersem genel başkanlığı bırakırım.” vaadi, içinde mebzûl miktarda söylenemeyeni barındıran bir sözdür. Ve yine Muharrem İnce’nin CHP genel başkanlığına oynadığı günlerde yaptığı bir konuşmada; eğer genel başkan olursa, iki seçim sonunda partiyi birinci sıraya çıkaramayan genel başkanın istifa etmiş sayılacağına ilişkin hükmü parti tüzüğüne koyduracağını söylemesi de benzer türden bir açıklamadır.
Her iki söz de zengin bir çağrışım silsilesine sahip olup içinde bir yığın söylenemeyeni saklamaktadır. Gelin, biz o söylenemeyenlere bir dokunalım…
Mevcut hâliyle CHP kesinlikle Batılı bir parti değil, diğerleri gibi onun da genlerinde şarklılık var. Zîrâ koltuğa yapışmak bir şark âdeti. Batı’ya öykünen ve rotasını bugüne kadar hep oraya çevirmiş CHP’nin genel başkan adayları, orada siyâset adamlarının tek seçim kaybettiklerinde istifa edip oturdukları koltuğa veda ettiklerini görmüyorlar mı acaba?
Ve sekiz seçim kaybeden Kılıçdaroğlu’nu yerden yere çarpan Muharrem İnce, iki seçim kaybettiğinde ma’zûr mu görülmeli? Sekiz seçim kaybetmek affedilemez bir suç da, iki seçim kaybetmek tolere edilebilecek bir durum mu? Hele de Batılı bir parti olmakla övünen bir siyâsî teşekkülün genel başkan adayı için?
“İki seçim kaybedersem giderim.” sözü, her ne kadar parti menfaatini şahsî hırsının önünde tutan sûret-i haktan yana bir açıklama gibi görünse de, işin hakikati hiç de öyle değil. Sözün altında; “Benim de kazanma şansım zayıf; ama ben en azından sekiz-dokuz seçim boyunca o koltukta oturmam. Siyâsetin önünü tıkamam, iki sefer kaybedersem bırakırım. Sizi bugünkü zât gibi usandırmam.” serzenişi var.
Anlaşılır gibi değil. Daha işin başında kaybetmeye endeksli bir psikolojiyle yola çıkılıyor. Kazanma üzerine değil de kaybetme üzerine hesaplar yapılıp sözler veriliyor. Nedense işe olumlu tarafından değil de, olumsuz tarafından bakılıyor. Ve dahası genel başkan adaylarında, iktidârın hırs, ümit ve heyecanı da pek görülemiyor.
Peki, daha yolun başında genel başkan adaylarını böyle bir tutum almaya iten sebep nedir? Niçin daha bidâyette böyle bir açıklama yapılır? Cevabı belli: Çünkü CHP iktidâr ümidi taşımıyor. İktidâr olabileceğine kendisi de inanmıyor. Tabiatıyla bu psikoloji genel başkan adaylarında da mevcut.
Peki, daha ilk adımı atarken kaybedeceğini düşünen, bunu açıktan itirâf edemese de dolanarak söyleyen bir siyâset adamı niçin bir partinin genel başkanlığına soyunur? Bir genel başkan adayı için siyâsetin nihâî hedefi partisini iktidâra taşımak değil midir?
Bugün CHP’nin genel başkanlığına oynayan tüm genel başkan adayları ve onların yakın çevrelerinde kümelenmiş şahıslar, iktidâr olmaya değil, ana muhâlefet partisi yönetiminde olmanın iktidârına taliptirler. Zîrâ ana muhâlefetin yönetiminde olmak da kendi içinde bir iktidâr alanı oluşturuyor. Buna ek olarak CHP genel başkanı, sadece genel başkan olmuyor, büyük bir mal varlığının yöneticisi ve Türkiye’nin en büyük finans kuruluşunun (İş Bankası) da idâresinde söz sahibi oluyor. Ayrıca Türkiye’nin en köklü partisinin de başına geçmiş oluyor. Bunlar, Türkiye’deki hiçbir siyâsî kuruluşun sahip olmadığı imtiyâzlar.
Sağ siyâsetin içinden gelmesine rağmen, bugün CHP’de siyâset yapan Mehmet Bekaroğlu bir seferinde; “Kim gelirse gelsin, kimlik siyâseti devam edecekse CHP’yi yüzde 20-22-23’lerden öteye taşıyamaz!” demişti.
Evet, bu söz önemli ölçüde doğru. Yalnız madalyonun bir de öteki yüzü var. CHP’ye bütün başarısızlığına rağmen oy veren kitle, onu kimliğinin bir parçası olarak gördüğü için destekliyor. CHP’nin, kimlik siyâsetini terk etse bile, toplumun farklı kesimlerinden oy alabilme imkânı yok! Ayrıca bu durumda kendisine destek veren seçmen kitlesini kaybetme ihtimâli de çok yüksek. Yani mevcut seçmen kitlesini koruyabilmek için bile kimlik siyâsetine sarılmak zorunda. Ondan yüz çevirmek, varlık sebebine ihânet etmekle eş değer bir durum. Fakat ona sarıldıkça da toplumun farklı kesimlerine açılabilme ihtimâli ortadan kalkıyor.
Kısacası kutuplaşma ve onun altında yatan daha derin sosyolojik gerçekler, ana muhâlefet partisini dar bir alana sıkıştırmıştır. Ancak o sahanın içinde siyâset yapabilir, taktik ve strateji üretebilir. Farklı bir sosyal kimliğe hitap edecek politikalar geliştirmeye başladığında ise bu durum, evvelemirde ait olduğu kimliğin mensupları tarafından şiddetle eleştirilecek ve daha ileri aşamalarda da büyük kopuşlara sebebiyet verecektir. Yani dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olma ihtimâli var.
Ontik ayrışmanın bu kadar keskin yaşandığı bir toplumda kimlik siyâsetinin, politik mücâdelenin belirleyici öznesi olması kaçınılmaz bir durum. Ve öyle bir toplumda partiler, kendi tabanlarını elde tutmaya her zamankinden daha fazla muhtâçlar.
Böyle bir siyâsî iklimde taban genel başkana değil, parti yönetimi ve genel başkan üzerine oturduğu seçmen tabanına mahkûmdur. Ana muhâlefetin bir türlü iktidâr olamamasının sebebi, kesinlikle genel başkanlar ya da parti yönetimleri değil, ontik ayrışmadır. Çünkü Türk toplumunun çoğunluğunu oluşturan %70’lik ana kitleyle CHP fikriyâtının üzerine oturduğu pozitivist ontoloji arasında aşılmaz bir uçurum var.
Kanâatimce bugüne kadar hiçbir CHP genel başkanı seçim kaybetmemiştir. Her seçimde kazanan millî-islâmî değerlere vurgu yapan ontolojiler, kaybedense CHP’nin üzerine oturduğu pozitivist ontolojidir.
CHP’nin problemi kesinlikle lider değil. Bunun en açık delili, liderlik vasıfları tartışmasız olan Mustafa Kemal’in hayatı boyunca bir kez olsun halk tarafından seçilerek iktidâra gelmemiş olmasıdır. İki sefer çok partili hayata geçiş denemesinde bulunmuş, halkın kendi kurduğu partiyi tasfiye edeceğini görünce de, muhâlif partileri kapatmıştır. Çok partili hayata geçildikten sonra da CHP, tek başına iktidâra gelememiştir. Ancak başka partilerin eteğine yapışarak koalisyon ortağı olabilmiştir.
Otuz dört yıl CHP’nin başında duran İsmet Paşa, çok partili hayata geçildikten sonra, şâibeli olan 1946 seçimleri dışındaki hiçbir seçimi kazanamamıştır. 1950’den sonraki yirmi iki yıl boyunca da yalnızca bir kere, o da 1960 sonrasındaki darbe ortamının sağladığı şartlarda ancak bir koalisyon hükûmeti kurmaya muvaffak olabilmiştir.
Kısacası CHP, üççeyrek asırdan bu yana ontik ayrışmanın getirdiği çaresizliği yaşıyor. Bu ise kesinlikle devası olmayan bir dert.
Her seçim sonrasında lider ve parti üst yönetimine ateş püskürenlerin en az lider kadar kendilerini sorgulamak zorunda olduklarını görmeleri lazım. Çoğunluk ise bu sorgulamayı yapacağı yerde parti yönetimi ve genel başkanın şahsında günah keçisi aramakla meşgul. En azından taban, parti yönetiminin kendisinden bağımsız bir şey yapamayacağını görmek zorunda.
Mes’eleye bu açıdan yaklaşıldığında yıllardan beri seçimleri kaybeden CHP olmadığı gibi, yine aynı şekilde kazanan da AKP değildir. Ve liderlerin sergilediği performansın seçimlere etkisi de sanıldığından daha azdır. Seçimler iki ontolojinin kavgasına sahne olmakta ve hemen her seferinde galip gelen Türk milletinin ekseriyetinin mensubu bulunduğu ontoloji olmaktadır.
İşte CHP genel başkanının, son günlerde başlattığı özellikle de toplumun kendi kemikleşmiş seçmen kitlesi dışında kalan kesimlerine yönelik “barışma, helalleşme” girişimlerini bu çerçevede okumak gerekiyor. Nihâyet CHP, kendi geçmişiyle yüzleşmeden iktidâr olamayacağını görmüştür. Fakat mevcut şartlarda bu o kadar zor bir iştir ki, attığınız her adımda başınızın üzerine bin tane balyozun inmesi kaçınılmazdır. Zîrâ o yüzleşmeyi yapmak, bütün bir mâzîyi inkâr ve de varlık sebebinizi tartışmaya açmakla eşdeğerdir. O yüzden de yapılamaz. Bir süre sonra bu işten geri dönüleceğinden en ufak bir şüphe duymuyorum.
CHP’de değişim, ancak tabandan başlar. Tavandan başlayacak bir değişim, parti içinden gelecek daha şiddetli reaksiyon ve bölünmelerin fitilini ateşler yalnızca. Koca bir tabanın böyle bir sorgulamaya yanaşması da mümkün olmadığına göre, ana muhâlefetin bundan sonra gireceği seçimlerde de başarı şansı yok denecek kadar azdır.
Şu durumda lider ve parti yönetimini kıyasıya eleştiren tabanın öncelikle kendisini sorgulaması gerekiyor. Eğer bu sorgulamayı yapmaktan kaçıyorsa, başarısızlığın faturasını da parti yönetimine kesemez. Zîrâ hiçbir yönetim ve genel başkan, tabanın kendisini sınırladığı böyle bir vasatta partisini iktidâra taşıyamaz.
FACEBOOK YORUMLAR