Seçkinci Cumhuriyetten Gerçek Cumhuriyete - Yazar: Prof. Dr. Milay KÖKTÜRK

Seçkinci Cumhuriyetten Gerçek Cumhuriyete - Yazar: Prof. Dr. Milay KÖKTÜRK
28 Ekim 2019 - 18:09 - Güncelleme: 28 Ekim 2019 - 18:14

Seçkinci Cumhuriyetten Gerçek Cumhuriyete

Teorik olarak cumhuriyet, yeni doğan her bireyin potansiyel bir üst düzey yönetici olduğu siyasal sistem; demokrasi ise yönetim kademesine geçiş biçimini düzenleyen bir mekanizmadır. Bir zorunluluk olarak bu düzenleme insanlık tarihinde sahneye çıkacak olan egemenlerin de belirlenişi anlamına geldi. Yöneten bir yerden çıkıp bir usul dairesinde işbaşına gelmeliydi. Aksi bir durum karmaşa demek olurdu.

Tarihin bilinen süreci ve siyasal hikâyesi, işbaşına gelme seçeneklerinin tümünün yaşandığını göstermektedir. Seçeneklerden biri yönetme gücünü tek bir kişinin kullanması olabilirdi ki, bunun adı monarşi veya diktatörlüktür. Diğer seçenek ise bir grubun yönetme gücünü elinde tutması olabilirdi; o da gerçekleşmiş ve aristokrasi veya oligarşi diye adlandırılmıştır. Aslında sorun, sadece, yönetme gücünü kimin kullanacağı vakıasından ibaret değildir. Toplum ve onun üzerine kurulan bir organizasyon söz konusu olduğunda, yönetim biçimi ve yöneten-yönetilen ilişkisi gündeme gelir. Bunlar sadece işlerin yürütülüş tarzını belirlemekle kalmaz; belki bundan daha da önemli olarak, insanın toplumsal varoluş ve etkinliğini de belirler.

Siyasal Sistem Sorunu

Tarihsel ve siyasal bilinç oluşmaya başladıktan beri, Mısır, Asur, Babil, Grek ve Roma uygarlık çağları da dâhil olmak üzere, hemen tüm zamanlarda, yönetim biçimi ve yöneten-yönetilen ilişkisi sorunu hep yaşanmış, bazı dönemlerde bunun üzerinde düşünülüp taşınılmış, bazı dönemlerde ise bu probleme getirilen çözüm o çağın yasalarının ruhunu oluşturmuştur. Ancak bu sorun, tarihin hiçbir çağında, günümüzdeki kadar çetrefil, yakıcı ve önemli olmamıştır. Kadim çağlarda, hatta birkaç yüzyıl öncesine kadar, siyasal etkinlik sahipliği yahut siyasal aktörlük imkânı sadece belli bir kesimin elinde idi. Oysa modern çağlarda siyasal alan herkese açıldı.

Siyasal problemlerin çözüm çabalarının amacını, insan için iyi olanı gerçekleştirme ideali teşkil etti. Bu amaç aynı zamanda itici güç de oluşturdu. Tarihte hiçbir yönetim biçimi kötünün krallığı olmayı istemedi. Ancak bu bağlamda, inşa edilen iyinin sürekliliğinin nasıl garanti altına alınabileceği sorunu kendini gösterdi. Yönetme gücünü elinde tutan kişi veya grubun iyi niyetine bağlı olarak şekillenen bir işleyiş, egemen gücün değişiminden sonra eski yapısını koruyamayacak, yeni egemen gücün niyet yahut becerisine bağlı olarak başka bir işleyişe dönüşebilecekti. Yaşama geçirilen en yüksek iyinin sürekli olması lazımdı. Lakin biyolojik süreç işlemektedir ve bu, iyinin egemenliğini sağlayan iktidar sahipleri için de geçerlidir. Dolayısıyla iyi, sınırlı süre egemen olabilecektir. Başka bir deyişle, iktidar sahipliği değişime tabidir. Bu değişimin inşa edilen iyinin sürekliliğine hasar vermeyeceğine dair bir teminat olmadığından, inşa edilen iyinin kalıcılığı sorunu hep kapıda beklemiştir ve bugün de beklemektedir. Zaten siyasal alandaki düşünsel yenilenmelerin doğuşunda bu kaygının rolü görmezden gelinemez.

Geçmiş çağlarda siyasal aygıtın geleceğini örneğin monarşi yahut aristokrasi üzerine kuran insan aklı, modern çağlarda, siyasal otoritenin belirli bir grubun ya da kişinin çıkarları için değil de ortak çıkarlar için kullanılmasını garanti altına almaya aday bir sistem ve işleyiş olarak, cumhuriyet ve demokrasiyi inşa etmiştir. Zaten cumhuriyet ve demokrasi, teorik temelleri itibarıyla son derece akılcı ve tutarlıdır. Onlar birbirini bütünlerler de! Devleti halkın içinden çıkan ve onun seçim yoluyla başa getirdiği kişiler yönetirse, bu kişilerin, çok yönlü kullanılabilecek bir güç olarak devlet gücünü kötüye kullanmayacakları varsayılır.

Bir siyasal sistemi değerli kılan, onun bizatihi kendisi değil, işleyişidir. Sistem emir ve talimatla değil, kendinden beklenen fonksiyonları gerçekleştirebildiği takdirde tercih edilir. Ondan beklenen fonksiyon ise, sistemin, bireylerin daha mutlu, huzurlu ve güvenli yaşayabilecekleri, geleceğe ümitle bakabilecekleri bir ortam sunmasıdır. Halk bunu gerçekleştirebilen ya da en azından gerçekleştirmesi beklenen bir sistemi sahiplenir.

Seçkincilik ya da Oligarşi

Yönetenlerin cumhurdan gelmediği sistemlerde, yönetme fiili, yönetilenlerin kararını ve tercihini hesaba katmadan icra edilir. Toplumun onayına bakılmaksızın, onun için “iyi” olduğu varsayılarak kararlar alınır ve gereği yerine getirilir. Bu şekilde politika belirlemenin akla uygunluğunu kanıtlayan hiçbir gerekçe yoktur. Bu siyasal sistemde devlet, bir kişinin veya bir grubun işgali altındadır. Diğer taraftan yönetenlerin halkın içinden çıktığı, ama demokratik yoldan değil de atama yoluyla iş başına geldiği siyasal sistemler de vardır ki, adı cumhuriyet olsa bile, gerçekte işleyiş itibarıyla cumhuriyet dışı sistemlerden hiç de farklı değildir. Bu tür sistemler üzerinde özellikle durmak gerekir.

Yönetenler nasıl işbaşına gelecektir? Seçeneklerden biri ‘demos’un onayıysa, diğeri de zorbalık veya bir grubun belirleyici rolü olabilir. Bu sonuncusu, siyasal egemenliği elinde tutan bir grubun, yani oligarşinin mevcudiyeti anlamına gelir. Aslında buradaki oligarşi açıkça ‘varım’ diyen bir egemen gruptur. Halkın içinden çıkan yöneticilerin, büyük ölçüde halkın özgür iradesiyle iş başına getirildiği, yani görünüm itibariyle demokratik işleyişin egemen olduğu; ancak iktidar olanların muktedir yapılmadığı cumhuriyetlerde de egemenliği elinde tutan bir grup mevcuttur. Orada da karar alma, politika üretme ve yönetme işinde halk hesaba katılmaz. Bireyler için onları hesaba katmadan karar alma ve yönetmenin gerekçesi, olsa olsa toplumun fertlerinin ‘kendileri için iyi olan’ı yeterince bilemeyecekleri ve daha yetkin birinin, bu ‘ortak iyi’yi yönetilenlerden daha çok mükemmel belirleyebileceği varsayımı olabilir. Elbette bu yetkin kişiler de ‘seçkinler’ sınıfı olmalıdır. Hal böyle olunca da böyle bir siyasal sistemi ‘gerçek cumhuriyet’ diye adlandırmanın hiçbir mantığı yoktur. Bu sistem görünüşte cumhuriyet, gerçekte ise seçkinler oligarşisinin egemenlik biçimidir. Bireyi ve toplumu dışlayan hiçbir yönetim biçimi gerçek bir cumhuriyet değildir. Kelimenin gerçek anlamındaki cumhuriyet seçkinci olamaz; böyle bir cumhuriyette cumhur, kendini hiçe sayan seçkinleri kendi başında yönetici olarak görmek istemez ve kendi elleriyle böyle bir seçim yapmaz. Halk yöneticileri, kendini de hesaba katsın diye seçmektedir.

Seçkinci cumhuriyetlerde seçkinler/oligarklar yönetme gücünü nasıl kullanır?

Böyle bir sistemde onlar iktidara pek doğrudan el koymazlar. Ancak seçilmiş yöneticilerin etkinlik alanını sınırlandırır ve ‘yönetme gücü’ne dolaylı olarak müdahale ederler. Sosyal ve kültürel politikaları onlar belirleyip uygulama işini seçilmişlere bırakırlar. Bu sistem aslında bir tür diktatörlüktür; hem de tarihin bilinen zamanlarından beri siyaset sahnesinde gördüğümüz diktatörlüklerden farklı, daha kötü ve yıkılması daha zor bir diktatörlük! Tarih sahnesinde diktatörlük olarak yerini alan sistemlerde, iş başındaki diktatör kendini tek egemen olarak ilan eder. O, diktatörlüğünden emindir. Yapması gereken tek şey, belli mekanizmaları elinde tutarak diktatörlüğünü sürdürmektir. Oysa gizli diktatörlükler tek kişilik değil bir grubun diktatörlüğüdür ve görünüşteki işleyiş hiç de baskıcı bir yönetim şeklinde değildir. Çağımızda yetki sahibi olmakla bunun kullanımından sorumlu olmak bir arada düşünülür. Hâlbuki bu gizli diktatörler yetkiyi ellerinde tutmakla birlikte, her türlü sorumluluktan arınmış durumda bulunurlar. Halkın seçtiği kişilerin serbestçe politikalar belirleyememesi için, birçok yasak alan icat edilmiştir. Siyasal sosyal ve düşünsel hayatın bazı alanları ‘kapalı alanlar’dır. Buralara girilemez. Engellemeler ise yasa marifetiyle yapılır. Yani oligarşik egemenlik kapalı alanlar üzerinde yükselir. Böyle bir işleyişte sürekli olarak egemenliği elden kaçırma endişesi yaşanır. Bu da toplumda gerçekleşen düşünce genişlemesi karşısında, problemlerin büyümesine yol açar. Bireyler etkinlik alanlarını genişletmeyi talep ettikçe, bu genişleme oligarşik egemenliğin aleyhine olacağı için, sınırlandırma daha ileri düzeye taşınır. Her kavram hakkında serbest içerikle konuşulamaz; her fikir tartışma masasına yatırılamaz. İfade özgürlüğü sorunu, işte bu bağlamda yaşanır.

Cumhuriyetin Tekâmülü

Her egemenlik biçimi kendi tezlerini ve fikrî temellerini de oluşturur. Egemenliğin ve bu yoldaki eylemlerin “amaçlı” olması, üstelik bu amaçların da yüksek anlam içermesi gerekir. Çünkü kısa süreli-maddi temelli amaçlar ya zaman içinde veya erişilince önemlerini kaybeder. Burada ihtiyaç duyulan anlam ve amaç, bireysel hedefleri aşan bir nitelikte olmalıdır. Aksi halde yüzeysel anlamların tükenişi, tüm egemenlik gerekçelerini boşa çıkarır. Hem bu bakımdan hem de seçkinciliğin onaylanamayacağı çağda, seçkinler, egemenliklerine haklı bir gerekçe ve temel bulmak zorundadır. Bu da ancak, çağımızın en önemli ve aynı zamanda tehlikeli harcı olan ideoloji olabilir. Başka bir deyişle, seçkinci cumhuriyet, aynı zamanda ideolojik bir cumhuriyettir. Orada ideolojilerin katı tutumları özgürlüklerin sınırını belirler. Kendisi zaten özgürlüğü onaylamayan bir tasarım olarak ideoloji, bireylere daha özgürlükçü bir yaşama ortamı sağlamaz.

Cumhuriyet, demokrasi ile asıl işleyişine kavuşma imkânına sahip olur. Elbette bu, kolayca ve kendiliğinden gerçekleşmez. Yani cumhuriyetin tekâmülü için demokrasi sadece bir imkânlar alanıdır. Halkın içinden çıkan yöneticiler halkın özgür tercihiyle, yani gerçekten demokratik yolla iş başına gelirlerse onların yanlışlarının yahut doğrularının sorumlusu onlara bu onayı veren kitledir. Bu kitlenin gittikçe daha doğru seçimler yapabilme imkânı vardır. Kullanıp kullanmaması ise o kitlenin tercihidir.

Cumhuriyet ile demokrasinin zorunlu sonucu ve onların ahenkli birlikteliklerinin ruhu, hukukun üstünlüğü ilkesinde kendini gösterir ve bu da cumhuriyetin tekâmülünün bir üst aşaması demektir. Tek tek bireylerden toplumun bütününe kadar yönetilen herkes, adaleti ancak haklar öğretisinin kayıtsız şartsız egemenliğinde teneffüs edebilir. Adaletin mülkün temeli olarak ilan edilişi boşuna değildir. Bu ilan kulağa hoş gelen veya duyguları okşayan bir slogan olarak görülmemelidir. Siyasal sistemde bireylerin kendilerini güvende hissetmelerinin tek garantörü, hukukun üstünlüğüdür. İdeolojik cumhuriyetlerde ise hukukun değil, sadece yasanın üstünlüğü vardır. Bu yasaların hakkı temel alıp almadığı pek hesaba katılmaz.

Cumhuriyet ve demokrasi daha yüksek bir bilinçlilik gerektirir; zira seçme, basitçe karar verme süreci değildir. Seçimde, gelecek tasarımları önemli rol oynar. Geleceği tasarlayan birey, istekleri, idealleri ve algılamalarıyla birlikte bir zihin faaliyeti sergiler. Seçen, tercihinin muhtemel sonuçları konusunda da fikir sahibi olduğundan, seçimin sonuçlarının kendi tercihine bağlı olduğunu bilir ve sorumluluğu üzerinden sıyırıp atamaz. Bu bakımdan da, gerçek demokrasinin ve cumhuriyetin en mükemmel formunun kurulabilmesi, ancak daha yüksek bir bilinçle mümkün olur. Seçkinler ancak o zaman, çok zor olsa da yerlerini sistemin gerçek sahibine, halka terk etmek zorunda kalırlar.    

Seçkinci cumhuriyetin topluma mal olmuş, milletin mülkiyeti altındaki bir cumhuriyet haline gelmesi, bu siyasal sistemin tekâmülü olarak görülmelidir. Böyle bir cumhuriyette, yaşama biçiminden duyuş ve düşünüş tarzına kadar hayatın nabız atışının hissedildiği her unsur, var olma hakkı ve imkânı kazanır. İnsan kendi ideal ve tasarımlarıyla birlikte kendisi olarak var olabilme imkânını gördüğü ortamda huzur ve sükûneti yakalayabilir. Siyasal sistemler ise insan için değilse kimin içindir? Teorik olarak bu böyleyken, niçin bilfiil gerçeklik kazanmasın?

Yazar: Prof. Dr. Milay KÖKTÜRK

Kaynak: Türk Yurdu Dergisi - Temmuz 2013 - Yıl 102 - Sayı 311

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum