SANCI ÇEKEN TOPRAKLARIN ROMANI / Yazan: Merve Pehlivan

SANCI ÇEKEN TOPRAKLARIN ROMANI / Yazan: Merve Pehlivan
23 Kasım 2019 - 19:33 - Güncelleme: 23 Kasım 2019 - 20:12

Bitmek bilmeyen kavgaların, derinden çekilen “âh”ların romanı Sancı. Emine Işınsu, 1980 öncesi Türkiye’sinin hal-i pürmelalini bambaşka dünyaların bambaşka gözlerinden bakarak karşı tarafa aktarıyor. Yaşanmış olaylar üzerine yazılan bu roman güçlü anlatımı sayesinde okuyucuda, olayları beş adım öteden izliyormuş hissi uyandırıyor. “Gözyaşı” kelimesi okuyucunun avuçlarına damlıyor, öfkeli bir cümlenin rüzgarı suratına çarpıyor ve harfler birbiri ardına sıralandıkça yepyeni resimler oluşturuyor. Romanda, Şehit Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun hayatının gölgesine dönemin Ankara’sı, ülkücüleri, sol görüşlüleri, akademisyenleri ve “tapi”leri sığdırılmış. Işınsu yazmış ve dönemin tüm “sancı”ları bir ciltte toplanıvermiş.

Ertuğrul Dursun’un, ailesi ile başlayan hikayesi bir süre zorunlu olarak kaldığı hastanede kurduğu hayallerle devam ediyor. Henüz 12 yaşında bir çocukken Hemşire Nurten ve diğer hastalarla girdiği diyaloglar onu yaşından büyük hayaller kurmaya sevk ediyor. Küçük Dursun, hayallerinde sahip olduğu hastahanesinin içerisinde ileride yolunda canını vereceği “Büyük Türkiye”sinin tohumlarını yeşertiyor. Lise yıllarında “Ertuğrul” ismini alması ve ardından Ankara’ya gelmesiyle Gazi Üniversitesinde geçen yıllarına ise daha yakından tanık olunuyor. Arkadaşlarıyla küçük bir odada toplanmışken paylaştığı endişeleri, şaşırtıcı şekilde 2010’lu yılların bir okuyucusu olarak bana hiç de uzak gelmiyor. Önkuzu’nun 68’lerde kafa yorduğu konular, “gençlerin değer yargısızlığı” ve aydınların “çöp tenekeliği”, sanki bugün de kanıyla canıyla tam karşımızda duruyor. Peki geçen yıllara rağmen bu sorunlarla Önkuzu’nun hayallerindeki gibi okuyarak, düşünerek başa çıkabilecek bir nesil geldi mi yahut gelmesi için çaba harcanıyor mu? Bugün, bu hususta Ertuğrul Dursun ve arkadaşları kadar ümitvâr olmak zor olsa da çabalamaktan vazgeçmemek büyük önem taşıyor çünkü kurulan hayallerin nesillerden nesillere aktarılabilmesi için belki de tek şart bu.

“Güzel denen şey budur.” cümlesiyle betimlenen Leyla ise kitabın başlarında “dear princess”likten sıyrılıp güzel olmanın dışında da işe yarayabilecek biri olduğunu ailesine ispatlamaya çalışırken okuyucuyla tanışıyor. İçinde bulundukları bu sancılı döneme karşı anne babasının sergilediği kayıtsızlığı -kitabın dilinde “tapi”liği- var gücüyle eleştiren ve sol görüşün aktif gençlerinden biri olan Leyla, sayfalar çevrildikçe yaşadıkları, tanık oldukları ve kaybettikleri sebebiyle kendini sayısız soru arasında bocalarken buluyor. Ve işin okuyucuyu en üzen kısmı ise Leyla’nın bu soruları tek tek cevaplayıp içinde bulunduğu buhrandan kurtulmaktansa eline geçen ilk kaçış fırsatına tüm kalbiyle sarılması oluyor.

Leyla’nın kardeşi Ali’nin sancısı ise ablasının görüşleri ile bir yürüyüşte tanıştığı Dursun ağabeyinin görüşleri arasındaki farkları sorgulamaya  ve aklındaki şüphelerle boğuşmaya çalıştığında başlıyor. Henüz 13-14 yaşlarında dönemin siyasi durumuna dair sorgulamalar yapan ve bir çıkış yolu arayarak olgunluğunu okuyucuya derinden hissettiren Ali, kitabın sonlarına doğru anne babasıyla arasındaki bakış farkını oldukça açıyor. Başka bir ülkeye yerleşmeyi kurtuluş olarak gören Sabiha Hanım ile Saadettin Bey’in aksine Ali, bu durumun kaçmaktan, ihanet etmekten öte olmadığını düşünüyor ancak Dursun ağabeyinin nasihatleri ve babasının kesin kararı sonucunda gitmeye ikna oluyor.

İşte 68-70 yıllarının sancılı günlerini, bu üç ana karakter arasında geçen dostlukların, sürtüşmelerin, sohbetlerin, aldatmaların gölgesinde yaşanmışlıklar üzerine inşa edilmiş halde buluyoruz bu romanda. Dündar Taşer’in deyişiyle “hastanın kanser olduğu ama hükûmetin parmaktaki dolamayı tedavi etmeye çalıştığı” günlerin acı bir portresi olarak adlandırabileceğimiz Sancı, Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun şehadetiyle son buluyor.

Kasım’ın 23. günü, soğuk bir Pazartesi sabahı okula gittiğinde kaçırılıyor Ertuğrul Dursun. Kendilerine “Halk Mahkemeleri” ismini veren grup tarafından yapılan ve ciğerlerini bisiklet pompasıyla şişirmeye varan işkencelere saatlerce maruz kalıyor. Belki yaşar düşüncesiyle üçüncü kattan aşağı atıldığı an ise veriyor son nefesini.

Sancı çeken bu topraklar üzerinde biz artık ölmeyecektik, öyle söylemişti Dündar Taşer Dursun’a. O da son saniyelerinde erenlerin ölmediğini, yalnızca suret değiştirdiğini hatırlatıyor Dündar Bey’e.

Emine Işınsu yazdı bu sancılı günlerin romanını. Hafif sağa yatık zorlama gülüşü silindi suratından ve kan gölünün ortasına uzandı Ertuğrul Dursun’un cansız, yaralı bedeni. Kalabalık derlendi çevresine… Gittikçe büyüdü halka. Büyüdü…

Büyüyor.*

*Sancı üzerine kaleme aldığım bu yazımı yine Sancı’nın son birkaç cümlesi ile noktalamak istedim. Zira yaşananları, yaşanacakları ve Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun önemini daha iyi ifade edecek bir cümle kurulamayacağını düşünüyorum.

Kaynak: https://www.gazetebilkent.com/2015/09/14/sanci-ceken-topraklarin-romani/

sancı romanı ile ilgili görsel sonucu

 

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum