Tarık Buğra'yı hanımı Hatice Buğra anlatıyor

Yeni Şafak gazetesinden Ayşe Olgun'un söyleşisi: "Kalemini ve vicdanını kirletmemiş bir yazar" Tarık Buğra’nın yazar olarak her zaman inandığı doğruların peşinden gittiğini söyleyen eşi Hatice Buğra, “Yazdıklarından bir an bile pişman olmamış, dürüst ve namuslu bir insan, kalemini ve vicdanını kirletmemiş bir yazar olarak huzur içinde yaşamıştır” dedi.

Tarık Buğra'yı hanımı Hatice Buğra anlatıyor
04 Ocak 2020 - 10:53

Türk edebiyatında yazdığı hikaye, piyes ve romanlarla saygın bir yer edinen Tarık Buğra’nın eserleri kuşaklar boyunca okundu ve sevildi. Peki bu eserleri nasıl kaleme aldı? Eserlerini yazarken nasıl bir ruh halindeydi? Yazar kimliğinin ötesinde nasıl bir eş nasıl bir baba nasıl bir arkadaştı? Tarık Buğra ile 20 yaşındayken tanışıp ömrünün 20 yılını onunla geçiren eşi yazar Hatice Bilen Buğra ile konuştuk.

Tarık Buğra’nın kitaplarıyla ilk tanışıklığınızı merak ediyorum. Bir yazar olarak ne zaman keşfettiniz?

İlk tanışıklığım, kitaplarından önce, 1963 yılında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen Küçük Ağa romanı iledir. O zamanlar okumayı seven 12 yaşında bir çocuğum, ama siyaset ilgi alanıma girmiyor. Bu yüzden, Tarık Buğra Yeni İstanbul gazetesinde yazdığı ve o gazete her gün evimize girdiği halde, Küçük Ağa’nın tefrika halinde yayınlanmaya başlamasından önce, Buğra’nın gazetedeki politik yazılarını okuduğumu hatırlamıyorum. Adını fark edişim o roman sayesinde oldu. Konusunu tam olarak idrak edemesem de, yarattığı atmosfer, bende bıraktığı etki ve kahramanlarına duyduğum sevgi yazarını merak etmeme yol açtı; bu merak ve ilgiyle öteki yazılarını da okumaya başladım, ama gazete yazılarını, özellikle de edebiyatla, sanatla ilgili olanları anlayarak, tad alarak ve heyecanla okuyuşum lise yıllarımdadır.

Peki ne zaman tanıştınız?

Tercüman gazetesinde yazdığı yıllarda. O zamana kadar hikâyeleri, romanları başta, yazdıklarını severek okumanın dışında kendisiyle bir ilgim yoktu. O kadarı bana yetiyordu. Onunla tanışmak, konuşmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yüzüne gazetedeki “Merhaba” başlıklı köşesindeki resminden yarım yamalak bir aşinalığım vardı, ama yolda karşılaşsam tanımazdım. Bir defasında televizyonda dil konusunda yapılan bir açık oturumda izlemiştim kendisini. Onu ilk kez, canlı canlı karşımda görüşüm, daha sonra, 1974’ün sonlarında oldu. Evet, o ilk görüşe tanışmak denemez, olsa olsa, bir an görmek denir. Kadıköy’de, bugün Beşiktaş’a giden vapurların kalktığı eski iskelenin turnikeleri önünde, ayakta duruyordu.

Tarık Buğra’yla tanışma hikâyenizi merak ettim?

Ayrıntılı anlatmak istemiyorum, ama şu kadarını söyleyeyim. Göztepe’de şimdi Fen Lisesi olarak hizmet veren İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümününde okurken ilk yılın sonlarına doğru Eğitim Sosyolojisi hocamız sınıfta herkese Türk yazarlarının kitaplarını dağıtmış, benim payıma da Tarık Buğra düşmüştü. Ödevi yaparken zorlanınca yardımını istediğim hocam , “Tarık Buğra hayatta, bunları bana değil, ona sor” dedi. Bunun üzerine çalıştığı gazeteyi aradım, meramımı anlattım. Hiç mırın kırın etmeden sorduğum her soruya cevap verdi; yararlanmam için o kitapla ilgili bazı yazıların kopyalarını da verebileceğini söyledi. İlk tanışmamız da o vesileyle ve az önce sözünü ettiğim yerde, yâni Kadıköy’de bugünün Beşiktaş vapurlarının yanaştığı iskelenin turnikeleri önünde oldu.

Ne hatırlıyorsunuz o güne dair?

Ben sınav yüzünden randevuma biraz geciktiğim için dolmuştan telaşla inip de iskeleye doğru koşarken, o elinde gazete kesiklerini doldurduğu bir poşetle duvara yaslanmış bekliyordu. Kendisine doğru koşuşumdan telefonda konuştuğu öğrenci olduğumu anlamış ve gülümsemişti. Burada bir açıklama yapmam gerek: Tarık Buğra, tıpkı bana ettiği gibi, kendisinden yardım isteyen bütün öğrencilere hiç kaytarmadan, samimiyetle yardım ederdi. O ilk karşılaşmanın ardından ödevimi tamamlayıp da aldığım emaneti iade edeceğim zaman gene aynı yerde, bu sefer, iskeleden çıkışta sağda kalan küçük parkta buluştuk. Başka her şey gibi o küçük parkın yerinde de bugün yeller esiyor. Ayaküstü edilen teşekkür ve birkaç nezaket cümlesinden sonra, ödevimle ilgili sorular sordu bana, verdiğim cevapları ilginç bulmuş olmalı ki, beni önünde durduğumuz banklardan birinde birkaç dakika oturmaya davet etti. Oturunca da nasıl oldu, hangi cesaretle, bilmiyorum; artık ödevimden değil, kendisinin hikâyelerinden söz etmeye başladım.

Bu okur yazar buluşmaları devam etti mi?

Yazar ile okuru olarak başlayan bu konuşmalar daha sonraları da bazen aynı parktaki bir bankta, bazen Baylan Pastanesinde, bazen da Hacıbekir’de devam etti. Tanıştığımız güne gelinceye kadar Küçük Ağa’yı, Oğlumuz’u, Yarın Diye Bir şey Yoktur’u, İki Uyku Arasında’yı, İbiş’in Rüyası’nı, Gagaringrad Notlarını, Gençlik Türküsü’nü ve Ayakta Durmak İstiyorum’u okumuştum. Kitaplarıyla ilgili yirmili yaşlarının başındaki bir çocuğun yaptığı tespitler, kahramanlarının söz ve davranışlarının kendisinde uyandırdığı duyguları aktarışı ilgisini çekmişti. Hem şaşırmış, hem de memnun olmuştu. Aslında ben karşımdakini memnun etmeyi hiç düşünmeden, sevdiğim bir yazarın, çok sevdiğim eserlerinden edindiğim duygu ve düşünceleri kendi cümlelerimle ona açıklıyor, hikâyelerindeki şiirin o büyülü dünyasını ona yeniden hissettiriyordum, ama bunu bilerek, isteyerek değil, bir kaptırıp gitme halinde, edebiyatı, özellikle de kısa hikâyeyi çok seven bir okur olarak yapıyordum. Bu açık hava sohbetleri bu minval üzere üç yıl sürdü. Sonunda bir de gördük ki, biz çok iyi anlaşan iki arkadaşa dönüşmüşüz. İşte o arkadaşlık bizi evliliğe kadar götürdü.

Aranızda çok yaş farkı var. Evlilik teklifini kim yaptı merak ettim?

Aslında başlangıçta ikimiz de evliliği aklımızın ucundan geçirmeden, iki edebiyatsever olarak konuşuyorduk, bu yüzden de çok rahattık. Biri yazar öteki okur iki arkadaş gibi sohbet ediyor, tartışıyor, bazen fikir ayrılığına düşüyor, bazen de aynı noktada buluştuğumuzun, hatta aynı şeyleri söylediğimizin farkına bile varmadan, kalplerimizde konuşulan şeylerin iç huzuruna benzeyen tortusu, daha ayrılırken gelecek seferki buluşmanın hasreti içinde evlerimize dönüyorduk. Zamanla bu duygudaşlık, fikir ve düşünce arkadaşlığı içimde bambaşka bir yöne doğru kaymaya başlayınca ben korktum; kendi kendime ”aklını başına topla” dedim: “Koskoca Tarık Buğra nerde, sen nerde?” Üstüme bir ürkeklik sinmişti. Hâlimden, duruşumdan, suskunluklarımdan durumun değiştiğini, o eski rahat ve kendinden emin hallerimden eser kalmadığını fark eden Buğra da o korkunun bende yarattığı panikle Siirt Öğretmen Lisesine gidişime ses çıkarmadı. ( Bu tutumunu daha sonra, “Söz hakkı senindi, benim hiçbir şey söylemeye hakkım yoktu” diye açıklayacaktı ). Benden sonra, o da önce Almanya’ya, oradan da Kanada’ya gitti, ama mesafeler ve ayrılık bizi birbirimizden koparmaya gene de yetmedi.

Nerede evlendiniz?

Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendik. Tabii evlenme kararımızı aileme, öncelikle de babama söylediğim zaman annem ve kardeşlerim de dahil hepsi ayağa fırladılar. Tarık Buğra ile aramızdaki yaş farkından dolayı şiddetle karşı çıktılar, “olmaz” dediler, ama ben direttim.

Kaç yılı?

Eylül 1977. Ülke büyük bir darboğazda olduğu, ekonominin çöktüğü, en sıkıntılı yıllardı. Evlerde yağ yok, gaz yok, tuz yok, fuel oil yok, kömür yok. Pirinç yok, kibrit bile yok. Şimdikiler bilmez o dönemleri, eskilerin de çoğu unutmuş görünüyor. Kaloriferler yanmıyor, dairemiz kuzeye bakıyor ve apartmanın en üst katında. Soğuktan donuyoruz. Üstüne üstlük de sürekli kirayı artırmamızı isteyen bir ev sahibi.

Nerede oturdunuz?

Tarık Buğra’nın bekârlık evinde. Bahariye’de Bakla Tarlası Sokağı’nda oturuyordu. 1968’de ilk eşinden ayrılıp da Kadıköy’e taşınınca, önce aynı sokakta bir başka evde oturmuş, ama o daire çok güneş alıyormuş. Sıcağa hiç dayanamayan Buğra, kuzeye bakan, balkonundan Kalamış koyu, Yoğurtçu Parkı ve Çamlıca tepeleri görünen bu eve taşınmış. Mütevazı kelimesinin bile lüks sayılacağı o evde 15 yıl oturduk.

Ev ortamınızdan biraz bahseder misiniz? Nasıldı ilişkiniz? Okur yazar ilişkisinden iki dosta, sonra karı koca ilişkisine uzanan 17 yılı bize nasıl anlatırsınız?

Üç yıllık arkadaşlıktan sonra evlenip 17 yıl birlikte yaşadık. Ve ben bu yirmi yıllık sürede bir an bile pişmanlık duymadım. Çünkü Tarık Buğra, 17 yıl süren bu beraberlikte varlığıyla, sevgisiyle, nezaketi ve şefkatiyle bütün dünyamı doldurdu. Bana maddi manevi hiçbir şeyin eksikliğini hissettirmedi. Ben onun yanında, kendisinden başka hiçbir şeyin özlemini çekmezdim. O evden Kadıköy Çarşısına inmek 10 dakika sürerdi; çarşıya inip de eve dönünceye kadar geçen sürede onu özlerdim. O da beni. Evde kim kimi bekliyorsa, öteki, daha gelenin eli zile uzanmadan kapıyı açar ve karşısındakini, sanki aylardır görüşmemiş gibi sevgiyle, hasretle kucaklardı. Aynı durum, Kadıköy’den Maltepe’ye taşındığımız zaman da devam etti, ta ki ölüm bizi ayırana kadar. İlk yıllar Maltepe’deki evin ön cephedeki pencerelerinden birinden bakınca Buğra’yı E-5’e çıkıncaya kadar izleyebilirdim. O da orada olduğumu bildiği için, gözden yitinceye kadar, ikide bir geri döner, bana el sallardı.

Sizin İstanbul’unuzu merak ediyorum. Birlikte nerelerde vakit geçirirdiniz, nerelere giderdiniz?

Az önce söz ettiğim gibi, evlilik öncesinde, genellikle Kadıköy’de buluşurduk. Birlikte ilk gittiğimiz en uzak yer Yıldız Parkı’ydı. Hiç unutmam, sümbüli bir havada, ince ince yağan bir yağmurun altında, parkın ince, uzun yollarında, koyu yapraklı asırlık ağaçların gölgelerine usul usul basarak dolaşmış, bu arada da kedi gibi ıslanmıştık. Giderek hızını artıran yağmur yüzünden çok duramamış, Tarık Buğra, o sırada Cağaloğlu’nda bulunan Tercüman Gazetesine gitmek, ben de Kızıltoprak’taki öğrenci evime dönmek üzere Beşiktaş İskelesine inmiştik.

Evlendikten sonra arada sırada İstanbul’un Boğaz başta olmak üzere, Emirgân, Kanlıca, Küçüksu Kasrı, Kalamış Koyu, Moda ve Mühürdar, Sarıyer, hatta Adalar gibi bugüne nazaran daha tenha ve eski cazibesini henüz hepten kaybetmemiş semtlerinde dolaşır, edebiyatçıların buluştuğu Markiz gibi, Baylan gibi pastanelerde çay kahve içer, Kenter Tiyatrosuna girmeden önce, Divan pastanesinde soluklanır, İhtilalden kaçan Beyaz Rus kadın garsonların hizmet ettiği Beyoğlu’ndaki Rejans’ta, Moda’daki Koço’da ya da eski Galata köprüsünün altındaki balıkçılardan birinde yemek yerdik. Klasik Türk Sanat Müziği korolarını, Klasik Batı Müziği konserlerini dinlemeye, devlet tiyatrolarının ya da Kenterler’in sahnelediği oyunları seyretmeye giderdik. 1980’’li yılların başında başlayan “Sinema Günleri”ne biletlerimizi önceden alıp gitmişliğimiz de vardır. Bunlar aklıma bir çırpıda geliverenler.. elbette başka yerler de vardı, ama hepsini saymama gerek yok, sanırım.

Evdeki çalışma ortamı nasıldı? Çalışma masasında uzun vakit geçirir miydi?

Masasında işini en iyi şekilde yaptığına inanacak kadar zaman geçirirdi, bunu da saatle, dakikayla sınırlamazdı. Kendini tatmin edecek sonucu alıncaya kadar yazı makinesiyle boğuşur, istediğine ulaşıncaya, yani yazı “beni bırak” deyinceye kadar çalışırdı.

Evliliğimizin ilk aylarında Buğra, günlük gazete yazılarını yazdıktan sonra kitap okuyor, bir takım notlar alıyor, başka hiçbir şey yapmadan, çalışma odasındaki çok sevdiği divanına uzanıp gözlerini tavana dikiyordu. Yazı makinesinin başına geçip de roman ya da hikâyeye benzer tek cümle yazmıyordu. Günler geçip de değişen bir şey olmayınca, önce tedirgin olmaya, sonra da üzülmeye başladım: “Eyvah, ya hiç yazamazsa?” diye dertleniyor ve içten içe kendimi suçlayarak üzülüyordum. Sonunda bir gün dayanamayıp yanına gittim ve “Sen ne zaman çalışmaya başlayacaksın?” diye sordum. Yattığı yerden hafifçe doğrularak güldü; uzanıp elimi tuttu ve elimi okşayarak, “Ben çalışıyorum” dedi. İlk zamanlar beni dertlendiren o çalışma saatlerinin ardından masasının başına geçince de hiç müsvedde yapmadan, bir taslak çıkarmadan, kafasında kurduğu ve kurguladığı şeyi kâğıda döker, sayfaları birbirine eklerdi.

Önceden not alır mıydı? Nasıl yazardı?

Güne kahvaltıdan sonra günlük gazeteleri okuyup bazı notlar alarak başlardı. O günkü gazete yazısını yazmadan önce bunu mutlaka yapardı. Öyle özel bir not defteri yoktu, o an elinin altında ne varsa ona yazar, bu da bazen bir teksir kâğıdı, bazen sigara paketinin üstü, bazen de bir kâğıt peçete olurdu. Aslında küçük bir not defteri cebinde her zaman olurdu, ama onu düzenli olarak kullanmaz, çoğu zaman defter, bir iki sayfasına düşülmüş not kırıntılarıyla bomboş kalırdı. Günlük gazete yazısına en fazla kırk beş dakika ayırırdı. Bazen daha önce aldığı bir nottan yola çıkar, bazen de düşünüp kafasında tasarladığı şeyi bir çırpıda yazıya dökerdi.

KAĞIT İSRAF ETMEZDİ

Romana gelince: Evliliğimizin ilk yıllarında, daha öncekiler gibi, yazdığı romanlar kitaplaşmadan önce gazetede tefrika edilirdi. Okuyarak, notlar alarak, düşünerek geçen o uzun hazırlık döneminin ardından masasının başına oturup da yazı makinesini tıkırdatmaya başlayınca günde en az 10-15 sayfa yazardı. Tıpkı günlük gazete yazıları gibi roman çalışmalarında da müsvedde yapmaz, ama arada bir cümleyi yeniden yazma gereğini duyunca kâğıdını değiştirdiği olurdu. O zaman şimdiki gibi bilgisayar yok, bu yüzden bir kelime için bile koskoca sayfayı değiştirmeniz gerekebilirdi, ama muhakemesi sağlam, düşüncesi derli toplu, cümlelerine hâkim bir yazar olarak Tarık Buğra, gene de kâğıt israf etmezdi.

Siz ne zaman yazmaya başladınız? Tarık Buğra ile tanışmadan önce yazar mıydınız?

İyi bir okurdum, ama yazmazdım. Okuduğunu, gördüğünü, duyduğunu eğer anlatılmaya değerse, sevdiğine aktaran biriydim, hâlâ öyleyim. Bir gece, yemek sonrasında balkonda oturmuş gene bir şeyler anlatırken, “ Anlatma, yaz bunları!” dedi Tarık Buğra. Bunu yapabileceğimden öylesine emin bir söyleyişi vardı ki, ilk o an düşündüm yazmayı. Buğra, o vakitler Devlet Tiyatroları Edebi Kurul Başkanlığı yapıyor ve toplantılar için sık sık Ankara’ya gidiyordu. Gene Ankara’ya gideceği bir gece, onu 22.45 yataklı trenine binmek üzere Haydarpaşa’ya uğurladıktan sonra oturup yazmayı denedim, Buğra eve dönünce de okusun diye ‘şaheserimi’ önüne koydum. Aldı ve metindeki satırların büyük bir kısmının altını çizdikten sonra ‘olmadı’ diye bana geri verdi. Heves kırmayan o yumuşacık “olmadı” oturup aynı hikâyeyi yeniden yazmamı sağladı.

İLK TELİFİMLE KİLİM ALDI

Tabii ikinci yazışta, Buğra’nın uyarılarını dikkate almıştım. Bir başka Ankara dönüşü, yeniden yazdığım o hikâyeyi gene önüne koydum. Yorgun olmasına rağmen sabırla okudu ve yanı başında heyecanla bekleyen bana gülümsedi. Bu kez beğenmişti. Beni yüreklendiren de o sıcacık gülümseyiştir. O hevesle yazdığım hikâyeler daha sonra, “Umursanmayan Kadınlar adıyla kitaplaştırılarak Bilgi Yayınları’nca yayımlandı. Aldığım ilk telif parasıyla, Tarık Buğra’yı da sürükleyerek Sümerbank’a gitmiş, hâtıra kalsın diye küçük bir halı almıştık; hâlâ çalışma odamda durur.

Tarık Buğra bir yazısında ‘edebiyatın altın yılı 40’lı yıllardır. Çünkü o yıllarda sağ sol yoktu, herkes birbirini okurdu’ diyor. Edebiyat dünyasındaki ayrışmalar altmışlı yıllarda oluşuyor sanırım değil mi?

Evet, ilk hikayesi Cumhuriyet’ten ödül aldığında ya da gazetelerinde yazması teklif edildiğinde ve uzun bir süre sonrasında da ülke insanları arasında da, basınında da, üniversitesinde de bugünkü kadar keskin çizgiler yok. Ne var ki, Tarık Buğra, yola çıkmadan önce de, sonraları da, her zaman ölçüleri, değerlendirmeleri, anlayışı ve tutumu farklı biridir. Girdiği ortamda çoğunluğa ters düşen anlayışı, olaylara, insanlara farklı bir açıdan yaklaşımı yüzünden, sık sık işsiz kalır, ama kişiliğinden ve inancından asla ödün vermez. Gene işsiz kaldığı dönemlerden birinde, o sırada yazdığı yazılar yüzünden hapiste bulunan İnönü’nün damadı Metin Toker’in iş teklifini kabul etmez. Toker’in çıkarmakta oldukları “Akis“ dergisi için teklif ettiği yazı işleri müdürlüğünü reddeder. Bu teklifi, Metin Toker’in iyi niyetine, insaniyetine, darda kalan bir basın emekçisine yardım etmek isteyişine yoranlar olsa da, Tarık Buğra, velev ki aç kalma bahasına, bütün hayatı boyunca savunduğu anlayış ve inancın inkârı olarak gördüğü bu teklifi, hiç tereddütsüz geri çevirir. Babadan tevarüs eden sağlam mizacı ve sarsılmaz iradesi, inanmıyor ya da doğru bulmuyorsa, önünde açılan bütün kapıları kendi elleriyle kapatmasını, önüne serilen bütün imkânları elinin tersiyle itmesini kolaylaştır. Kalemini, yani namusunu, anlayışını, inancını hiçbir dünyalık uğruna satmaz. Bir dönem başta da dediğim gibi Milliyet gazetesinde “Sanat Hareketleri” diye bir köşede edebiyat, tiyatro, resim, heykel vb. konularda eleştiri yazıları yazar. Sonunda da kimseleri memnun edemediği için, bir yığın düşman kazanır. Öyle ki, o saldırılar, daha sonra “Düşman Kazanmak Sanatı” adıyla çıkaracağı bir kitaba konu olur.

Sizin de çok güzel hikaye kitaplarınız var. Birbirinize yazdıklarınızı okutur muydunuz?

Özel olarak okutmazdı, ama ben, yazdığı her şeyi merak eder, bitirince de okurdum. O da benim hikâyelerimden bazılarını okumuş, bazılarını çok beğendiği için de yerinden kalkıp gözleri dolu dolu olarak beni kucaklamıştır.

Birlikte olduğunuz yıllarda hangi kitapları yazdığına şahitlik ettiniz? Ne tür izlenimleriniz oldu?

İlk yazdığı, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu macerasını, Türkiye’nin demokratikleşme çabasını, o çabanın arka planında babasının politik anlayışını yansıttığı Yağmur Beklerken’dir. Onu bana ithaf etmiştir. Sonra televizyona Kuruluş adıyla uyarlanan Osmancık’ı, Güneş ile Arslan, Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, Sahibini Arayan Madalya, Sıfırdan Doruğa, Dünyanın En Pis Sokağı gibi romanlar ve piyesler yazdı. Kendi romanlarından televizyona uyarlanan başta Küçük Ağa olmak üzere, Osmancık, İbiş’in Rüyası, Yağmur Beklerken, Dönemeçte, Yalnızlar vd. gibi bütün kitaplarını kendi senaryolaştırdı. Daha sonra bu yazdıklarını televizyondan izlerken bazılarını beğenip sevindi, bazıları yüzünden kahroldu.

Edebiyat çevresinden kimlerle görüşürdünüz?

Aslında çok fazla kimseyle görüşmezdik. Tatillerde bile baş başa vakit geçirirdik. Evimize bu yüzden çok az kişi gelirdi. Mesela karı koca Güngör Dilmenler, mimar Cengiz Bektaş ve mimar eşi, çevirmen Ender Birol ve eşi soframızı paylaştığımız kişiler arasında ilk aklıma gelenler. Ankara’ya gittiğimizde de değerli romancı Emine Işınsu ve sevgili eşi İskender Öksüz’ü görürdük. Işınsu abla çok güzel sofralar hazırlar, başka davetlilerin de katıldığı o yemekleri sohbetiyle cennet taamına çevirirdi.

Edebiyat dünyasıyla Tarık Buğra’nın tanışıklığı daha üniversite yıllarında Küllük’teki ortamda başlıyor değil mi?

Dönemin edebiyat, sanat adamları Beyazıt Meydanı’ndaki o eski Küllük’te buluşurmuş. Kendilerine Esafil-i Safilin yani Şark Sefilleri derlermiş. Ama Tarık Buğra’nın zamanın edebiyat adamlarından bazılarıyla tanışıklığı Akşehir’deki ortaokul yıllarından hocası Rıfkı Melul Meriç, kısa bir süre okuduğu İstanbul Erkek Lisesinden hocası Hakkı Süha Gezgin, Prof. Dr. Mehmet Kaplan ile eşi Behice Hanım sayesinde var. Bunlara asker arkadaşları (o zaman ) Doç. Ahmet Ateş, Behçet Necatigil, Muvaffak Sami gibi isimleri, Naim Tirali gibi hikâyecileri de eklemek lâzım.

İBNÜLEMİN’İN YER GÖSTERDİĞİ GENÇ

O sıralarda İbnülemin Mahmut Kemal Ünal’ın evine gitmek, sohbetini dinlemek bir ayrıcalık. Bir gün Tarık Buğra’yı da götürmüşler. Mahmut Kemal Bey, evine giren herkesi tanırmış; bir köşede sessizce oturan Tarık Buğra’yı görünce, “Sen kimlerdensin?” diye sormuş. Erzurumlu Ahmet Hamdi’nin torunuyum cevabını alınca da, “Sen şöyle yakına gel bakalım” demiş. Tarık Buğra’nın Dersiam olan dedesi Ahmet Hamdi Bey, Mahmut Kemal Beyin medreseden arkadaşıymış. Ama Buğra, dedesi sayesinde hüsn-ü kabul gördüğü o evdeki sohbetlere pek fazla devam etmediğini söylerdi.

Küllük’le ilgili de bir hikâyesini okudum. İlk hikâyelerinden biri diye biliyorum. Buradaki ortamla ilgili başka ne anlatırdı?

Başta Salah Birsel olmak üzere pek çok kişi Küllük’ü yazmıştır, ama Tarık Buğra’dan pek bahsetmemişlerdir. Fikir ayrılıkları yüzünden belli bir kesim Tarık Buğra’yı hep görmezlikten gelmiştir. Bugün de durum değişmemiştir. Türk hikâyeciliğinden, Türk romanından söz eden kitaplar hazırlayanlar (Selim İleri ve Berna Moran gibi) kitaplarında Tarık Buğra’ya yer vermemişlerdir. Böyle durumlarda Tarık Buğra, “Asıl hükmü, hüküm verenler alır” derdi. Terazisi herkese karşı adil olan Tarih, onlar için de bir şeyler söyleyecek, “Herkes kendi küçülüşü, kendi ayıbı yeter” diyen Buğra’nın hakkını da hiç kuşkusuz teslim edecektir.

Solcular böyle de sağcılar farklı mı sanıyorsunuz? Onların durumu daha beter: “Eline küçücük bir imkân geçiren kendini kral sanır” derdi Buğra. Onlardan biri, üstelik yazdığı gazeteden sütun komşusu olan biri, İbiş’in Rüyası sahnelendiği zaman, oyundaki kantolar yüzünden, “Rumeli türküleri dururken kantolar ne oluyor” diye yazabilmiştir. Sanki söz konusu oyunda kantolar zamanın ruhunu daha iyi yansıtmak için değil de Rumeli türkülerimizi kulaklardan ve hafızalardan silmek için söylenmektedir.

Tarık Buğra buna üzülür müydü?

Tarık Buğra hem sağ hem sol kesimin, sözde eleştiri adı altında, sürekli saldırılarına uğramış bir yazardır. Hem edebi eserleri, hem de fikri yazıları bahane edilerek doğrudan kişiliğine yapılan bu saldırılar Tarık Buğra’yı burnu büyüklükle, hatta megalomani temayülüyle suçlamalara kadar varmıştır. Hayati Asılyazıcı adında biri, Ayakta Durmak İstiyorum adlı piyesini, o sırada Tuzla’da yedek subaylığını yaptığından izne çıkamadığı için, izlemeden eleştirebilmiştir. Buğra’nın en temiz, en güzel duygulara, en sağlam ve doğru fikirlere kaynaklık eden beyni ve yüreği -edebiyat yahut da gazete yazıları olsun hiç fark etmez - uğradığı saldırılarla delik deşik edilmiş, ama o gene de inandıklarını yazmaktan geri durmamıştır.

Öyle ki, gittiği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde, oralara daha önce ve davet edilerek giden bizim solcuların yere göğe sığdıramadıkları Komünist Rusya’da halkın çektiği sıkıntı ve sefaleti gözlemlemiş, dönüşünde de oradaki izlenimlerini kitaplaştırdığı Gagaringrad Notları’nı yazmıştır. Sonuçta onun kitapları, elbette değil, gidip gördüklerini değil de görmelerini istediklerini, istenildiği şekilde yazanların kitapları o sırada Sovyet hegemonyası altında olan bütün ülkelerin dillerine çevrilmiş, Tarık Buğra da gene ocaktaki tencereyi kaynatmanın derdi ile baş başa kalmıştır. Ama yaptıklarından yahut yazdıklarından bir an bile pişman olmamış, dürüst ve namuslu bir insan, kalemini ve vicdanını kirletmemiş bir yazar olarak huzur içinde yaşamıştır.

Tarık Buğra da Rusya’ya gidiyor değil mi?

Evet gidiyor, ama davetle değil, o zaman Yeni İstanbul gazetesinin çıkardığı Türkiye Spor gazetesinin yazı işleri müdürü olarak ve Milli Takımla birlikte gidiyor. Önce Norveç, Almanya, sonra da Rusya’ya gidilen o seyahat dönüşünde, sözünü ettiğimiz Gagaringrad Notları bizim solcuların balonlarını söndürmüş, yalanlarını ortaya çıkarmış olsa da, “Ben Perikles’i yenerim, ama o, halkı yenilmediğine inandırır “ diyen Romalı gibi Tarık Buğra’nın namuslu soluğunu pek duyan olmaz; duyanlar olsa da pek bir şey değişmez. Ta ki, 1990’lara, Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroykası’na kadar. Bade harab’ül Basra, yani basra harap olduktan, milyonlarca insan devrim denilen canavar tarafından öldürüldükten, hayatları söndürüldükten sonra.

Hangi yıllar?

1962. Aynı yıl çıkan Gagaringrad Notları Tarık Buğra’ ya duyulan düşmanlığı körüklemiş, her yazdığı daha da artan bir huşunetle yerden yere vurulmuştur. Üstelik solcular tarafından İslâmcı, sağcılar da tarafından da İslâmî görüşü olmamakla suçlanmıştır

İlk eşiyle de siyasi fikir ayrılığından boşandıklarını okumuştum. Sizin bu konuda bilginiz nedir?

Bu konuda söz söylemek bana düşmez, üstelik Tarık Buğra, kızının annesinden hep saygıyla söz ederdi.

Kızı Ayşe Buğra ile ilişkisi nasıldı?

Biz evlendiğimizde kızı Kanada’daydı. Tatillerde yurda döndüğü zaman bize de gelir, bazı geceler de kalırdı. Onların baba-kız olarak çok güzel, çok sıcak bir ilişkisi vardı. Çok sık görüşemeseler de bir araya geldikleri zaman, sanki hiç ayrılmamışlar, araya zaman ve mesafeler girmemiş gibi şakalaşır, gülüşürlerdi. Onları hiçbir zaman fikir tartışması yaparken görmedim. İkisi de kimin hangi konudan söz edilirse incineceğini bilir, ona göre birbirlerine saygılı, nazik ve sevgiyle davranırlardı. Genel yaşanmışlıklardan, geçmiş günlerin güzelliklerinden, eski dostlardan, sinemalardan, tiyatrolardan, kitaplardan konuşurlardı. Böyle olmakla birlikte Tarık Buğra, yeri geldiğinde fikrini söylemekten asla çekinmezdi. Esasen o, karşısındakine durmadan bir şeyler telkin eden, bir şeyler tembihleyen biri değildi. Hangi konuda olursa olsun, sözünü söyler, bırakırdı. Çünkü o insanın aklına ve zekâsına güvenir, önünde sonunda doğruyu bulacağına inanırdı.

Tarık Buğra ömrü boyunca bir kesim tarafından dışlansa da yazmaktan vazgeçmemiş. Yazmaya lise yıllarında karar veriyor ve bir daha geri adım atmıyor diyebiliriz miyiz?

Evet, daha 17 yaşında bir lise öğrencisiyken yazar olmaya karar vermiş, bu kararını hayata geçirmek için de ona göre ve onun için yaşamıştır.

Tarık Buğra’nın kitapları iki farklı yayınevince basılıyor. Bütün kitapları yayınlanıyor mu?

Küçük Ağa, Firavun İmanı, Yağmur Beklerken ve Dönemeçte adlı romanları İletişim Yayınları’nca basılıyor. Geri kalanlar da, hikâyeleri hariç, onu hangi yayınevinden çıkaracağımıza henüz karar vermedik, Ötüken Yayınları’ndan çıkıyor

Geçtiğimiz 2 Eylül Tarık Buğra’nın 100. doğum günüydü. Birlikteyken doğum günü kutlar mıydınız?

Hiç kutlamadık. İkimiz de öyle şeyleri sevmezdik. Zaten doğum günlerimiz nüfus kâğıdında farklı, gerçekte farklıdır. Tarık Buğra, kütükteki 2 Eylül’e rağmen annesinin, “Sen doğduğunda saçaklardan kol gibi buzlar sarkıyordu” dediğini söylerdi.

Tarık Buğra ile ilgili en çok neyi özlüyorsunuz?

Başımı göğsüne yaslayıp hasta kalbinin atışlarını dinlemeyi. 1973 yılında enfarktüs geçirdiği için kalbi bozuk bir saat gibi gürültülü bir şekilde atardı. Ben o sesleri dinleyerek yanımda olduğuna inanır; bunun için de Allah’a şükrederdim. Aslında onunla yaşadığım hayatın her ânını özlüyorum. İçinde hatırlamak istemediğim tek bir an yok. Bunca yıldır beni ayakta tutan şey, ona duyduğum ve onun da bana verdiği o sonsuz sevgidir. Onun bıraktığı boşluğu hiçbir şeyin, hiç kimselerin dolduramayacağını biliyorum. Gidişini artık kabullendim, yalnızlığa bile alıştım; alışamadığım tek şey, onsuzluk! 12 Eylül 2018. Yeni Şafak gazetesi: https://www.yenisafak.com/hayat/kalemini-ve-vicdanini-kirletmemis-bir-yazar-3395049

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum