Türkler ve Kudüs

Türkler ve Kudüs
11 Ekim 2023 - 10:32

Türkler ve Kudüs

Ömer TURAN

        
Filistin ve Türkiye arasında, İslam dini etrafında gelişen manevi bağların yanı sıra, aynı zamanda derin bir tarihî bağ ve kader birliği mevcuttur. Türklerin Filistin coğrafyasıyla tanışması, Anadolu coğrafyasıyla tanışmaları kadar eskidir. Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın 1071’de Malazgirt’te Anadolu’nun kapılarını Türklere açtığını hepimiz biliriz ama Alp Arslan’ın kumandanı Atsız’ın aynı yıllarda Kudüs’ü Türk hâkimiyetine aldığı çok azımızın hafızasındadır. 

        Selçuklu Türkleri, 1040 yılında Horasan’da bir devlet kurunca, Orta Doğu bölgesine coğrafi bakımdan yakınlaşmaya başladılar. Bu coğrafi yakınlık ve İslam Medeniyeti’ne mensubiyet, Selçuklu Devleti politikasını yönlendirdi. Önce Bağdat ve çevresinde hâkim olan Abbasi Devleti ile yakın ilişkiler kuruldu. Daha sonra Mısır ve Suriye’ye yönelik politikalar geliştirildi. Sultan Alp Arslan’ın komutanlarından Atsız, Kuzey Suriye ve Filistin’in büyük bir bölümünü ele geçirerek bu toprakları Selçuklu hâkimiyetine dâhil etti, Filistin’de ilk Türk beyliğini kurdu. Beyliğin merkezi Remle idi. Atsız, daha sonra Fatımiler’in elinde olan Kudüs’ü kuşattı. Bu kutsal şehirde kan dökülmesini istemiyordu. Bu sebeple Kudüs’ün Türk asıllı valisine bir mektup göndererek “Bu kutsal şehre karşı savaşmamı Allah doğru bulmaz, şehrin kan dökülmeden teslimini istiyorum” dedi. Bunun üzerine Vali, Atsız’a “Ben de sizler gibi bir Türküm, size karşı şehri hiçbir zaman savunmayacağım. Fakat bana hayatım ve servetim hakkında güvence verilirse şehri derhal teslim eder, hizmetinize girerim” cevabını verdi. Atsız bu sözler karşısında Vali’ye istediklerini verdi ve Kudüs’ü kan dökülmeden teslim aldı. Şehirde, Fatımi Halifeliği adına değil Abbasi Halifeliği adına hutbe okunmaya başlandı.  

        Atsız, Kudüs’ü ele geçirdiğinde şehrin zenginliklerine dokunmadığı gibi, onların yağmadan korunmasını sağlamak için muhafızlar görevlendirdi. Kudüs’ün zaptından sonra Atsız, yönetim merkezini buraya taşıdı ve hazinesi, ailesi ve yakınlarıyla birlikte meşhur Davud Burcu’na yerleşti.

        Alpaslan’ın oğullarından Melikşah, bölgenin idaresini kardeşi Tutuş’a verdi. 1079 yılında Tutuş, bölgede Suriye Selçuklu Devleti’ni kurdu. Tutuş Dönemi’nde aralarında Kudüs’ün de bulunduğu bir kısım Filistin toprakları, Suriye Selçukluları ile Mısır’a hâkim olan Şii Fatımi Devleti arasında mücadele sahası oldu. Bu mücadeleyi Fatımiler kazandı. Kudüs ile Filistin topraklarının büyük bölümü Haçlılar gelene kadar Fatımilerin elinde kaldı. 

        Haçlılar 15 Temmuz 1099’da Kudüs’e girdiler. Bir hafta boyunca şehri yağmaladılar. Şehirdeki Müslüman ve Yahudi nüfus, şiddetli bir katliama tabi tutuldu. Kendi tarihçileri, dizlerine kadar ulaşan ceset ve kan içerisinde yürüdüklerini yazarlar. Selçuklular, Kudüs başta olmak üzere Haçlıların eline geçen Suriye ve Filistin’deki İslam topraklarını Haçlılardan kurtarmak için büyük mücadeleler verdiler fakat somut bir başarı elde edemediler.

        Kudüs’ü 1187 yılında Selahaddin Eyyubi Haçlıların elinden aldı. Haçlıların yaptıklarının aksine Hristiyanlara şefkat ve adaletle hükmetti. İsteyenlerin gitmesine, arzu edenlerin kalmasına izin verdi. Haçlılar hâkimiyetinde gerileyen Kudüs’ün ekonomisi ve nüfusu bu yeni dönemde tekrar büyümeye başladı. Selahaddin ve halefleri Eyyubîler, şehirde pek çok medrese, cami ve hayır müessesi inşa ettirdiler. Eyyubîlerin ardından Kudüs yine bir Türk sultanlığı olan Memlûklerin hâkimiyeti altına girdi. Kudüs’te 250 yıllık Memlûk dönemi boyunca huzur ve sükûn hâkim oldu. Bu dönemde de şehirde medreseler, camiler, hanlar ve pazarlar yapıldı. Günümüzde sur içinde mevcut önemli tarihi yapıların yarıdan fazlası Memlûkler dönemine aittir. Dolayısıyla sur içi Kudüs’te bir Eyyubî ve Memlûk silüeti hakimdir. Osmanlılar bu silüeti muhafaza ettiler. 

        Osmanlılar 24 Ağustos 1516’daki Mercidabık Savaşı’nın ardından Orta Doğu’nun yönetimini Memlûklerden devraldılar. Kudüs de bu şekilde dört asır sürecek olan Osmanlı Barışı’na (Pax-Ottomana) dâhil oldu. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi Osmanlı sultanlarının Kudüs halkına verdikleri ahidnamelerde hep Hz. Ömer’in emannamesine atıfta bulunuldu, aynı haklar teyit edildi. Kudüs en mutlu günlerini hep Müslüman yönetimi altında, altın çağını ise özellikle Osmanlılar döneminde yaşadı.

        Osmanlı sultanları daha Kudüs Osmanlı yönetimine geçmeden, şehirle ilgileniyorlardı. 14. yüzyılın ikinci yarısında hükümdarlık yapan Sultan I. Murad Kudüs için bir vakıf kurarak Manisa Saruhan’da bulunan mülklerinin gelirinden şehrin fakirlerine 200 altın gönderilmesini şart kılmıştı. Keza Bursa’da inşa ettirdiği Medrese vakfından da Kudüs için tahsisatta bulunmuştu. 

        Kudüs’ün 1516 yılında Osmanlı egemenliğine geçmesiyle, şehir geniş bir bölgenin en kuvvetli askerî gücüyle birleşmiş oldu. Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır seferi, Osmanlıları İslam dünyasının da en güçlü devleti hâline getirdi. Osmanlı padişahına Mekke ve Medine’nin hizmetkârı demek olan hâdimu’l-harameyni’ş-şerifeyn dendi. Halîfe-i rûy-ı zemîn Sultan Süleyman, İslam’ın üçüncü kutsal kenti olan Kudüs’e özel bir önem verdi. Bazı belgelerde Kanunî, Sahibkıran-ı Memâlik-i Rum ve Acem ve Arab, Kabe-i Muazzama ve Medine-i Münevvere ve Kudüs-i Şerif olarak zikredildi. 

        Kudüs, klasik dönemde Osmanlı padişahlarının en çok hayır faaliyeti yürüttüğü şehirlerin biriydi. Memlûklerden farklı olarak Osmanlılar, kentin altyapısına yatırımlar yaptılar. Yeni yönetim imkânları, güvenlik koşullarının düzeltilmesi, şehre su sağlanması, yeni bir kapalı çarşı kurulması ve Kudüs halkının refahının artırılması için harcadı. Çünkü şehirde yeterli sayıda medrese ve cami bulunuyordu. Osmanlılar Eyyûbî ve Memlûklülerden devralınan medrese ve camilerin tamir ve bakımlarını yaptılar. Yapılan görevli atamaları ile bunların işlevselliğini korudular. Zira Müslümanların kutsal mekânlarını korumak ve bakımını sağlamak Osmanlı Padişahı için öncelikle dinî bir vazife idi. 

        Memlûk döneminde inşa edilen ve neredeyse tamamen yıkılan Esbat kapısı, Osmanlılar döneminde onarılarak hizmete sokuldu. Kudüs’ün yedi ana sur kapısının en büyüğü olan Şam Kapısı Kanunî tarafından yaptırıldı. Kudüs’ü çevreleyen surları yaptıran Sultan Süleyman’ın diğer önemli projesi şehre su getiren kanalların tamiri, şehir suyunun dağıtımının yapıldığı havuzların yenilenmesidir. Bunun yanı sıra, beşi sur içinde olmak üzere sekiz çeşmenin inşasını tamamladı, susuzluktan kırılan şehre âdeta bir ab-ı hayat sundu. 

        Sultan Süleyman, Emeviler döneminde inşa edilen Kubbetü’s-Sahra’yı köklü biçimde restore ettirdi, binanın dış duvarındaki mozaikleri kaldırarak cephesini çinilerle kaplattı. Yeşil ve sarı ile karışık bu mavi çini kaplama, camiye bugünkü görünümünü kazandırdı. Sultan II. Abdülhamit de yapının etrafına sülüs hattı ile Yasin-i Şerîf yazdırdı.  

        Osmanlı vakıf geleneğinin Kudüs’teki en önemli temsilcisi, Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan tarafından yaptırılmış Haseki Sultan Külliyesi olmuştur. Bugün surlarla çevrili eski şehrin merkezinde, el-Vâd ile Akabetü’t-Takiye caddelerinin birleştiği noktada, Haseki Sultan İmareti ya da et-Takiyye olarak bilinen ihtişamlı bina hâlâ ayaktadır. Vakfın, Kudüs-i Şerif mahallelerinden Elsit Mahallesi’nde bulunan hayrâtları -belgelerin diliyle- “bir cami; caminin karşısında nevalesi bol bir mutfağı, misli olmayan temiz bir yemekhaneyi, bir fırını, bir kileri, bir avluyu, bir anbarı ve bir odunluğu müştemil, fakirlere, bîçare yoksullara, zâiflere ve muhtaçlara yemek dağıtılması için vakfettiği bir imaret; yine caminin etrafında dindar mü’minlerin salihlerine ve muvahhid müttakîlerden mücâvir olanlara, nefislerini tabiat kirlerinden temizleyen zâhitlere; ahkâm-ı şerʻîyyeyi ihlâl etmeksizin şeriat ipine tutunanlara vakfettiği elli beş odadan oluşan bir medrese ve yine aynı yerde gelen yolcu ve misafirler için vakfettiği hanı” kapsamaktadır. 

        Memlûk dönemine ait 1388 tarihinde inşa edilmiş Sitti Tunşuk Sarayı’nın 1552’de Hürrem Sultan tarafından imaret-tekkeye dönüştürülmesiyle oluşturulan külliye, aynı zamanda da Hürrem Sultan’ın Mekke ve Medine’de yaptırmış olduğu, Koca Sinan’ın tezkirelerinde adı geçen imaretler zincirinin bir halkasıdır. Filistin’de o güne kadar kurulmuş en büyük vakıf olan külliye, kente komşu onlarca köyün gelirleriyle desteklenmiştir. Külliyenin masraflarının karşılanması için büyük bir vakıf kuran Hürrem Sultan, Suriye ve Filistin’de özellikle Remle civarında birçok köy ve geniş araziyi bu vakfa tahsis ettirmiştir. Onun 1558’de ölümünden sonra Sultan Süleyman, Sayda civarında dört köyün arazisini daha bu vakfa ilave etmiştir. Çevredeki sayıları yirmiden fazla köyün gelirine ilaveten özel olarak inşa edilmiş bir çifte hamamın geliri de yine külliyeye vakfedilmiştir.  

        Müslüman idareciler asırlar boyunca Kudüs’ü süsleyen camilere, medreselere ve tekkelere katkıda bulunmuşlardır. Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksâ’da namaz kılınmıştır. Haremü’ş-Şerif çemberindeki medreselerde eğitim verilmiştir. Tekkelerde dinî tefekkür ve coşku yaşanmıştır. Vakıflar bütün bu mekânlara ve bu mekânlara gelen insanlara hizmet sunmuştur. Hacılar başta olmak üzere buralara gelen ziyaretçiler de bu hizmetlerden yararlanmışlardır. 

        Hürrem’in imareti Osmanlı girişimlerinin oldukça tipik bir örneği olmakla birlikte, Kudüs’te eşi yoktur. Pek çok saray külliyesinden farklı olarak, buranın temel unsuru imaretidir. Bu yönüyle Kudüs’te bulunan diğer vakıflardan ayrılır. Kentin dört yüz “yoksul ve dindar, güçsüz ve ihtiyaç sahibi” sakini, vakfın imaretinden her gün yemek almıştır. Ayrıca her birine fodula adı ile bilinen bir ekmek verilmiştir. Osmanlı klasik dönemi boyunca şehrin önde gelen sosyal yardım kurumu olan bu vakıf, şehrin ekonomisini hareketlendiren dinamik bir kurum olarak da kendini göstermiştir. 

        Kapısında geleneksel Osmanlı motiflerinin görüldüğü muhteşem eser, asırlara meydan okuyarak, kesintisiz 465 yıldır Kudüs’ün fakirlerine her gün ücretsiz yemek dağıtmaktadır. Öğleye doğru fakir fukaranın ellerinde boş kaplarla gelmeye başladığı kapıda, bir vakıf geleneği olarak önce kadınlara, sonra erkeklere yemek servis edilir. Burası sadece Müslümanlara değil, fakir Hristiyan ailelere de hizmet vermektedir.

        Kanunî döneminden başlayarak Sultan II. Abdülhamid’e kadar tüm padişahlar Kudüs’ün manevi mirasının korunması ve yaşatılmasını bir devlet politikası olarak görmüşlerdir. Bunun bir neticesi olarak başta Mescid-i Aksa ve Kubbetüs Sahra olmak üzere şehrin cami, mescit ve medrese gibi vakıf hayratlarının tamir ve ihyasına özen göstermişlerdir. Ayrıca vakıf hayratlara gelir sağlayan ve hizmetlerini ebedileştiren önemli ticari yapılar da kurmuşlardır. Sur içinde bazıları tamamen Osmanlı eseri olan, 15 çarşı bulunur. Bunlardan Pamukçular Çarşısı, Kasapçılar Çarşısı ve Bakırcılar Çarşısı Kudüs sakinlerine ve turistlere hizmet sunmaya devam etmektedir.

        Osmanlılar, Mekke ve Medine’den sonra İslam’ın üçüncü kutsal kenti addedilen Kudüs’e ve el-Halil kentine de surre gönderdiler. Her yıl hac döneminden önce İstanbul’dan yola çıkan surre alayları ile paralar ve hediyeler dağıttılar. 

        Bölgede 400 yıllık Osmanlı barışı Birinci Dünya Savaşı ile son buldu. 1917 yılında Irak ve Filistin cephelerinde İngilizlerle yapılan başarısız muharebeler sonucunda Türkler, Orta Doğu’nun önemli şehirlerinden olan Bağdat ve Kudüs’ü kaybettiler. Osmanlı Devleti’nin son Kudüs Mutasarrıfı İzzet Bey, 9 Aralık 1917 günü sabahı Belediye Başkanına bir teslim mektubu vererek şehirden ayrıldı. İzzet Bey’in 8/9 Aralık 1917 tarihli imzaladığı belgede, Osmanlıların dinî binaların tahrip olmasından çekindiği için şehirden çekildiği, buralara muhafızlar yerleştirildiği ve İngilizlerin de aynı yolda hareket edeceğinin umulduğu ifade ediliyordu.

        Kudüs’ün kaybedilmesi İslam dünyasında büyük bir üzüntüye yol açarken Hristiyan dünyasında büyük bir sevinç yarattı. Orta Çağ’daki Haçlı Seferlerinden yaklaşık 700 yıl sonra Hristiyan bir devletin eline geçen Kudüs’te İngiliz yönetimi başladı.

        Tarihî Filistin topraklarının merkezi olan Kudüs, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında üç semavi dinin müntesiplerinin barış içinde ibadetlerini rahatça yapabildikleri bir şehir konumundaydı. İngilizlerin 1917 yılındaki Kudüs işgalinin ardından Filistin toprakları dünyanın dört bir tarafından Yahudi göçlerine maruz kaldı. İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’ın, 1917’de yayınladığı bir deklarasyonla üç semavi din tarafından kutsal sayılan Kudüs ve Filistin toprakları üzerinde Yahudilere ait bir devletin kurulmasının yolu açıldı. İsrail’in 1948’de şehrin batısını, 1967’de de doğusunu işgal etmesiyle Kudüs’ü Yahudileştirme faaliyetleri büyük hız kazandı.

        Osmanlı hâkimiyetinden çıktıktan sonra da Türklerin Kudüs’e alakası devam etmiştir. Mimar Kemaleddin Kudüs’ün İngilizlerin işgali sırasında, Mescid-i Aksâ’nın tamiri için Müftülüğün daveti üzerine 1922 yılında Kudüs’e gitti. Orada kaldığı üç yıllık sürede Kubbetü’s-Sahra’da da çalışmalar yürüttü, yapının acil onarımlarını yaptı. 

        Vakıflar Genel Müdürlüğü Abide ve Yapı İşleri Dairesi Mütehassıs Müşaviri olan Ali Saim Ülgen’in 1958-1960 yıllarında Kubbetü’s-Sahra’da yürüttüğü onarım sırasında, yapıda Osmanlı devrine ait, muhtemelen o yörede imal edilmiş olan orijinal çinilerden bozulmuş olanlar kaldırılarak, bunların yerine İznik’te yeniden imal edilmiş olan benzerleri konuldu.

        Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA)’nın 2011 yılında başlattığı Kubbetü’s-Sahra’nın kubbesinin üstündeki hilal alemin restorasyonu çalışmaları 2013 yılında tamamlandı. Yine aynı yıl TİKA tarafından Kubbetü’s-Sahra’nın yanında bulunan, kubbesi sekiz adet mermer sütun ve altı adet ayak tarafından taşınan ve onun nispeten minik bir benzeri olan Kubbetü’s-Silsile’nin bozulan çinileri yeniden yaptırıldı. 

Not: Yazı ilk olarak Türk Yurdu Dergisi Mayıs 2018 - Yıl 107 - Sayı 369'da yayınlanmıştır. https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=4353


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum