Türkiye’nin Alfabesi: Türk-İslam Kimliği

Türkiye’nin Alfabesi: Türk-İslam Kimliği 4 şubat 2012 milat gaz.

Türkiye’nin Alfabesi: Türk-İslam Kimliği
05 Şubat 2012 - 22:24

Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş
Sultan Selim

Sultan Selim-i Evvel’i ram etmeyip ecel
Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedî
Gök nura gark olur nice yüz bin minareden
Şehbal açınca ruh-i revan-ı Muhammedî
Yahya Kemal

Birkaç yıl önce tanınmış bir şair “Türk” kelimesinin “küfre karşı kılıç çeken, kâfirlere karşı cihat eden Müslüman” demek olduğunu açıklamıştı. Sadece küfr kelimesinin “örtmek” (gerçeği örtmek) anlamına geldiğine ya da Türk kökenli on altıncı yüzyılda İslam dünyasının bütün merkezlerine hükmetmekte olduğuna benzer şeyler söylemiş olsaydı bu hiç şaşırtıcı olmazdı; ama bundan daha fazla bir şey, olgusal olarak alındığında söyleyenin ya bir hayal âlemine artık geri dönülemeyecek biçimde gömülmüş olduğunu ya da kendini performansıyla var etmeye alışmış kişilerde sık görülen bir şaşırtma efekti adına biraz fazla zorlama bir yere savrulduğunu düşündürmesi gereken bir şey söylüyordu aslında bu şair. Mücahit ve Türk kavramlarının, hatta Müslüman ve Türk kavramlarının birbirine eşitlenemeyeceğini fark etmek için ne tahsile ne de tefekküre ihtiyaç vardır. Öyleyse bu şair, wishful thinking ya da hüsn-i kuruntu denen şeylerin üstelik de ancak en ham hamasete aç kulaklara hoş gelecek bir örneğini sergilemenin ötesinde ne demek istemiş olabilirdi ki?

Kişisel olarak bazı hayallerin değerlendirmesini birkaç cümlede yapıp geçebilecek durumda değilim, çünkü bir yandan bir medeniyet projesi, İslamî bir medeniyet projesi inşa etmekten söz eden birçok kişinin bizatihi “medeniyet” kavramına karşı bile eleştirel davranmak gerektiğini pek fazla hissetmiyor görünmesinden ve bir yandan da sürekli eleştirellik ya da özgürlükten bahsetmeye çok hevesli birçoklarının aslında hiç de dillerine doladıkları bu kavramların hakkını verecek durumda olmaması ya da bunun hakkı olarak işaret ettikleri şeylerin apaçık ortada olan çıkmazlarını görmezden gelmesi veya görememesinden mustaribim. Ve bütün bunların yerine, Türk-İslam nitelemesiyle anılan Osmanlı-Türk medeniyetinin geçmişte kurumsallığının bir abidesi olarak Süleymaniye’yi ve muhalefetinin bir abidesi olarak da mesela Muhyi’nin Zahid Bizi Tan Eyleme’si gibi metinleri (modern kavramlarımız arasında en değerli olanlarına kolayca tercüme edilebilecek oluşlarıyla bile şaşırtıcı metinleri) üretebilmiş olduğunu hatırlatacağım. Daha ötesi, galiba, diğer her şeyden çok hayallerin içini doldurma yeteneğine bağlı.

Birkaç yıl önce tanınmış bir şair “Türk” kelimesinin “küfre karşı kılıç çeken, kâfirlere karşı cihat eden Müslüman” demek olduğunu açıklamıştı. Sadece küfr kelimesinin “örtmek” (gerçeği örtmek) anlamına geldiğine ya da Türk kökenli hanedanların (Osmanlı, Safevî ve Babürlüler) on altıncı yüzyılda İslam dünyasının bütün merkezlerine hükmetmekte olduğuna benzer şeyler söylemiş olsaydı bu hiç şaşırtıcı olmazdı; ama bundan daha fazla bir şey, olgusal olarak alındığında söyleyenin ya bir hayal âlemine artık geri dönülemeyecek biçimde gömülmüş olduğunu ya da (edinmiş olduğu bir statü üzerinden isbat-ı vücud etmeye çalışan insanlardaki sayısız deformasyona karşılık) kendini performansıyla var etmeye alışmış kişilerde sık görülen bir şaşırtma efekti adına biraz fazla zorlama bir yere savrulduğunu düşündürmesi gereken bir şey söylüyordu aslında bu şair. Mesela Cahız gibi bir yazar gerçekten de Türkler’i Medine’de İslam’a kucak açmış Ensar’la kıyaslayan orta hacimde bir risale kaleme almıştır; ama buna karşılık, daha eski İslam klasiklerinde açık bir şekilde “Türkler’e karşı cihat”tan bahsedildiği cümleler bulmak da mümkündür. Mücahit ve Türk kavramlarının, hatta Müslüman ve Türk kavramlarının birbirine eşitlenemeyeceğini fark etmek için ne tahsile ne de tefekküre ihtiyaç vardır. Öyleyse bu şair, wishful thinking ya da hüsn-i kuruntu denen şeylerin üstelik de ancak en ham hamasete aç kulaklara hoş gelecek bir örneğini sergilemenin ötesinde ne demek istemiş olabilirdi ki?

Bir Kavramın Soykütüğü Üstüne

İslam kaynaklarındaki Türk imgesi üzerine (örneğin klasik İran şiirinde, galiba bugün Uzak Doğu sinemasındaki oyunculardan yakışıklı olanlarına kıyaslanabilecek bir çehre gibi tasavvur edilen “Türk” güzellik timsalidir) bir şey söylemiş olamazdı, çünkü söz konusu İslam kaynaklarında böylesi bir milliyet anlayışının önemsendiğini görmek imkânsızdır. Gazalî, bir İranlı, Platon ve Aristoteles’e dayanan şehevî, gadabî ve aklî kuvveler ayrımı ve buradan yola çıkan ahlak anlayışını ulusal kimliklerle örneklendirirken ne Bedevî Araplar’a, ne kendi mensup olduğu Fars toplumuna ne de Türkler’e iltimas geçer.
İbn Teymiyye, bir Kürt, her halkın kendi Bedevîler’ine sahip olduğunu açıklar ve

Araplar’ın Bedevî olanlarına karşılık Rumlar’ın Bedevîler’inin Ermeniler, Farslar’ın Bedevîler’inin Kürtler ve Türkler’in Bedevîler’inin de Moğollar’a tekabül ettiğini belirtir. Ve Firdevsî, çok büyük ihtimalle, İranlılar’ın destansı rakibi olarak Türkler’i göstermiş olmasının onlara ancak şeref katacağını rahatlıkla iddia edebilirdi. Haçlılar’ı püskürten Memluklar’dan “Türk aslanları” olarak söz eden Arap tarihçilere karşılık, siyaseten muhtaç olduğu Selçuklu sultanının kendi kızıyla evlenmek isteyebilmesini zor hazmeden bir Abbasî halifesi ya da isyan edip duran halkı etrak-ı bi-idrak olarak anmaktan hiç gocunmayan Osmanlı tarihçileri hemen hatırlatılabilir. Aslında, bu ülkenin bugün kullandığımız ismi bile Osmanlılar tarafından ancak çok uzun süre sonra benimsenmiş Batı kaynaklı bir kelimedir.


Ama tam da Osmanlı geçmişi belli ki şairin böyle bir tanım önerirken zihninde tuttuğu şeydi. Çünkü henüz Türk kelimesinin varolmadığı bir çağa ait Hunlar ya da Orkun Kitabeleri’nde yeterince olgun bir Türk kimliği duygusu taşır görünen Göktürkler değil, Osmanlı kendini daima cihat üzerinden tanımlamış ve bunun üzerinde sürekli ısrar etmiştir. Ve yine aynı Osmanlı geçmişi nedeniyle, Batı dillerinde yazılmış metinlerde uzun süre Türk ve Müslüman eşanlamlı kelimeler olarak kullanılmış ya da (tıpkı Türkler’in İslam’ı genellikle İranlılar üzerinden tanımış olması gibi) İslam’ı Türkler üzerinden tanıyan Balkan halklarında Türk ve Müslüman kelimeleri iç içe geçmiştir. Buna rağmen, Osmanlı ve Türk ilişkisinin, hatta Osmanlı ve İslam ilişkisinin dümdüz ilişkiler olmadığı da iyi bilinmektedir. Osmanlı iktidarı ve entelektüelleri uzun yüzyıllar boyunca reaya kelimesini Müslüman ya da gayr-ı müslim ayırt etmeksizin bütün yönetilenler için kullandıktan sonra, reayanın sadece siyasî azınlık olarak kabul edilen gayr-i müslimleri ve millet-i hakimenin de Müslümanları ifade ettiği başka bir yüzyıl gelmiş ve o yüzyıl iyice ilerlediği sırada bile, milliyetçi bir gururla “Biz Türkler…” diye söze başlayan bir subaya basit bir asker “Estağfirullah, biz Türk’üz, siz Osmanlı’sınız” karşılığını vererek saygı göstermesi gerektiğini düşünebilmiştir. Yeryüzü üzerinde söylenmiş belki de en erkek şiirlerden biri, Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” mısraı yine on dokuzuncu yüzyıldaki yarı göçebe Türkler’in bakış açısını mükemmel olarak ifade eder.

Yerleşik olanlarsa şöyle söylemiştir: “Şalvarı şaltak Osmanlı / Eteği kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yemede ortak Osmanlı…” Kısacası, Aşık Paşa’nın meşhur pasajında anılan Rum (Anadolu) abdal, gazi, ahi ve bacılarıyla Osmanlı iktidarı arasına yeterince uzun ve çok aşamalı bir kurumsallaşma tarihinin (Orhan, Fatih, Yavuz ve Kanunî dönemleri herhalde en belirleyicileridir) mesafesi girmiştir ve her ne kadar yeniçerilerin geleneksel Bektaşîliği gibi birçok unsurda eski hatıralar muhafaza ya da manipüle ediliyor olsa da, bir iktidar olarak Osmanlı’nın mesela Bizans tarihiyle ilişkisi (çiftlik sisteminden musıkîye ya da siyasî kültürden dinî mekanın örgütlenişine kadar çok derin bir Bizans etkisi söz konusudur) bu Türkler’le ilişkisinden daha fazladır. Yine de, hiçbir zaman Türk kökenini unutmamış olan hanedan (ki Osmanlı her ne kadar dünya tarihindeki en uzun ömürlü devlet olmamışsa da muhtemelen en uzun ömürlü hanedan olmuştur) ve hiçbir zaman Türkçe’den başka kurumsal bir dil aramamış olan yönetimin gün geçtikçe diğer herkese tercih edeceği kitle Türkler olacaktır.

Hayaller ve Ötesi

Bu Türklüğün, kendini diğer her şeyden çok bir cihat örgütlenmesi olarak takdim etmeye ve bununla gurur duymaya alışmış bir devletin hem ilk kökeninde hem de uzun ve karşılıklı maceraların ardından döndüğü sığınakta karşılaşılan Türklüğün içeriğinde (ya da, daha doğru bir ifadeyle, kurgulanışında) aynı kalan az sayıda unsurun en belirleyicisiyse, kuşkusuz, yine İslam vurgusu ve kendini İslam’ın savaşçısı sıfatına başvurarak yüceltme alışkanlığıdır. Taşköprülüzade’nin Şakaik’i metin içinde kendini “Rum (Anadolu) âlimleri” üzerine bir eser olarak tanıtır ve ya dönemleri ya da coğrafyaları esas alan tabakât kitaplarının alışıldık geleneği de budur zaten, ama Taşköprülüzade’nin çalışmasının başlığı hiç alışıldık olmayan şekilde Eş-Şakaiku’n-Numaniyye fi Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye’dir ve “Osmanlı Devleti âlimleri” gibi bir niteleme, galiba, devlet ve dinin ne kadar iç içe girmiş olduğunu açıkça gösterir. Birkaç yüzyıl sonra, Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sıysa okura çok kısa bir peygamberler tarihi ve nispeten yine kısa bir siyer anlatısı sunduktan sonra Emevî ve Abbasî halifelerine geçer ve nihayetinde de bir Osmanlı tarihine dönüşür. Hz. Adem’le başlayıp kıyamet, ölüm ve ahiret bahisleriyle son bulan eski evrensel tarihlerin şaşırtıcı kurgusuna karşılık, Cevdet Paşa son halkasını Osmanlı hilafetinin temsil ettiği bir İslam tarihi yazmayı önemsemiştir. Bugün okumaya alışık olduğumuz ders kitaplarında birbirinden ayrı başlıklar altında ele alınan İslam ve Türk tarihlerini ayırt etme lüzumu hissetmemekle kalmamakta, ama onları özellikle birbirine bağlamak istemektedir ve Cevdet Paşa’nın kurduğu bu bağ hiç de yapay değildir. Bu bağın halk tarafından sürekli yeniden üretilebildiğinin örneği olarak “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” gibi belirli siyasî partilerin sloganına dönüşmüş ifadeleri anmak galiba tatsız olabilir. Ama stadyumlarda çok sık duyulmuş “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi! İşte bu, Türkler’in ayak sesleri!” tezahüratı da aslında aynı toplumsal kodlara atıf yapar. Bu tezahüratın belirgin avamîliği (her şeyden önce futbol stadyumlarında atılmakta ve spor karşılaşmasını siyasî mücadeleyle karıştıran basit psikolojiyi yansıtmaktadır) ve dışa vurduğu kolayca teşhis edilebilecek ezilmişlik duygusu, bir diğer taraftan, mevcut durumu kesinlikle hazmedemeyen bir gururun hala ayakta ve canlı olduğunu da ortaya koyuyor: Türkler kâfirleri kovalamaya alışmış olan ve bunun aksini kolay kolay hazmedemeyen Müslümanlardır. Tıpkı şairinki gibi bir hayal âlemi bu elbette, ama yine tıpkı şairinki gibi hiç de boşluktan gelip boşluğa dönecek cinsten bir hayal değil. Tam tersine, bu ülke ve bu halk üzerine inşa edilmeye değecek her türlü kaderi işaret eden hayal. Ve, galiba, tam olarak şairin atıf yapmış olduğu hayal: Eğer insanlığın anlamlı bir geleceği varsa bu İslam’dadır, ve eğer İslam tekrar aktüel bir değer üretebilir hale gelecekse bunun mimarı Türkiye Müslümanları olacaktır.

Kişisel olarak bu hayallerin değerlendirmesini birkaç cümlede yapıp geçebilecek durumda değilim, çünkü bir yandan bir medeniyet projesi, İslamî bir medeniyet projesi inşa etmekten söz eden birçok kişinin bizatihi “medeniyet” kavramına karşı bile eleştirel davranmak gerektiğini pek fazla hissetmiyor görünmesinden ve bir yandan da sürekli eleştirellik ya da özgürlükten bahsetmeye çok hevesli birçoklarının aslında hiç de dillerine doladıkları bu kavramların hakkını verecek durumda olmaması ya da bunun hakkı olarak işaret ettikleri şeylerin apaçık ortada olan çıkmazlarını görmezden gelmesi veya görememesinden mustaribim. “Esbab dairesi”nde bu hayallerin ne kadar karşılık bulabileceği ya da bulamayacağı bir tarafa, söz konusu hayallerin teorik ifadeleri bile henüz yeterince ortada değildir. Onları ortaya koymak burada elbette benim işim değil. Bunun yerine, Türk-İslam nitelemesiyle anılan Osmanlı-Türk medeniyetinin geçmişte kurumsallığının bir abidesi olarak Süleymaniye’yi ve muhalefetinin bir abidesi olarak da mesela Muhyi’nin Zahid Bizi Tan Eyleme’si gibi metinleri (modern kavramlarımız arasında en değerli olanlarına kolayca tercüme edilebilecek oluşlarıyla bile şaşırtıcı metinleri) üretebilmiş olduğunu hatırlatacağım. Daha ötesi, galiba, diğer her şeyden çok hayallerin içini doldurma yeteneğine bağlı. 

milat gazetesi


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum