Sait Faik

Sait Faik’in denizde gördüğü “ince bir parıltı”yı ben burada balkonun ucuna doğru bir yerde görür gibiyim. Aslına bakarsanız öyle bir parıltı falan yok ortada, her yer yaz aydınlığı altında, o da eksik olmasın diye uyduruyorum.

Sait Faik
11 Mayıs 2013 - 17:37

Bu son yazlarda nereye gidersem gideyim, Sait Babanın kitaplarını da mutlaka alıyorum yanıma. Ege ve Akdeniz kıyılarındaki harala gürele günlerde pek fırsat olmuyor ya, önünde sonunda baba evine varıyorum sağ salim. Hem kafa dinliyor, hem ocağı tüttürüyorum. Eski günleri de anıyorum bir yandan... Balkon kapısının önünde otuz-kırk yıllık bir koltuğum var, orada oluyorum sabahları. Kitaplarım elimin altında, anne yadigârı ceviz sehpada yığılı. Bugün, bu sıralarda sözgelimi “Kendi Kendime” öyküsünü okuyorum. Ben de kendi kendimeyim zaten, bir bakıyorum ki adada ve Sait Baba gibiyim. Benim de (hayali) köpeğimden özge kimseler yok yanımda; birlikte dünya seyrindeyiz.

Burada henüz sabah aydınlığı, ama madem Sait Baba, “Saat öğleden sonra dört” diyor, ben de öyle sayınca tamam... Deniz, benim de hemen yakınımda (oysa bir kara kentindeyim), ayaklarımı uzatsam suya değdi değecek (ama yüzme bilmem, nedeni uzun, bu vakitten sonra da öğrenmeye heves edeceğimi sanmıyorum). Onun denizde gördüğü “ince bir parıltı”yı ben burada balkonun ucuna doğru bir yerde görür gibiyim. Aslına bakarsanız öyle bir parıltı falan yok ortada, her yer yaz aydınlığı altında, o da eksik olmasın diye uyduruyorum. Evet, “yavru martı”yı da uyduruyorum. Tam yazarın betimlediği üzere, “gagası, tüyleri koyu renkli”, badi badi bir yavru martı, ardından bir daha, fundaların altına doğru gitti. (Martıları pek severim, severim ya, haftalardır ne gördüğüm ne de seslerini duyduğum var; hazır bir neden buldum, hayal edeyim dedim, edebildiğim kadar...)

“Kendi kendime”liğimden öyle ama öyle memnunum ki! Biri gelecek, telefon zır zır ötecek diye ödüm kopuyor desem, yalan sayılmaz. Denizi, ötelerdeki Sivri ve Yassıada’yı seyretmek yetiyor da artıyor bile. Doğrusu bu iki adanın da öyle bir güzelliği yok, hele de Sivri’nin bahtsızlığına fena üzülüyorum, o zaman da ayrımında bile olmadan o iri, dev gibi, katı mı katı kayaların bağrında gürül gürül bir doğa var ediyor, sonra hayal ettiğimi seyrederek seviniyorum. Tam da o sırada bir rüzgâr, hem de alımlı bir rüzgâr sökün etmiyor mu? Yelkenliler, öyle fiyakalı değil, sadeliğiyle güzel yelkenliler ikindi denizinde süzülür olmuyor mu? Daha ne isteyebilirim?

Bir de gürültü patırtı
Adada, ama bu adada, üstelik bulunduğum yerde, yani aslında Sait Babanın bulunduğu yerde, eskiden “fistanlarını rüzgârın alıp götürdüğü Rum kızları” görünmez miydi? Hayır, sandığınız gibi fena bir niyetim yok, estetik olana bayılırım, seyretmelere, bu kez olduğu gibi de hayal etmelere doyamam. Sonra, eskiden de olsa, böylesine güzel bir yerde, gencecik hayatların soluk alıp verdiğini bilmek kimin heyecanını artırmaz ki benim heyecanımı da artırmasın? Sadece bu kadar... Sait Baba, yine yalnız... “Kendi kendine” desem, daha iyi olacak. Bulunduğu yerden memnun da insansızlıktan memnun değil: Bir yer ne kadar güzel olursa olsun, orada insanlar da yoksa ne anlamı kalır o güzelliğin diyor. Ben onun her dediğine gözüm kapalı inanırım, ama izninizle, hepinizden önce de Sait Babanın izniyle söyleyeyim, bu sözüne bir türlü inanamıyorum. Bazen tam inanır gibi oluyorum ya, arkası gelmiyor. Yıllardan beri gördüklerim belleğimde de ondan. Hele bir de bugünküleri anımsayınca... Bu kadar mı acımasız, rezil olunur? Bir yığın insan geliyor o güzelim yerlere, saatler sonra arkalarında koca birer atık yığını bırakarak gidiyor. Bir de gürültü patırtı, ses kirliliği ki dayanabilene aferin. Hemen her yerde, adalarda da böyle bu...

Bu kötü anımsamayla da olsa bitirdim mi o öyküyü? Bitirdim, ama yeter mi bu kadarı bir yaz gününü gün etmeye? Yeter aslında, ama insan soyu bu...

Yeni öyküsünde yalnız değil Sait Baba, Barba Vasili ile denizin ortasında, fakat göz gözü görmez bir sis var o gün. Nerede olduklarını nasıl anlasın da rahatlasın? Alıyor mu sevinciyle birlikte bir kaygı benliğini? (“Korku” mu desem yoksa?) Burnundan geldi gelecek o cânım deniz keyfi, ama yılların Barba Vasili’si, kestiremez mi neyin nerede olduğunu? Bir o yanına bakıyor, bir bu yanına; az ötesi Kınalı! Sait Baba, ancak ondan sonra rahat bir soluk alıyor. Size doğrusunu söyleyeyim mi; beni bu kez de asıl büyüleyen, o göz gözü görmez sisin var ettiği resimler. Sait Baba ne güzel, ne canlı, ne renkli anlatıyor onları, üstelik Van Gogh resimlerine benzete benzete. Ben de o yoğun sisin ortasındayım, sanki benim de üstüme bir sis serinliği yağıyor. Bu yaz sıcağında...

Sait Baba, heyecanla bir bunu gösteriyor bir onu. Ekmek derdindeki Barba Vasili o görüntülerden birine, nasılsa “Güzel, Kaloyni” diyor. Nedir acaba bu “Kaloyni”? Bir ad mı, bir dostluk, bir memnuniyet seslenmesi mi? Kulağa neden bir ezgi gibi geliyor? Ben neden bunca memnunum bu sıcak yaz gününden?

Ardından Sait Baba, bir karidesi bıyığından, evet bıyığından tuttuğu gibi oltasına takıyor. Dünyaya neden daha erken gelmedim ki? O anları, sonralarını hayal etmek yerine kendi gözlerimle görsem, o bir sürü sperka, hanos, iskorpitleri deli gibi bir hazla seyretsem, bir yandan da acısam, üzülseydim. Saatler sonra da iskeleye atlasam, tatlı bir yorgunlukla hemen oradaki kahvelerden birine seğirtseydim. Olmaz mıydı sanki?

Deniz kıyısı bir meyhanede
Sait Baba, Bakırköy’de diyor ya da öyle varsayıyor. Ben de onunla birlikte hepsini, evinden ta dükkânındaki sayısız aracı gerecine kadar hepsini birer birer hayal ediyorum. Her günkü hayatında, hemen görülen bir sabır ve özenle zanaatını yapıyor. Bir yandan da o eski kantoyu söylüyor ve gözlüklerinin altından sağa sola bakıyor: Madam(ı) duyuyor mudur acaba?

Mercan Ustayı, hemen o günlerde arıyor buluyor Sait Baba. Hayal ettiği gibi, Bakırköy’de deniz kıyısı bir meyhanede, sade bir sofra kurduruyor: Rakı ve “sıcak sıcak” istrongilos balığı. Nasıl bir balık bu, fena merak ediyordum. Zararı yok, yeter ki sohbetlerine, ta gerilerde bir yerlerden kulak misafiri olabileyim: Bu yıllarıma geldim ama daha ne öğrenebildim ki güzelim dünyamızda insanlık adına?

Bir suskunluk anlarında ayaklarımın ucuna basa basa gidiyor, ben de büyük bir saygıyla iki eline birden sarılıyorum Mercan Ustanın. Yüzüne gözüne iyice bir bakıyorum o arada. Biraz da öyle öğrenilmez mi insanlık?

Sait Baba, kalemini, iri iri yazılarla dolu saman kâğıtlarını cebine tıkıyor. Onun da yüzüne gözüne iyice bir bakıyorum: Bu saatte burada olmanın, Mercan Ustayla iki kadeh olsun atmanın, “sıcak sıcak” istrongilos balığı yemenin keyfini sürüyor.

Tam delikanlının hayal ettiği gibi bir boyacı sandığı olacak. Sadece ayak altına “Gün ola harman ola” sözünü yazmak uygun gelmiyor Mercan Ustaya, yine de belli mi olur, görenlerin aklına bu sözü getirmenin bir yolunu bulabilir.

Saat on bir suları. Balkonun bir ucu ile dedemden babama, babamdan da bana yadigâr olan asma, gölgeye girdi. Kumrular, cevizin alt dallarından birinde. Ya asmada oyalanırlar zaten, ya da orada. Ara sıra sesleri geliyor.

Neredeydim? “Ağıt”ta... Adaya bir ay kadar uğramadığı günlerin birinde, Barba Apostol’un sandalında ölü bulunduğunu haber alıyor Sait Baba. Hemen kendini adaya atıyor. Apostol, Kumbaros kayasının oralarda, bir eliyle de sımsıkı tuttuğu ıstakoz ağı bedenine sarılı bir halde sizlere ömür... Hayır, mal canın yongası olduğundan değil, o ağ varlığının (bedeninin) öbür yarısıdır, ondandır büyük olasılıkla. Belki de ölümün soluğunu duyunca öylece sarıldı kaldı Apostol, bir derman arar gibi. Bilinemez ki artık...

Fena sarsılıyor Sait Baba. Kendisi “serseri gibi” sözleriyle anlatıyor halini, ama ben nasıl öyle söyleyeyim? Deli divane gibi, bir buna bir ona yalvarıyor, Barba Apostol’u ağıyla gömün diye. Yazık ki istediği olmuyor. Pahalıdır ıstakoz ağı, sonracığıma kolay da yapılmaz. Yine de diyor Sait Baba, madem kendi elleriyle ördüydü, onunla gömülmek de hakkıydı.

Her yakınımızın ölümünde ne olursa, Barba Apostol’un ölümünde de Sait Babaya aynısı oluyor: Acıyla eski zamanları anımsıyor. Onunla gittiği ıstakoz avlarını... Her meslek gibi ıstakoz avcılığının da ne incelikleri, ne püf noktaları vardır, onları Barba Apostol’dan bir bir nasıl öğrendiğini, biz de Sait Babadan öğreniyoruz. Yok, kendi kendime olduğuma göre, öğreniyorum demeliyim. Yine olmadı, sanki her ikisi de hâlâ hayatta, ben de yakın bir yerlerden onların nasıl ıstakoz avladıklarını izleye izleye öğreniyorum. Her babayiğidin göze alamayacağı kadar zor mu zor bir meslek bu, ama o sessiz sakin denize, o tenhalığa diyecek yok. Apostol’un kendince bir hayat tutturmasına, yakınmayı bilmemesine, onlara da...

Yanında köpeği Arap
Öğlen sıcağı bastırdı bastıracak. Ah ikindiye kadar kalabalıktan, gürültü patırtıdan uzak bir kıyıda koyu bir gölgede olabilsem! Böyle diyorum ya, Barba Apostol henüz gözlerimin önünde: Kapatırsam o sayfaları, büyük bir hayırsızlık edecek gibiyim. Yetinmeyi bilen, rint, sade gönüllü insanlar öyle bir saygı uyandırıyor ki bende, gönlüm hemen elvermiyor: O, kilisede balmumu gibi yüzüyle yatadursun; Sait Baba hâlâ anımsasın, ben de onları izleyeyim biraz daha:

Lodosun denizin altını üstüne getirdiği, Apostol’un da bu duruma sevindiği, irice, dolu tarafından ıstakozlar hayal ettiği günler... Sait Babaya, “Sabahleyin erken gel” diyor; “ağı kaldıracağız.” Gidiyorlar, gidiyorlar ya, her seferinde ıstakoz ne arasın? Koca ağın delikleri katamozlar, yosunlarla tıkalı. Yine de bir kasap havası tutturuyor Apostol. Her zamanki gibi.

Burada öğle oldu, ada hangi sularda, o kadarı belli değil. Antimos Usta, kulübesinin olduğu fundalıklardan iskeleye iniyor. Sait Baba, hatırını soruyor; o da her zamanki gibi süreğen ülserinden yakınıyor. Ne yapabilir Sait Baba avutmaktan özge? Kimselerin sözünü dinlemez doğa yasası bu. Biliyor ki günlerden bir gün Barba Antimos da ölecek, o da bir anı olacak. Yarını bırakalım, daha bugünden unutulur gibi olduğuna göre...

Belki de tam böyle olmayacak. Sait Baba, değer bilen birileri daha, yeri gelince bir duvarı, bir evi gösterecek, bu da Antimos Ustanın eseri, onun ellerinden doğdu bir zamanlar diyecek, iyilikle, gözle görülür bir sevgi ve saygıyla anacak ama onlardan sonra da bilen, anan olmayacak. Herhalde olmayacak. Zaman mı vefasızdır, hayat mı, insanlar mı? Yoksa hepsi birden mi?

Öğlen sıcağı tam tepede. Balkon kapısının önündeki koltuğuma dönüyorum. Burası daha da sessiz. Sadece ara sıra kumrular. Salonun duvarlarından ölü yakınlarım bakıyor. Sanki aralarında Sait Baba, Barba Vasili, Mercan Usta, Barba Apostol, Barba Antimos... onlar da var, sanki onlarla da zaman zaman göz gözeyim. 
(Sait Faik, 59 yıl önce bugün, 11 Mayıs 1954'te yaşama veda etmişti)

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/hey-sait-baba-360714


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum