Selim İleri:Yarın Eylülün Son Günü

Anılarımda hep güleryüzüyle, neşesiyle beliren Pembe Hanım, eylülün sonuna yaklaşıldı mı, birden hüzünlenir, düşüncelere dalar, hatta içine kapanırdı.

Selim İleri:Yarın Eylülün Son Günü
29 Eylül 2012 - 19:28

 

Yarın eylülün son günü

Anılarımda hep güleryüzüyle, neşesiyle beliren Pembe Hanım, eylülün sonuna yaklaşıldı mı, birden hüzünlenir, düşüncelere dalar, hatta içine kapanırdı.

 

Anneannemin arkadaşı Pembe Hanım İstanbul'a sonbaharın bir günde geldiğine inanırdı, daha doğrusu geceden sabaha. Geceleyin eylülde yaz sonu sürüp giderken, sabaha karşı yağmur başlar, sabahleyin de artık güz başlarmış.

Pembe Hanım öteki eylül yağmurlarını sonbahar yağmurlarından saymazdı. Eylülde yağan öteki yağmurlar hâlâ yaz yağmurlarındandı; çünkü güneşle birlikte geçip giderlerdi.

Ama sonunda inatçı bir yağmur bastırıyor, takvimlerin söylediği mevsimdönümü çıkageliyordu. Geceden başlayan o inatçı yağmur ertesi gün sürüyor, İstanbul paldır küldür serinliyor, sonbahar saltanatını kuruyordu...

Mehmed Rauf'un Eylûl'ü de biraz böyle anlatmaz mı? Edebiyata tutkun Pembe Hanım bu romanı mutlaka okumuş olmalıydı.

Sonbaharın hüznüyle birlikte küçük sevinçler yaratmak gerekiyordu. 1950'ler İstanbul'unda, Kadıköyü'nde, Pembe Hanım bu sevinçleri kurutulan sebzelerde, kurutulan meyvelerde yakalıyordu. Ve ne tuhaf, o günlerin yarı sayfiye beldesi Kadıköyü'nde sebzeler, meyveler kurutuluyordu.

Bahçe içi evlerle çevrili, gösterişli Şifa'da bile, gözlerden ırak arka bahçelerde, arka balkonlarda duvara iplere dizili olarak asılmış bamya, kabak, patlıcan, biber göz okşardı. Göz okşardı diyorum, çünkü her birinin yazdan kalma alacası natürmort havası estirirdi. Sebzeler kurudukça büzüşürken bu natürmort âdeta eskir, geçmiş yüzyıllardan kalma bir resim olup çıkardı.

İstanbul'da meyve kurutulur muydu, hatırlamıyorum. Ama güzle birlikte dut kurusu, vişne kurusu, özellikle incir kurusu, kayısı kurusu evlerden eksik olmazdı. Koca koca dutlar artık küçücük olmuş, sulu vişneler, üzümler kaskatı, incir paslı kahverengi, neyse ki kayısılarda hâlâ güneş rengi...

Eylül sözcüğünün Arapça'dan geldiğini sanıyordum. Bazı kaynaklar Süryanice'den Arapça'ya geçtiğini belirtiyor. Kubbealtı Lugatı, Süryanice'sinin 'ilül' olduğunu saptıyor. Mehmed Rauf'un Eylûl'ü zamanla ü'lü eylül olmuş.

Eylülün ikinci yarısı İstanbul'da kışa hazırlık başlangıcıydı. Öyle hemen şiddetli sonbahar, sevimsiz kış hissolunmazdı ama, birtakım işlere de girişilirdi. İlk akla gelen, sobaların kurulması. Sobalar kurulurken, geçen kıştan kalma soba boruları bazan yenilenir, bazan boyanırdı. Yaldızlar saçan o boyaya bayılırdım.

Şimdi yarım yüzyıl öncesinin eylül sonuna geri döndüğümde, başka işler bizi bekliyor. Sandıklardaki kışlık giysiler, yünlü pantolonlar, ceketler, kazaklar, kaşkollar, paltolar hemen çıkartılmazdı ama, nereye kaldırılmışsa oradan kışlık ayakkabılar çıkartılırdı. Çünkü geçen kışın 'tahribat'ına göz atmak gerekirdi. Pabuçlara pençe yaptırtmak, her orta halli ailenin görevleri arasındaydı.

Biz çocuklara bile öyle kolay kolay yeni kışlık ayakkabı, potin alınmaz, alınamazdı. Artık iyice küçülmüşse, o başka. Pençe için kunduracıya gidilir, potinler, çizmeler, ayakkabılar bırakılırdı.

Bazan paltolara, mantolara da erkenden göz atılırdı. Yenisi alınamayacağından, kimisi boyatılacak, kimisi tersyüz ettirilecek; ya kuru temizlemeciye, ya mahalle terzisine...

Tutumluluk, tasarruf gereği bazan daha 'hazin' işlemler yapılırdı. Meselâ, babamın paltosu benim için küçülttürülmüştü. Galatasaray'a, ortaokula gittiğim yıllar; o, eğri büğrü kalmış paltodan pek utanırdım. Şimdiyse içim yanarak hatırlıyorum. Paltolar, mantolar bazan bollaştırılırdı. Komşumuz terzi Melâhat Hanım mantoların bollaştırılmasında ustaydı: Tezat renkli kumaşla, bakıyorsunuz, manto bollaşmış, bir iki beden büyümüş. Uzaktan öyle de, yakından, eski kumaşla, tezat renkli yeni kumaş bir türlü uyum sağlayamamış.

Fakat bu hazırlıklara, bu işlere aldırışsız beyler, hanımlar da vardı, özellikle beyler. Onlar eylül sonunda yine denize girerlerdi. Fenerbahçe'den, Kalamış'tan, Alman Kulübü'nün kıyısındaki kayalıklardan denize girenlere yarı kaçık gözüyle bakılırdı.

Eylülde, eylül sonunda günler sıcak, güneşli ama mevsimin çoktan geçtiğine inanılıyor. Plajlar çoktan kapanmış.

İstanbul'un dört bir yanı plajlarla doluydu. Bahariye Caddesi'nde oturduğumuz dönemde biz en çok Moda, Fenerbahçe, Caddebostan plajlarına giderdik, kimileyin sandalla, motorla Kalamış Koyu. Eylülün ilk haftasından sonra plajlara giden azalırdı. Derken plajlar da birer ikişer kapanır, güz ve kış günlerindeki o hüzünlü görünümlerine bürünürlerdi. Bomboş kumsal, kapıları şişmiş, çarpılmış, bazan fırlamış kabinler, masaları, iskemleleri toplanmış plaj gazinosu: Belleğimde hep bir film sahnesidir.

Ekim ayı dikim ayıymış

Eylülde ilk yağmurlarla birlikte yalnızca plajlar kapanmazdı. Yazlık sinemaların da vakti gelmiş olurdu. Uzun yıllar İstanbul yazlık sinemalarla donanmış olarak yaşadı; hemen her semtte bir yazlık sinema! Kadıköyü'ndekiler semtlere göre filmlerini seçerdi. Yoğurtçu'dakinde çoğu kez 'yerli film' gösterilirken, Suadiye'dekilerde ille Hollywood yapımı filmler.

Yazlık sinemalar hem Necatigil'in hem Ceyhun Atuf Kansu'nun güzel şiirlerinde dünkü İstanbul'u yansılıyor ve yansıtıyor...

Yazlık sinemaların kapanışıyla birlikte, Beyoğlu sinemalarında o 'sezon' oynatılacak, gösterime girecek filmlerin listeleri belli başlı gazetelerde ilân edilirdi. Ergenliğimde bu listeleri uzun uzadıya tarar, hangi filmleri görmek istediğimi işaretlerdim. Sonra, gerçi, çoğunu göremeden mevsim geçerdi.

1980'lerde tanıdığım bir tarım mühendisi, bütün güz dikim ayıdır demişti. Aslı galiba "Ekim ayı dikim ayı"ymış; ama ağaç, fidan dikimleri eylül ortalayınca başlarmış, kasım ortasına kadar sürermiş.

Ben de 1960'ları anımsamıştım. Dedem, Baklatarlası Apartmanı'nın arka bahçesine meyve ağacı dikmişti, elma mı, şeftali mi, kayısı mı, kiraz mı, bir iki ağaç. Kışın ağaçlar yapraklanmadığından, meyveye durmadığından hep dinlenirlermiş. Öyleyken, kök salacak, toprakla kaynaşacak. Dikildikten sonra sulandılar; bu suyun adı "can suyu". Ne kadar çok sevmiştim can suyu sözünü!

Arka bahçedeki ayva ağacı sonbaharın en müthiş habercisiydi. İnce tüylerle âdeta buğulanmış ayvalar üçer beşer büyüdükçe, bu 'üçer beşer' çokçaysa, kışın sert geçeceğine inanılırdı.

Benim için eylül, güz, ayva dolu tepsi değil. Bir başka ağaç: Atkestanesi ağacı. Ve nedense hep Yeniköy'deki o ağaç. Palamut yemeye İskele Gazinosu'na gidilen akşamlarda, Yeniköy'e ille biraz erken gider, yaşlı atkestanesi ağacı kabuklu meyveleri döküp saçtı mı diye bakardım. Yol boyu döküp saçardı.

Yaprak Dökümü Reşat Nuri'nin romanının adı ama, romanımızda en güzel yaprak dökümünü bence Attilâ İlhan, Sokaktaki Adam'da dile getirmiştir. Dolmabahçe'den Beşiktaş'a uzanan çınar ağaçlı yolu anlatır Attilâ İlhan, rüzgâr eser, iri çınar yaprakları, sararmış, solmuş, savrula savrula dökülüşür.

Sonra bir şarkı, Alpay'ın "Eylülde gel" şarkısı...

Yıldırım Gürses'in kuru dallarla, sonbahar yapraklarıyla bezenmiş şarkısını unuttuğum sanılmasın: "Düşen bir yaprak görürsen..."

Çocukluğumdan başlayarak, işte altmışlarıma kadar en sevdiğim mevsim oldu sonbahar. En sevdiğim ay oldu eylül, sonbahara yol aldığı için. Bir iki kez sonbahara ihanet ettim, yazları artık daha çok sevdiğimi söyledim. Oysa yalnızca sonbahar...

Başka ihanetlerim de oldu: Eylül'de İstanbul'dan kaçıp, güneyde 'son yaz'ı yakalamaya çalıştım. Geçti, çok oldu geçeli. Sonbahara ihanetlerimden vazgeçtim.

Can suyu, söyledim, yüreğime huzur verir; 'boş yuva' ise melankolisine tuhaf bir haz karışarak çıkagelir, yapraklar büsbütün dökülmüşken, rüzgâr ürpertirken...

Yarın eylülün son günü.

 

  

29 Eylül 2012, Cumartesi

zaman

 


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum