TAKSİM AYASOFYA’NIN MÜTEMMİMİDİR
Taksim Meydanı ile Ayasofya Müzesi, bu ülkedeki lâik-kemâlist aydınların üzerine titredikleri iki önemli semboldü. Birinin müze olarak muhâfazası, diğerininse merkezinde ve çevresinde hiçbir dinî motifin olmadığı seküler bir mitolojiyi yansıtması onlar için çok önemliydi. İslâm dışındaki dinlerin toprağa akseden gölgesi bizdekilerin lâiklik anlayışına ters düşmediği için de Aya Triada Kilisesi’nin uzaktan meydana göz kırpan silueti onları rahatsız etmiyordu. Taksim Meydanı ve çevresindeki alan âdetâ onların hayallerini süsleyen Türkiye’nin bir minyatürü olup nefes alıp verdikleri, kendilerini mutlu hissettikleri, yalnızca onlara mahsûs bir özel yaşam alanıydı.
İstanbul’u fethettikten sonra bölgedeki son haçlı artıklarını da temizleyen ve sonrasında da Suriçi’ne kılıcıyla olduğu kadar kalemiyle de su verip onu bir Türk-İslâm beldesi hâline dönüştüren kudret, ne yazık ki aynı başarıyı burada gösterememiş, öncesinde de Frenklerin yurdu olarak bilinen Galata ve çevresini fethin manevî halkasına dâhil edememiştir. Maddesine sahip olduğu mülkün mânâsına kendi mührünü vuramamıştır.
Beşiktaş Stadyumunu solunuza alıp yukarıya doğru ağır ağır çıkın. Gümüşsuyu denilen mevkie doğru ilerlerken çevrenize dikkatle bakın. Taksim Meydanı’na ayak bastıktan sonra ise solunuza The Marmara Oteli’ni alıp bütün bir sahaya (câmi inşâ edilmeden önce) kuşatıcı bir nazarla yaklaşın. Akabinde de kendinize şu soruyu sorun: “Ben neredeyim, burası neresi?”
Açıyı biraz daha genişletelim. Tünelden başlayıp bütünüyle Beyoğlu’nu içine alan ve Taksim’den kuzeye doğru yönelerek Nişantaşı, Osmanbey, Şişli gibi menzilleri de içine katarak Mecidiyeköy’e kadar uzanan bölgeyi de benzer bir dikkatle gezin. Ve bu sefer de kendinize şunu sorun: Bu geniş sahanın, bizim bin yıllık kültürümüzle ülfet ve ünsiyeti nedir?
Paris’e gitmiş, Şanzelize’de yürümüş birisi olarak söyleyebilirim ki, bu güzergâhın oradan pek bir farkı yok. Yalnızca orası daha gösterişli ve lüks. Her köşe başında gayrimüslimlere ait ibâdet mekânlarının olduğu, azınlıklara ait okullarla, Batı tipi eğitim müesseselerinin yoğunlaştığı, yurtdışından ithal lüks ürünlerin büyük alışveriş merkezlerinde pazarlandığı, sinema, tiyatro ve Avrupaî eğlence mekânlarının boy boy sıralandığı bu alan, hemen her şeyiyle lâik-seküler kesimin arzu ve göz zevkine göre tersim olunmuştur.
Bu gürûhun önde gelenlerinin son yolculuklarına çıkarken seçtikleri mekân bile oradadır. Göbeğin kesilmesiyle başlayıp mezârlıkta son bulan hayat macerasının bir evvelki durağı câmidir. Her ne kadar bütün hayatlarını millî-islâmî ölçülere burun kıvırarak yaşasalar, ikrâh edercesine uzak dursalar da, onların da kafa kâğıtlarının din hânesinde bizim gibi “İslâm” yazar.
Bunların çok az bir kısmı, “Öldükten sonra cesedimi yakın.” ya da “Dinî merâsim istemiyorum.” der. Yani islâmî usûllere göre gömülürler. Nedense yaşarken tenezzül etmedikleri bir hayatın son sahnesini, toprakla kucaklaşmadan önce kendilerine layık görürler.
Teşvikiye Câmii neo-barok stilde inşâ edilmiş bir mabet. Belki de onun en uç örneği. Cephesinden bakıldığında İslâm mîmârisinin alışılmış çizgilerinden uzak, daha çok Roma-Yunan tapınaklarını andıran bu yapı, bahse konu zevâtın âhiret kayığına bindirildiği yerdir.
İşte bütün dönme cenâzeleriyle birlikte, burjuvazimizin ve sonradan görme sosyetemizin en nâmlı sîmâlarının naaşları da Taksim’in arka bahçesindeki tapınağa benzer bu yerden kaldırılır.
Bu insanlar, miting, yürüyüş ve gövde gösterilerini de ekseriyetle orada yapar. Gezi Parkı gibi ülkeyi karıştıracak sokak hareketlerinin fitilini oradan ateşler. Bu tür işler için hep Taksim ve çevresine yönelir. Neden mi? Çünkü burası onların merkez üssü, hayalini kurdukları dünya cenneti ve seküler şehir modelinin bir prototipidir de onun için… Ellerinde olsa bütün Türkiye’yi ona benzetirlerdi.
Bizdeki lâik-kemâlist aydınlar, Türkiye’yi her zaman yüzü Batı’ya dönük bir ülke olarak hayal ettiler. Kamudaki kılık-kıyafet mecburiyetinden, üniversitelerdeki başörtüsü yasağına kadar geçmişte yaşanmış birçok insan hakları ihlâlinin altında hep Türkiye’nin yüzünü Batı’ya çevirme, onu geri kalmış bir ülke imajından kurtarma dürtü ve kompleksi yatıyordu.
Bu yüzden de, patronajını elinde tuttukları konularda çok kıskanç oldular ve standart dışı gördükleri kesimleri dışlamakta da hiçbir sakınca görmediler.
Birkaç yıl önce yayıncılık sektöründe çalışan bir arkadaşımdan dinlemiştim. Bir davet üzere başörtülü eşiyle beraber bir operanın galasına katılmışlar. Gösterim esnasında yakınlarında çok meşhûr bir komedi sanatçısı hanım oturuyormuş. Arkadaşım bana; “Bizi görünce varlığımızdan rahatsız oldu ve bakışlarıyla da “Burada ne işiniz var?” dercesine bizi süzdü.” demişti. Hem eşi hem kendisi, her ikisi de kadının beden dilinde aynı mânâyı hecelemişler.
Bu gürûh zaman içinde Ankara-Çankaya, İzmir-Karşıyaka, Kadıköy, Florya, Bağdat Caddesi, Tunalı Hilmi gibi bazı semt ve şehirlerde örnek yaşam alanları oluşturdu. Onlar için buralar, yaşadıkları ülkenin itici ve kerîh buldukları muhâfazakâr ve islâmî yüzünü örten kurtarılmış bölgeler gibiydi. Taksim ve çevresiyse hepsinin üzerinde, simgesel anlamı da olan bir yerdi.
1928’ten beri bu meydanın ortasında, Paris’teki Zafer Takı’nı andıran bir Cumhuriyet Anıtı var. Yirmili yılların fakir Türkiye’sinde halktan toplanan bağışlarla yapılan ve kadrosu içinde Cumhuriyetin kurucularıyla beraber iki Sovyet generalini de bulunduran bu anıt, meydana mührünü vuran en önemli unsurdur.
O yılların bayındırlık hizmetlerinden mahrûm, en tabiî ihtiyâçlarını bile karşılamaktan uzak Türk halkı için, anadan üryan bir kadın bedenine iliştirilmiş şık bir fuları andıran bu taş yığını, gereksiz, absürt ve de halkın yoksulluğuyla dalga geçen bir hilkât garibesidir.
Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner. Zaman ve şartlar değişince hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor. Evet, daha düne kadar meydana hâkim olan bu dikkat çekici eser, bir zamanlar sahip olduğu istiklâli, bugün artık üzerine düşen çifte minârelerin gölgesiyle paylaşmak zorunda.
Geçtiğimiz günlerde Taksim’e gittim. Defalarca oradan geçmiş birisi olarak otobüsten iner inmez eskisinden farklı bir atmosferin içine girdiğimi fark ettim. Meydanın havası değişmişti. Su makseminin arkasından yükselen câmi, çevredeki en dikkat çekici yapı olarak arz-ı endâm ediyordu. Bir zamanlar Roma savaş tanrısı Mars’ı andıran ortadaki anıt ise sanki üzerine düşen gölgenin ağırlığı altında eziliyor gibiydi.
Merhûm Sami Karamısır Paşa’nın naklettiğine göre bir gün Turgut Özal kendisine; “Bu iş, beni de aşıyor.” demiş. Bu ne menem iştir ki, hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış bir zât; “Elimden bir şey gelmiyor.” diyebiliyor. Bu sözler, yakın zamanlara kadar Türkiye’nin Türkiye’den yönetilemediğinin itirafıdır. Ya da daha iyimser bir yorumla şu denebilir: Direksiyonda biz olsak da birileri istedikleri zaman frene basabilmektedir. Ancak kısa bir süre önce bu devlet, içişlerinde hem direksiyonu hem de freni kontrol edebilecek bir güce ulaşabildi.
Rumeli Hisarı’ndaki Fetih Mescidi’nin ihyâsından sonra Ayasofya’nın da ibâdete açılması geçmişte bize ait olan iki kalenin yeniden fethiydi. Biri câmi iken müzeye, diğeriyse mescitken konserlerin verildiği bir amfitiyatroya çevrilmişti. Her ikisi de fethin sembolü olan bu iki dinî-târihî mîrâs, yıllarca seküler bir kimlik altında yaşadıktan sonra yeniden kadîm kimliklerine kavuştular.
Osmanlı’dan beri Galata ve çevresi azınlıklara ait bir bölgeydi. Cumhuriyetten sonra gayrimüslimlerin önemli bir kısmının İstanbul’u terk etmesine rağmen, onların yerini kendilerini “lâik” olarak tanımlayan bu toplumun öz kültürüne düşman yerli azınlıklar aldı. Kâğıt üzerinde bizden görünen bu şahısların önde gelenlerine yılbaşı ve Christmas’da Saint Antoine’da rastlayabilirsiniz. Birçoğunun azîz heykelleri önünde eşine az rastlanır bir huşû ve ihtirâmla mum dikip dilek tuttuklarına şâhit olabilirsiniz. Patrik ve papaz ellerine öpücükler kondurduklarını görebilirsiniz.
Eskiden Ramazan girdiğinde evlâdına; “Müslümanların oruç ayı, sakın dışarıda bir şey yemeyin.” diyen saygılı bir azınlığımız varken bugün ezân okunurken ellerinden gelen her türlü hayâsızlığı sergileyen, bir de utanmadan ıslık çalan yerli bir azınlığımız var.
Sayıları az da olsa bu yerli azınlık, güç itibarıyla çoğunlukta olup daha düne kadar Türkiye’yi yönetiyordu. İşte yazının girişinde koordinatlarını verdiğimiz Taksim ve çevresi bu gürûhun üzerine titreyip patronajını elinde tuttuğu bir sahaydı.
Bu sebeple Taksim’e câmi inşâ edilmesi daha ileri bir aşamadır. İlk ikisinde, kaybedilmiş iki menzil yeniden kazanılırken Taksim Câmii’nin inşâsıyla beraber, öncesinde de bize ait olmayan bir halka fetih zincirine eklenmiştir. Kısacası bu özelliğiyle Taksim Câmii, her ikisinden de daha önemli olup Galata ve çevresine de Türk-İslâm kimliğinin vurulmaya başlaması yolunda atılmış daha ileri bir adımdır.
Taksim Meydanı, Ayasofya Câmii ve Fetih Mescidi işlevsel değerinden ziyâde sembolik anlamı yüksek olan yerler. Onlara bakarak Türkiye’nin hangi istikamete doğru yol aldığını görebiliriz. Son yıllarda, kısa aralıklarla her üçünün statüsünde meydana gelen birbirini tamamlar mahiyetteki değişim, bu ülkede güç dengelerinin artık milletten yana değişmekte olduğunu apaçık gösteriyor.
Mütedeyyin kesimi bundan on yıl öncesine kadar eğitim kurumlarında barındırmayan, başörtüsü sebebiyle çizgi dışına iten, sakal-bıyık yüzünden ordu evlerine sokmayan zihniyet, şimdilerde eski gücünü kaybetmiş olup ciddî bir gerileme içindedir.
Onlar 1950’den sonra siyâsî iktidâra veda ettiler. Seksenli yıllardan itibarense o güne kadar tanımadıkları bir güç, ekonomik iktidârlarına ortak oldu. Fakat bugüne değin kültürel iktidâr hep onlarda idi. Belki de bunun bir sonucu olarak yakın zamanlara kadar Taksim’e câmi yaptırmamayı başardılar. Bu sahada güç, hâlâ onlar da olsa da, yavaş yavaş bazı şeylerin değişmeye başladığı da görülüyor.
En azından bu millet, Hıristiyan-Siyonist ittifakıyla, onların yerli işbirlikçilerinin tapulu mülkü olarak gördükleri bir meydana artık inancının sembolünü dikebiliyor.
Bundan böyle bu yerli azınlıklarla, onların dışarıdaki ağababalarına verilecek hiçbir tavizimiz yok. Bugün devlet, kimi asırlar öncesinde, kimi de yakın geçmişte millî varlığımıza sızmış rûh kökümüzün düşmanı hâbis urları bir bir temizliyor. İnşâallah bu temizlik bundan sonra da devam edecek.
FACEBOOK YORUMLAR